Güven Adıgüzel ile yapılan fakülte röportajı
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi – DKAB’tan Gülsüm Özdemir’in bir proje/ödev kapsamında sormuş olduğu sorulara, Güven Adıgüzel’in verdiği cevaplardan müteşekkil bir röportaj. İzdiham farkıyla.
Konuşturan; Gülsüm ÖZDEMİR – Marmara İlahiyat
Konuşan; Güven ADIGÜZEL – İzdiham.com
İlk önce seni tanımakla başlayalım abi istersen. Güven Adıgüzel kimdir ve yazmaya nasıl başlamıştır?
Cebimde hazır olarak taşıdığım bir biyografim mevcut; Bozcaada’da sessizce yaşayıp giden kendi halinde bir âdemoğlu. Yaklaşık 10 yıldan beri yazıp-çizerim, artık neredeyse tek meşguliyetim bu oldu diyebilirim. Beni yazmaya teşvik eden ya da iten ya da tetikleyen gerekçeler hakkında pek bir fikrim yok. Olağan bir akış gibi geliyor bana, bu bir tercih midir bilmiyorum. İlk gençlik yıllarımdan beri kelimelerle dolu bir kuyuda yaşamayı hayal ettim, ama medar-ı maişet gailesi ile her seferinde o kuyudan çıkmak zorunda kaldım. Böyle.
Okuduğumuz bölümle ilgili bir soruyla devam edersek, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerine ne gibi önerilerin olur?
Öncelikle şunu söylemek isterim, okul’a yani modern okul’a inanan birisi değilim. Okul, sistem içersinde daha en başından ‘devlete inandırmak’ vazifesiyle konumlandırılmış bir mekanizmadır yalnızca, işlevselliği de bundan ibaret. Geriye dönüp baktığımda, öğrendiğim hiçbir şeyi okuldan öğrenmediğimi ve temel eğitim icrasının ancak kalıp dökme sistemiyle mümkün olabildiğini görüyorum. İvan İlich reklam ajansı der okul için, ben o kadar radikal düşünmüyorum ama modern okul’dan -arkadaş edinimi ve bi parça sosyallik- dışında bir şey çıkmayacağı ortada.
Medreseler mektep’e yenildiğinden beri maalesef durumumuz budur. Türkiye ölçeğinde öğretmenlik mesleği; para karşılığı yapılan, kutsallığı rejim eliyle fetişleştirilmiş, görevi devlete inandırmak olan metal yorgunu yalnız bir şövalyeliktir zaten. Özveriyle, canla başla ve idealizm aşkıyla bu büyük kutsal göreve hizmet edenlerin ateşini söndürecek her türlü caydırıcı önlem titizlikle alınmıştır, hiç merak etmesinler. Eğitim Bakanı’nın adının Nabi Avcı olması umut verici bir şey olsa da, durum bu.
Sizin mevzuya gelirsek, yani ideal olanı değil, mevcut olanı konuşacak olursak; bildiğim kadarıyla formasyon olarak eğitim fakültelerinden İlahiyat fakültelerine doğru bir geçiş yaşandı bu branş için. Yani ilahiyat fakültesinden mezun olan genç arkadaşlar giriyorlar artık bu derslere. Bunu olumlu karşılayanlardanım. Daha pratik ve amacına uygun bir uygulama bence.
İmajlarla beslenen toplumların bakış açıları kusurlu olur, herkesin hatırasında bir ‘din kültürü hocası’ figürü vardır mutlaka ve nedense ‘komik, gayr-i ciddi ve dalga konusu edilen’ bir figür olarak aklımıza kazınmıştır. Ortada büyük bir yanlış mevcut. Bu derse giren hocanın ‘’karizmatik, ikna edici, etkileyici, güler yüzlü, kültürlü ve esprili’’ olarak hatırlanması gerekirdi oysa. Dediğim gibi ortada bir yanlış mevcut, bu yanlışın -öyle olmasa dahi- aslan payını DKAB öğretmenlerinin kendi hanelerine yazmalarında hayır vardır.
DKAB öğretmenlerinin, bir sonsuzluğu anlatmak için yani bardaklara okyanusları doldurmak için; dinler tarihi, çocuk psikolojisi, klasik felsefe, modern pedagoji ve sosyoloji alanlarında müfredat dışı özgün içerikli okumalar yapmalarında ve donanımlı birer eğitimci olarak sınıfları doldurmalarında yarar var. Vebal makamında oturduklarını unutmamaları, diğer öğretmenlere kıyaslanmayacak seviyede büyük bir sorumluluk altında olduklarını da sıklıkla hatırlamaları lazım. Son olarak bir de şu var; çocukları dinden soğutmayın arkadaşım.
Geçen ay kültüründemi.com’da ‘’Modern Kutsallar Çağında Sosyal Bir Hipnoz Olarak Futbol’’ başlığını taşıyan bir yazınız yayınlandı. Futbol hakkındaki temel gerçeklerin genel olarak toparlandığı işlevsel bir yazıydı bizce. Futbol asla sadece futbol değildir, kabul. Peki, futbol neden bu kadar vazgeçilmez? Neden işin derinliklerindeki kurmacalara vakıf olup cayamıyoruz bu faydasız tutkudan?
Futbol tüm ritüelleri, tapınma biçimleri, modern ayinleri ve beşeri dünyayla kurduğu mutlak hâkimiyet ilişkisiyle bu çağın yeni dinlerinden birisidir artık. Bir modern çağ yanılsamasıdır yani. Futbol’un artık elle tutulur bir tarafı ya da masumiyeti falan kalmadı. Modern kutsallar çağında yaşadığımız için, kutsalla irtibatımızın kesildiği noktada -doğal olarak- modern kutsallardan herhangi birinin devreye girmesinin normal ve akışıyla olağan olacağını söylemek mümkün. Modern kutsal olarak kodladığımız kavramın -kapsayıcılığının ve etki alanının- masumiyet yanılsamasıyla birlikte ortaya çıkması da işin kurmacasına dâhildir.
Yani bunun matematiği, kimi zaman bir aidiyet duygusu yaşayabilme hissine karşılık gelebilir, kimi zaman hayatına bir anlam katma çabasına fon olur, kimi zaman da deşarj olma ya da sığınma güdüsüne koltuk değneğidir. Taraftarlık olgusunun her ideolojik görüşten insanın hayat biçimine merkez olabilmesini bütünleştirici bir tavır olarak görmek çok naif bir algılamadır. Modern futbol algısı başarı putuna tapar, bu kusurlu bir tavırdır ve gayesizliğin perçinlenmesini sağlar.
Futbol’un sanayi devrimi sonrası kitleselleşmesini her evresiyle birlikte incelediğimizde ne kadar sorunlu bir durumla karşılaştığımızı görürüz. Futbol konuşulacak her şeyin yani esas’ın üzerini örter, futbol’un kitle afyonu olarak diğer afyonlar gibi oldukça zevk ve heyecan verici olması normal. Acıyı ve ağrıları geçici olarak azaltabilen, anlam bulma çabasına hizmet eden oldukça kullanışlı bir afyondur da ayrıca. Bu yüzden emsallerinden daha büyük bir tutkuyla damarlara enjekte edilmesinde ‘genel kabul’ vardır.
Kutsalla bağları problemli olan herkes, bulduğu ilk modern kutsala sarılabilir. Takımının deplasman maçından alacağı üç puan’dan daha önemli bir şey yoktur bazen bu denklemde. Bu türdeki yaygın kitlesel afyonların egemenlerin ve sermayenin oyuncağı olması işin doğal seyri zaten. Sermayenin ruhunun sindiği kapital ekonomiyle yönetilen bu sektörel gösteride insan hikâyelerine ve karsız amatörlüğe PR kadar yer vardır ancak. Asla esas’a temas etmez futbol.
Peki, o zaman neden bu kadar vazgeçilmez? Neden işgal ediyor bizi, neden bırakamıyoruz peşini? İnsanız ve esiriz. Ve tüm afyonlar tutkulu, zevkli, vazgeçilmez olduğuna ayarlı ve heyecan vericidir. Kapitalizmin en sadık müşterileri; tuttuğu takımın ‘hayattaki tek anlamı’ olduğuna inananlardır, kapitalizm zaten bunun için vardır; inandırmak için, gerisi kolay. Renk aşkı, senin yerine seçenlere biat etmektir, gardiyan seçme özgürlüğüdür yani en fazla bu.
Bir diğer önemli konu ve genel gündem ise; sosyal medya. Sosyal medya’nın hayatımıza nasıl derinlemesine nüfuz ettiğini kısa süre önce yaşadığımız iki büyük deneyimle çok yakından görmüş olduk. (Gezi Olayları -Mısır Direnişi) Peki, sosyal medya bizim için tam olarak ne ifade ediyor? Biz nasıl kullanıyoruz bu mecrayı?
İbrahim Tenekeci geçtiğimiz aylarda katıldığı Kafa Dengi programında bir araştırmanın sonucuna göre; fake (sahte) hesap kullanıcı sayısı sıralamasında ülke olarak ilk sırada olduğumuzu söyledi. Katılımcılar’’eğer bu araştırma doğru ise doğal olarak en çok ikiyüzlü bizim ülkededir’’ şeklinde konuştular. Genel olarak ne düşünüyorsunuz bu mevzular hakkında?
Sosyal medya yani dijital varoluş meselesi, insanları daha görünür bir alana doğru çeken popüler kültür’ün geldiği noktalardan yalnızca biri. Geçici bir şizofreni, bunu da atlatırız. Geleneğin; bir şey yapmadan bir şeyi söylemeden önce bizi engelleyen ‘şurda yüzyüze bakıyoruz’ desturunun bu tipteki mecralarda ruhunu gölge boksuna, sanal kovalamacaya ve eleştirinin şehvetine kaptırmış kullanıcılar nezdinde pek bir değeri yok maalesef. Yüzyüze bakmıyoruz çünkü, omuz omuza durmuyoruz, sanal acımasızlığımızın ve merhametsizliğimizin bir sebebi de bu, kalbi bir yerden konuşmayınca insanın zihni de, dili de kirleniyor.
Kimlik sorulmadan rahatlıkla girilen sosyal ağlar, aynı zamanda toplumun korkunç bilinçaltını da görebileceğimiz sosyolojik, patolojik bataklıklar olarak da işlevsel. Birinci kuralı yeniden hatırlarsak; aslında orda kimse yok.
Sosyal medya’yı bir imkân ya da güç meselesi olarak değerlendirmek mümkün mü peki, bu tartışılır. Sahte kimliklerle kişisel tatmin noktaları olarak da kullanılan bu mecralar, şahsi etkileşim ve mevzulardan haberdar olma işlevleriyle de sağlıksız bir yapıya sahip. Enformasyon kirliliğinin bir virüs gibi yayılmasına oldukça müsait zeminiyle kötü ruhları kovmanın pek mümkün olmadığı bir alan burası. Büyük girdabın bu sosyal ortamları bir yönlendirme silahı olarak kullandığına daha önce de şahit olduk.
Şurası pek anlaşılmıyor galiba, twiter’dan devrim yapılmaz. İnternetin, -çağın tatlı vebası olarak- hayatımıza dâhil olduğu günden beri birçok alışkanlığımızı değiştirdiği muhakkak. Ama halkların 50-60 yıllık köklü muhalefet geleneklerini twitter devrimi olarak sunmak dijital etkileşimin imkânlarını fazla ciddiye almak olur. Devrim kendisine sokağın pratiğinde ve halkın kalbinde bir karşılık bulabilirse var olabilir ancak. Şartlar hazırsa twitter da şartların reklam ajansı olabilir en fazla, esas’ı, hatta tetikleyicisi bile değil.
Bilgi, teknoloji ve düşünce üretmemiz lazım. Google entelektüelleriyle, fenomenlerle, sanal ahaliyle kaybedecek vaktimiz yok. Bi parça anarşist mizah sosuyla laf sokmalık kıvama getirdiğimiz gevezeliklerimiz; dalga geçmenin sınırsızlığı, eğlencelik kelam, ucuz politik mesaj kaygıları, kötü türkçe… Çekirdek çitleyerek de tüketilebilecek bu aforizmatik zeka, hem yüzeysel düzlemde ve hem de tehlikeli bir boyutta ilerliyor. Sosyal medya ahalisinin geneli okumanın derinliğiyle hemhal olmaktansa var olanı tüketmek ve misliyle tükenmek istiyorlar anladığım kadarıyla, beklenen sona yakınız.
Bu durum bu hızla giderse; sosyal medya’da gününü geçirerek buralarda oyalananların, hatta birkaç dönüm yer satın alarak artık bu mecralarda yaşamaya başlayanların şizofrenisinin maliyeti büyük olacak. Daha fazla takipçi hayat kurtarmaz. 12 Eylül’ün istediği kuşağın; yani üretimi, okumayı, izlemeyi ve aktif öğrenmeyi engelleyici bir tufanın peşinden giderek kitaba ve kültüre yabancı kalmayı kendine hiç dert edinmeyen bir topluluğun(ki adları Özal kuşağı olarak perçinlenmiştir) hayatı telefona yüklenecek bir uygulama sanmaları da yadırganmamalı. Bu hız çağının altında hep birlikte kalmayız inşallah. Duraksamak, yavaşlamak, dijitalin ve görünme’nin şehvetine kapılmamak lazım, rahle’den yüz çevirdikçe, içimize bakmadıkça ve kalbimize dönmedikçe huzur bulamayacağız çünkü. Eve, şarkıya ve kalbe dönmeyi böyle de anlayabiliriz.
Peki, genç kuşağın ahvalini nasıl buluyorsun, umut vaat ediyorlar mı?
Ben kendi çevremdekilerden, tanıdıklarımdan falan memnunum aslında, civa gibi hepsi J Zaten bu ‘gençlerden umutsuz olma hali’ne Hitit tabletlerinde bile sıklıkla rastlanır, 3 bin yıl önce de; ‘gençler çok bozdu, yeni neslin işi zor’ diyorlarmış eskiler.
İşin şakası bir yana; kuşaklar arası geçişleri tanımlarken 90-95 sonrasında doğan ‘nesil’ için apayrı bir başlık açmak gerekebilir. Dünyanın değişim-dönüşüm hızıyla baş döndürücü bir zirveye ulaştığı dönemin ürünleri olarak hayatla tanışan ve aidiyetleri, algıları, anlam dünyaları bu dönemin parametreleriyle gelişen bir kuşak bu. Bu kuşak alfabedeki hangi harfle tanımlanır bilemiyorum ama, şansları ve şansızlıkları bu çağda doğmaları.
Teknolojik gelişmelerin dünya ölçeğinde büyük taarruz kıvamında seyretmesiyle birlikte yeni nesil de dijital çağın kucağına doğmuş oldu aslında biraz, bu yüzden tablet ve ışıklı ekran fetişisti oldu hepsi. Akıllı telefonları, karışık zihinleri, hız’a esaretleri ve tüm bu acemilikleriyle, -tekrar atıfta bulunuyorum farkındayım- 12 Eylül’ün silindir politikasıyla oluşturmak istediği (apolitik-konformist-bencil) tipolojiye direnmeleri çok zor. Yine de ümitvar’ım, bu tufan geçecek, bu şizofreni bitecek. Reçeteler etrafta dolaşıyor, tedavisi mümkündür -gerçekten istersek- bu çağın.
Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Seyyid Kutub, Sezai Karakoç, Aliya İzzetbegoviç… Bu isimler uzayıp gider. O kadar çok okunacak üstat ve yazar var ki, nasıl ve nerden başlamalı? Okuma eyleminin tatbiki -metod olarak- nasıl yapılmalıdır sence?
Tanımlama doğru ‘okumak’ bir eylemdir. Eylemsellik hali bir rotayla birlikte yolunu bulacaktır. Okuma serüveni için -başlangıç ve işaret fişeği olarak- Ali Bulaç’ın önerdiği rotayı izleme taraftarıyım, en iyi, en ideal liste budur diyemem ama, kişisel keşifler – tecrübeler ve diğer tavsiyelerle ekleme-çıkarma yapılarak listenin son haline getirilmesinde ve disiplinli bir program uygulanarak okumalara başlanılmasında büyük fayda olduğu kanaatindeyim.
Kendi yazarını, kendi yol’unu, kendi kütüphaneni bulmak; tavsiyelerden, istikametlerden, rotalardan geçtikçe ve kendi zihnine-kalbine dokunmayı öğrendikçe mümkün olacaktır zaten. En zevklisi ve kalplere en ferahlık vereni de o yola girmektir. Kelimelerle örülü bir evrenin tam ortasında kalmak. O yoldan önce kendi halinde bir ışık görmek isteyenler için; http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=2608
Ahmet Edip Başaran, Furkan Çalışkan, Said Yavuz ve Mustafa Akar’ın katılacağı bir program yapmayı planlıyoruz okulumuzda. O programdan önce Said Yavuz ve Ahmet Edip Başaran’la konuşma imkânı bulduğumuzda bize ilk olarak dergi çıkarıp çıkarmadığımızı sordular. Bu konuda nasıl bir tavsiyede bulunursun, dergi çıkarmalı mı?
‘Dergi çıkarmak’ bir fikir olarak her zaman ve her yaşta aklımızın bir köşesinde bulunmalıdır. Fikir birliğimizi örgütleyen, bizi esas’a ulaşma yolunda yüreklendiren, zahmetinden bile çok şey öğrenilen bir uğraştır çünkü. İçimizden bir grup adam bunu sıklıkla yaparlar. Kafaları bozuldukça gider dergi çıkarırlar. Böyle bir şey tavsiye edilir mi, bence beklemeniz hata. Bir gün kapanıp gitse bile, hatırası yeter.
Mustafa Kutlu; “Modern hayat tarzı ülkemizde iğreti duruyor. Her yerde bir oturmamışlık gözleniyor.” dedi ‘modern hayat’ kavramı üzerinde durmak istiyorum. Modern ne demektir? İnsan nasıl modern olur? Bize ne gibi zararı var bu işin?
Aynı bağlamda olsalar da, farklı dinamikleri olan modernite, modernizm ve modernleşme (Bilgin, Bilgiç, Bilge tanımları gibi) kavramları üzerinden oldukça söz kaldıracak hatta kitap hacmiyle cevap verilecek bir soru bu, yine de kısaca bir şeyler söylemem gerekirse;
Modernite deyince meselenin felsefik boyutunu, modernizm deyince sanatsal boyutunu, modernleşme deyince de, hem ideolojik hem de sosyokültürel-sosyopolitik boyutunu anlamamız gerekir, modernlik kavramının aksamlarını kabaca böyle tanımlayabiliriz. Bu üç kavram hakkında ayrı ayrı okumalar yapıp, üçünün de eleştirisini birbirinden bağımsız olarak vermeli ve bu kavramları farklılıklarıyla anlamalıyız. Cepheyi terk etmeyen yerlilerden; Cemil Meriç’in, Dücane Cündioğlu’nun, Abdurraman Arslan’ın, Ahmet Özcan’ın, Lütfi Bergen’in, Ebubekir Sifil’in, İsmet Özel’in ve Yusuf Kaplan’ın bu konulardaki görüşlerinden istifade edilebilir.
Modernite batı menşeli, batı’da doğan, yani gerektiği kadar batılı bir algı, tabi aynı zamanda tarihselliğiyle 17. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan ekonomik-kültürel-toplumsal bir köklü geçiş sürecine atfedilen kavramsal bir adlandırma. Etimolojisi ‘modo’ yani hemen şimdi’den mülhem. Modernite bahse konu bu büyük geçiş’i temsil ediyor. Geçiş; ruhtan bedene, sonra’dan (öte dünya) şimdi’ye (dünya), vahiy’den akla, aşktan hazza doğru hızlı ve yıkıcı bir geçiş.
İnsanı ‘büyük özne’ rolüne çağıran, aklın mutlak egemenliğinde bir dünya algısı-hayat tasavvuru dikte eden ve bu algısal tasavvura hizmet edecek gerekli hegemonik şiddeti üreten, İlhami Hoca’nın tanımlamasıyla ‘’Batı düşüncesinin / metafiziğinin bilim ve teknoloji olarak mücessem hale gelmesi ve dini dille Tanrı tutulması, Kur’an’ın ifadesi ile “Allah’ın ve Ahretin unutulması” biçimidir’’ Modern dünyada doğan her bebek modernite sonrası algının ‘büyük özne’ rolüne peşinen talip olarak doğuyor, zihnini bu kıskaçtan kurtarması ise yalnızca öze dönüşünü nihayete erdirmesi ve kalbini hatırlamasıyla mümkün olabilir.
Mustafa Kutlu’nun bahsettiği o ‘oturmamışlık’ hissi, modern insan’ın trajik hikâyesinin dışa vurumudur aslında, yani fıtratına aykırı bir yaşam pratiğinin ve sorunlu dünya algısının tabi sonucuna ilahi bir ikaz / itiraz biçimidir o oturmamışlığı aslında. Bu durumun hala tadımızı kaçırıyor olması umut verici. Bu elbisenin bize ait olmadığını fark eden birilerinin hala yaşıyor olmasını şükür duygusuyla karşılamak lazım.
Gayesizlik, dünyayı mutlak merkez olarak benimsemek, akıl tapınıcılığı, hedonist birer züppe gibi kendi hakikatine/fıtratına ihanet ederek yaşamak… ve bunların maliyetini yok saymak. Bunlar ne geçmişte, ne de şimdi; bu toprakların kadim kültürüne ait değerler sisteminin içinde yer alan şeyler değildi. Modernite’nin ürettiklerine karşı oldukça sorunlu olan duruş’larımıza geçerli bir nizam ve ‘’bir kalbiniz vardı onu hatırlayınız’’ dizesiyle yapılmış en ürpertici ve belki de en işlevsel modernite eleştirisine imza atan şaire bir ihtimal daha verelim.
II. BÖLÜM; KISA SORULAR
En sevdiğin Kitap?
Yalnızlık Sözleri ve Erbain ikilisini okumalara hiç doyamadım.
En sevdiğin Sanatçı?
Müslüm Gürses ve bir imkân olarak tüm ruhaniyetiyle Neşet Ertaş.
Güven Adıgüzel olmasaydın, kim olmak isterdin?
Kendim olmaktan memnunum ama Erzurum’un uzak bir dağ köyünde mesleğini icra eden dünyayı hiç tanımamış çoban ümmi Rüstem’in yerinde olmak isterdim. Kıskanılacak bir hayat yaşadığını düşüyorum.
En sevdiğin kelime?
Hem fonetik, hem de anlam bakımından; merhamet, yakamoz, coğrafya, haysiyet ve eyvallah kelimelerini çok severim. Hatta şimdi beşini yanaya dizilmiş halde görünce birden heyecanlandım.
Hayat felsefenizin sloganı nedir?
Sloganlara mesafeliyim, ‘Allah’ım sen bilirsin’ demeyi tercih ederim.
Nasıl ölmek istersin?
Müsait bir yerde, az keşkeyle, tövbe kapısında kusurlarımla hesaplaşmış bir şekilde, mümkünse Malkım X’in ölüm anında yüzünde beliren, Allah’ı hatırlatan o ürpertici, bitimsiz tebessümüyle.
Öldüğünde cennete gidersen sana ne denilmesi hoşuna giderdi?
Zuhurata tabiyiz, ‘’uzun yol’dan geldin, yorulmuşsundur, otur soluklan biraz, gurbet bitti.’’
İZDİHAM