Öncelikle şunu söyleyelim; İran ve Pers romantizmi yapmıyoruz, İran rejimi tartışılacak ve eleştirilecek onlarca totaliter sorunsalı ile yanı başımızda duruyor. Birçok ülkede olduğu gibi İran’da da rejimin baskı politikaları ve diğer saiklerle beslendiğine dair yapılan eleştiriler üzerinde düşünmeye değer tespitlerdir. Son tahlilde İran kutsaması yapıldığı zannının, -diplomasisine duyulan hayranlıktan başka bir şey olmadığına- doğru değişmesi-dönüşmesi gerekmektedir. Ayrıca bence Ahmedinejad delikanlı bir adamdır ve İsfahan dünyanın en güzel 2. şehridir. Neyse bunu daha geniş anlatırız daha sonra…
Nato’yu biliyorsunuz, yok şarkıcı olan değil, o peçeli anti-emperyalist abla Star T.V’nin müzik eğlence programına katılıp gerdan kırdıktan sonra bitmişti zaten. Ben lahanası ile meşhur şehrimiz Brüksel’de merkezi bulunan Amerikan oyuncağından bahsediyorum. Bu oyuncakçının merkezi yetkilisi Jim amca demiş ki; “Balistik füze tehditlerinin nereden gelebileceğine baktığımızda, bize göre Türkiye çok fazla ön cephede yer alıyor. Dolayısıyla coğrafi açıdan, Türkiye, sistemin bazı bölümlerine ev sahipliği yapmada iyi bir yer olabilir” Sam amca, sınır karakolu olarak eski müttefikini yine hatırladı desenize. Lafı uzatmaya gerek yok, İran ve Ahmedinejad yok edilmeden -İsrail-Abd- lezzet ikizine uyku yok, çünkü Ahmedinejad’ın varlığı uykuları kaçırıyor. Füze Kalkanı diye bir şey yok arkadaşlar, bildiğiniz Füzedir o. Yani Tahran’ı bombalama isteğinin katmerli-destekli hali. İsrail’in komşularına dikkat etmişinizdir mutlaka; Mısır, Ürdün v.s. Özellikle Ürdün’ün haline bir bakın, tek bir söz söylemeye bile hakkı yok, acı bir kaybolan yıllar meselesi…
Bizim lezzet ikizi kardeşler için daha önce her şey yolundaydı aslında. Kukla fabrikası gayet iyi çalışıyordu, Ürdün, Suud ailesi, Mübarek falan işler tıkırındaydı lakin 79 devriminden beri İran’da işler yolunda gitmiyordu, gidemiyordu bir türlü. Hele birde 2000 sonrası seçimlerde Ahmedinejad isminde baş belası bir adam ortaya çıkınca işler büsbütün sarpa sardı. İkinci kez sandıktan çıkmaması için ‘gençler demokrasi istiyor’ sosuyla bir ayaklanma provası denense de Pers toprakları bu zokayı yemedi. Pjak meselesi de elde patlayınca geriye tek bir yol kaldı. Askeri, politik, stratejik baskı altına alarak eritme… Füze kalkanı projesi bu işin neresinde diye sorarsınız; tam ortasında tabii ki. İsrail’in güvenliğini tehdit edebilecek her şey bir şekilde yok edilmeli, İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini her fırsatta yineleyen bir lider de, birilerinin umurunda olacak haliyle. Irak bombalanırken susmuştuk, Tahran bombalanırken de çok konuşamayacağız anlaşılan.
Kumanda kimin elinde olacak v.s geyikleri, ülke ismi zikredilmedi açıklamaları, batı’ya tehdit doğu masalları, istediğimizi aldık ezberleri ve en güzeli de bizim topraklarımıza füze konuşlandırılmıyor ki; bu konu yanlış anlaşılıyor serzenişleri, üyelikten kaynaklanan sorumluluk falan, bence hikâye gayet heyecanlı… Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar yoktu bir zamanlar. Ayrıca ‘füze kalkanı’ kavramındaki ‘kalkanı’ ifadesiyle olayın yalnızca savunma amaçlı olduğu da ortada. Bu arada Allah büyük!
KRALİÇESİNİN ONURUSUZ KALEMİ; NAİPAUL
Aşağılık komplekslerini de yanına almış bir halde onursuz bir kalemdir güzelim İstanbul’umuza onur konuğu olarak gelen. Hoş geldinden başka bir şey yoktur aslında Müslüman’ın heybesinde lakin baydı bizi bu hoşgörü senfonisi. Doğduğu yerden ve aidiyetinden nefret eden aşağılık kompleksi dağları aşmış soylu unvanına sahip soysuz bir yazar portresiyle karşı karşıyayız. Dünyanın ve İslam medeniyetinin başkentinde, Müslümanlara-Doğuya akla ziyan küfür ve hakaretlerde bulunan böyle bir aşağılık kalem nasıl ‘onur konuğu’ olabilir?
Bu topraklarda yaşayan insani duyarlılıklarını kaybetmemiş tüm vicdanlı yazar, çizer, aydın ve sanatçılarla birlikte tüm düşünen insanlar bu duruma karşı çıkacaktır. Ayrıca Emir Kusturica örneğinde olduğu gibi; yok daha önce gelmişti, yok davul zurnayla karşıladınız, e o zaman niye ses çıkarmadınız şeklindeki ucuz propagandaların hiç gereği yok bence. Evet, bu şahsiyetsiz de geçtiğimiz Temmuz ayında İstanbul’a gelip davul-zurnayla olmasa bile coşkuyla karşılanmıştı. ‘Ödülperest’ bir toplum olduğumuz için İstancool festivaline Nobel ödüllü bilmem ne olarak davet edilerek “A Writer’s People: Ways of Looking and Feeling” adlı kitabından bölümler okuyarak festivalzedeleri sevindirmişti. Çağıranlar halt yemişler. Ama bu kez durum çok farklı; Çünkü ‘Onur Konuğu’…
Kustarica gerektiği gibi defoldu gitti bu topraklardan. Türkiye’ye ikinci bir Emir Kustarica vakasını yaşatmaya kimsenin hakkı yokmuş da, falan, filan. Geçin beyim bunları. Doğru yerde durun, dosdoğru olun. Siz madem o soysuzla yan yana oturma hakkını kendinizde görüyorsunuz ki her hakkınız saklıdır, bırakın da insanlar da protesto etme haklarını kullansınlar. Ya da bırakın Britanya’sına defolsun gitsin! Kraliçesinin kucağında romanlarını yazmaya devam etsin!
Emir Kustarica ile Naipul arasındaki farklar;
Emir Kustarica iyi bir yönetmen ve değerli bir sanatçıdır, yapıtlarında, eserlerinde kimseyi aşağılamaz, hakaret etmez, ırkçılık ve faşizan taraftarlığı yapmaz. Yani son tahlilde sanatçı olarak değerlendirirsek yapıtlarıyla yani ürettikleriyle yani -sanatsal anlamda- başımızın tacıdır. Ama Emir özel yaşamında savaşı, ırkçılığı, ırkçıları savunan, vampirlere methiyeler dizen ve kana susamış piçlere gönlünü açan bir heriftir de aynı zamanda. Dünya görüşüyle sanatçılığını ayrı ayrı değerlendirip değerlendirmemek size kalmış, benim görüşüm; ‘sanatçı olmak ‘insan’ olabilmekten daha önemli değildir’ felsefesinden hareketle Emir Kustarica’nın bir yavşak olduğudur. Yalnızca Bosnalı kadınlardan öfkesinin hatırına bile olsa, defolup gitmesine sevindim. Elbette başka görüşler de olacaktır ama Emir’i adam yerine koymayanlara biraz saygı gerekiyor galiba.
Naipaul’a gelecek olursak bu yavşak; yapıtlarıyla, eserleriyle yani sanatıyla daha açık bir ifadeyle -sanatı kullanarak- insanları aşağılayan, hakaret ve küfür eden, ısrarla inciten, aidiyetinin getirdiği gereksiz ve ısrarlı bir utançla kin kusan bir mahlûkattır. Onun için onur konuğu olamaz, olmamalıdır da, sanatı, İstanbul’u, vicdanı ve insanlığı kirletmemek adına. Bırakalım bu gelsin görüşünü söylesin ayaklarını, ona onur konuğu payesini vermek, genelinde tüm insanlığına özeline ise 1,5 milyar insana hakarettir.
Not: Cihan hanımdan bir düzeltme: ‘’17. Yüzyılda Hindistan’da gerçekleşen, sayısız insanın ölmesine sebep olan Babür Camisi’nin bombalanması’’ hadisesine düzeltmedir; Olay 17. yüzyılda değil, 1992 yılında yaşanmıştır. Bahse konu yer; Babür Camii değil, Babri Camiidir. Acele yazarken bu bilgileri doğrulatmamıştım maalesef. Saygılarımla…
TÜRK SİNEMASI YÜKSELİRKEN; BEŞ MİNARE
Ben az söyledim, birileri çok anlayamadı galiba, olabilir. -Bitlis’de beş minare- türküsü can yakıcıdır, bilirsiniz. Beş minare filminde ki İslamafobi’yi işleyiş de öyle.
Holivud film çekmek için iyi bir deneyim olabilir. Amerika’da film çekmek prestij kabul edilebilir.(bana göre bir anlamı yok) Bu niye Türk sinemasının sıçraması oluyor arkadaş! İran sineması diye bir şey var, Güney Kore sineması diye bir şey var. Türk sineması diye bir şey var mı? Daha yeni yeni bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. 3-5 araba patlatınca, helikopteri gökdelene çıkarınca mesele çözülüyor mu yani? Baştan sona tutarsız bir senaryoyla, ne anlattığı belli olmayan bir hikâye ile mi bu iş olacak? O aptal dinlerarası diyalog martavallarını bize mi yutturacaksınız? Yok, eşim Hıristiyan da yok aynı Allah’a inanıyoruz da, ben baba-oğul-kutsal ruh’a inanmıyorum. Sevgi-barış-kardeşlik gibi mevzuları genel, mesnetsiz, temelsiz, anlamsız ve vıcık vıcık bir anlatım tarzıyla ele alarak bu işler yürümez.
Tekrar söylüyorum kimseyle özel bir derdim yok, yalnızca dünyada yükselen genel bir akıma ve oluşturulmaya çalışılan o dil’e karşı çıkıyorum, bizim karnımız bunlara tok. Sinemaya emek verenlere saygı duyuyorum, hayalinin peşinden gidenlere de öyle. Aynı dünya görüşünü paylaşmasam bile sözü için bir ömür dik duranları severim. Değil mi ki devir konjoktürel insanların devri, o zaman biliriz biz birbirimizi… Beri gel ‘DURUŞ’ geri gel!
Güven Adıgüzel
İZDİHAM