27 Şubat 2016

Güven Adıgüzel, Yol Bir Yere Gitmez!

ile izdihamdergi

 

                                                                                (Geçen kış yaşanmış bir askerlik hikayesidir…)

Cahit Sıtkı’nın sesini ta uzaklardan, yani içimden bir yerlerden duymaya başladığımda anlarım ki; Abbas yolcu… Aslında gidilen yerin de bir önemi kalmıyor, yolcu ‘gitme’nin kendisine meftun olunca. Yolculuğun, -yolda olmanın- tadını hayatta yaşanılan tüm güzelliklerin toplamına eşit sanıyor insan bazen. Ve yine işte o gitme duygusu. Bu kaçış, bu herkesten ve her şeyden uzaklaşma isteği, yani ‘alırım başımı giderim efeler gibi’ diyerek yolun kendisine tutunma arzusu. Yusuf kuyudan çık ve yollara düş diye yankılanan sesler… Yemyeşil elbiselerimi, künyemi ve botlarımı çıkarıp haritasız ve pusulasız bir yolculuğa düşme zamanı çoktan gelmiş bile… Zaten bu bir türlü yerleşik olamama halidir beni ayakta tutan belki de. Belki hiçbir yer benim evim değil, her an gitmeye hazırım arkama bir an bile bakmadan hem de.  Yol bir yere gitmez usta! Yolda olmak iyidir…

Ankara’da dinlenmek için geçirdiğim bir gecenin ardından hemen hazırlanıp otelimden aşağıya iniyorum ve dolmuş beklemek üzere durağa doğru yürüyorum. Bu sırada resmi plakalı bir aracın bana işaret ettiğini gördüm, aracın yanına gittiğimde ‘’Kızılay’a gidiyorsanız sizi bırakabilirim az önce otelden hızlı bir şekilde çıkarken gördüm sizi, aceleniz var galiba’’ şeklinde nazik bir teklifle karşılaşınca tereddütsüz bindim arabaya. Sabah sabah çok güzel rastlantıyla başladı günüm. İsminin Hüseyin olduğunu öğrendiğim Bey Amca’yla yaptığımız kısa sohbetimiz esnasında konular nasıl birbirini izlediyse -söz- ölüme kadar geldi. Hüseyin Amca bana şöyle bir söz etti; ‘‘Bazı insanlar der ki dünya yalan. Hayır, dünya yalan falan değil bak milyarlarca yıldır orada yerinde duruyor. Yeterinde gerçek bile sayılır. Dünya gerçektir. Yalan olan insanların kendisidir. Yalan olan da, yalan olacak olan da sensin farkında değil misin?’’ bu sözün bitiminde Güven Park civarına gelmiştik, teşekkür edip araçtan indim. Zihnimde canlanan tek şey şuydu; böyle bir araç da yok, böyle bir Amca da. Beynimin yine bir çiviye ihtiyacı vardı anlaşılan ve gereken de yapıldı gerekli merciler tarafından. Ankara Otogarından Karabük otobüsüne bindiğimde bu kez yanımda huysuz bir ihtiyar vardı. İlk molada çay içmeyi teklif edince aşağıya beraber indik.

Dinlenme tesislerinin -demlenmesinin üzerinden takriben 20 saat geçmiş olan- o meşhur çaylarından yudumlaya başladık. Çayların parasını kimin ödeyeceği konusunda tartışmamızı zar-zor tatlıya bağlayabildik. Hemen aklıma gelen şey ise; genellikle Anadolu insanında bulunan ve şükür hala yitirmediğimiz ikram ve jest kültürümüzdü. Düşününce bir Avrupalıya komik bile gelebilir. Birbirini daha önce hiç tanımayan iki insan bir mola yerinde karşılaşıyorlar ve beraber içtikleri çayın parasını ödemek için neredeyse kavga edecekler. Nihat Genç’in Son istasyon dergisine verdiği röportajında söylemiş olduğu o cümlenin altını bir kez daha kalın çizgilerle çizmek lazım; ‘’Anadolu halkından ümidimizi kesmek, haşa Allah’tan ümidimizi kesmek demektir’’

ILIK BİR EZGİ; SAFRANBOLU

Otobüsümüz 3 saatlik bir yolculuğun ardından Karabük’e varıyor. Her yeri mavi-ateş sarmış. Tüm şehir Kardemir Karabükspor’un renklerine boyanmış. Her yerde Karabükspor’a destek pankartları asılmış. Şehir şampiyonluğa kenetlenmiş adeta… Safranbolu’ya gitmek için fazla vaktim yok hemen Otogar önünden bir dolmuşa atlayıp ‘Eski Çarşı’ adı verilen tarihi Safranbolu’ya gidiyorum. Karabük ile Safranbolu arası 25 dakikalık bir mesafede yani oldukça yakın. Tarihi Safranbolu evlerini ilk gördüğüm zaman içime garip bir huzur doldu.                                                                     Daracık yolları, orijinal mimarisi, güler yüzlü esnafı ve ruha dinginlik veren atmosferiyle ılık bir ezgi gibi insanın içine akıyor Safranbolu. Safranbolu’nun sokaklarını keşfe başladığımda hafif bir yağmurun da bana eşlik ettiğini görünce çocukça bir sevince kesildim. Dudaklarımda hafif ıslak bir Samsun 216, gözlerim manzarada, ellerim cepte, aylak aylak aşındırdım sokakları. Henüz kahvaltı yapmamıştım gözüm ‘Safran çay evi’ne ilişti.

Sokağın kuytusunda saklı ama çayevine yakışacak bir masumiyette ve fiyakada kendine yer tutmuştu Safran çay evi. İçeri girdiğimde o harika manzarayla karşılaştım; ortada gürül gürül değil de ince ince yanan bir odun sobası, sedir tipinde oturma yerleri ve taze çay kokusu. Kaşarlı poğaça ve taze çay eşliğinde yapılan kahvaltıyı yolu Safranbolu’ya düşen herkese öneririm. Safran çay evini görünce aklıma ‘Ah Muhsin Ünlü’nün ‘Çay evlerine gereken özeni göstermeliyiz’ dizesi takıldı. Hem çay evlerinin Starbucks’lardan daha yersiz olduğunu kim söyleyebilir ki? Gelen misafirlerin hediyelik eşya alışverişi yapabilmesi için uzunca bir çarşı kurulmuş. Alışveriş çok ilgimi çeken bir şey değildir ama çarşı fena değil gibime geldi. Merkeze doğru giden sokağın sonunda bulunan ‘Meydan Kafeterya’da lezzetli bir mantı yeme seansına katılmadan edemedim tabi öğlen yemeği niyetine. Safranbolu bana çok iyi geldi; hafif yağmur, aylaklık ve yalnızlık…

SELÇUKLU’NUN HİÇ ESKİMEYEN EVİ; KONYA

‘Gez dünyayı gör Konya’yı’ diye boşuna dememişler. Dünyanın marka kenti olma yolunda büyük adımlar atan Konya, her yanıyla buran buram başkentliğini yaptığı Selçuklu medeniyetinin kokusunu üzerinde taşıyor. Geleneksellikle-modernliğin bu kadar güzel harmanlandığı ikinci bir şehir var mı bilmiyorum ama Konya en az etli ekmeği kadar güzel bir şehir. Selçuklu mimarisinin hüküm sürdüğü şehirde tarihi güzelliklerin estetik açından göz doyurduğunu söyleyebilirim. Alaaddin tepesindeki göz alıcı yapıları gezdikten sonra şehri tam ortadan gören kafelerin birinde Türk kahvesi molası verebilirsiniz.

Konya deyince biliyorsunuz akla iki şey gelir; Mevlana ve Etli ekmek. Haliyle yemek vakti geldiği için ilk yaptığım şey güzel bir mekâna gitmek oldu. ‘Beyaz Saray’ isminde şık, temiz ve yemekleri oldukça leziz bir mekân buldum. Konya’ya yolunuz düşerse Beyaz Saray’a mutlaka uğrayın. Üstelik etli ekmeğinin de tadına doyum olmuyor.

Konya deyince Dünya’nın aklına gelen şey ise tabiî ki; yeryüzünün en büyük gönül adamlarından birisi olan -hoşgörünün kalesi, aşkın merkezi, imanın kalbi- hazret-i pirimiz Mevlana’nın türbe-mezarıdır. Mevlana hazretlerinin huşu yuvasına gitmek üzere yola çıkmayı düşündüğümde bile içimi garip bir huzur kapladı. Nihayet huşu yuvasının önündeyim. 2 TL giriş ücreti ödeyerek ve bu parayı ödemek için kısa bir süre kuyruk bekleyerek soluduğum manevi havayı biraz tehdit ediyorum ama güzel sultanımı görmek için ‘Cümle Kapısı’ndan içeri girmemle birlikte her şeyi unutuyorum. Ayağıma mavi galoşları geçirip Hazret-i pir’in huzuruna çıkıyorum. Daha önce birçok türbe gezmiş bir insan olarak hiç bu kadar heyecanlanacağımı düşünmemiştim. Resmen elim ayağım titredi Pir’imi babasıyla yan yana uyurken görünce. Çeşitli milletlerden insanlar yan yana duruyoruz kimimiz Fatiha okuyor, kimi ellerini çenesine dayamış saygı içinde bekliyor, kimi türbeye dikkatli gözlerle bakarak sessizce duruyor.

Herkes bir şey aramaya gelmiş, neyi aradığını bilmenin gizemi gönüllerde saklı. Birden aklıma vatan şairi Nazım Hikmet RAN’ın Mevlevi adlı o güzel şiiri geliyor; Sararken alnımı yokluğun tacı / Silindi gönülden neşeyle acı / Kalbe muhabbette buldum ilacı / Ben de müridinim işte Mevlana…

ANADOLU’DA MAVİ BİR RÜYA; ABANT

Bolu’ya geldiğimde en merak ettiğim konu; Bolu’lu Hasa Usta’nın yurtdışında bile şubesi varken Bolu’ya neden şube açmadığıydı. Sorumun cevabını bulamadım ama Bolu’lu Hasan Usta’nın namına ayıp ettiği ortada, tez elden Bolu’ya bir şube açmalı.

Gezimin son durağı Anadolu’nun mavi rüyası Abant. Eşsiz bir doğal güzellik ve yemyeşil ormanların arasında çarpıcı bir hayat kaynağı burası. Gölün bazı kısımlarında bir takım düzenleme hataları yapılması neticesinde taşmalar yaşandığı görmek kahrediciydi ama yapılan yanlış hızla telafi edildiğini görmek beni biraz olsun rahatlattı. Gölün çevresinde yaptığım ve yaklaşık 2, 5 saat süren yürüyüşün ruhumu dinlendirdiğini söyleyebilirim. Kulağımda Sagopa Kajmer’den esintilerin de eşlik ettiği bu yürüyüş benim için unutulmazdı.

‘‘Yol bir yere gitmez, o bir susma biçimidir’’ der şair…

Yoldur Seyyahın kaybettiği belki de…

Selametle…

Ayrıca, bir Ata DEMİRER gösterisinin fotoğrafı…

OLGUN BİR MEDDAH: ATA DEMİRER

Ertesi gün Ankara’dayım. Ata Demirer tek kişilik dev kadrosu ve sezonun finaliyle -yani son oyunuyla- Ankara’da ben de izleyenler arasındayım. Bileti en önden aldım ama hiç gereği yokmuş, Ata her yerden çok net çünkü. Öncelikle şunu söyleyeyim; Ata artık tam bir hikâye anlatıcısı ve ortaoyuncu olmuş. Meddah geleneği üzerine eğilerek mesleki anlamda gerçek kimliğini oluşturma noktasında önemli aşamalar kaydetmiş artık. DVD’den herkesin izlediği ve neredeyse her sahnenin ezbere bilindiği o ilk oyunundaki ‘hikâyeyi taklide bağlama sendromu’ndan tamamıyla kurtulmuş olduğunu söyleyebilirim. Daha kendine güvenen, enerjik, dinamik bir anlatıcı var karşımızda artık. Seyirciyle oyunun hemen başında kurduğu -samimiyete dayalı bağ- anlatıcı olarak en büyük avantajlarından birisi. Zaten ayağının kırılması neticesinde başına gelen olaylarla ilgili yaptığı esprilerle kahkahayı çok erken buluyor.

Oyuna şöyle kuşbakışı olarak bakacak olursak; Orijinalliği oldukça yüksek Ahmet Kaya taklidi, Kraliçe arının işçi arının aşkına karşılık vermemesi sonrasında İşçi arının şarkıcı olup pavyona düşmesi, Büyük İskender’in Trakya seferinde neden bu kadar oyalandığı konusu, müzikli don hadisesi, kasiyer kızlar, reklamlar, Pop-star alaturkadaki Orhan Gencebay’ın durumunun hicvedilmesi bölümü ve finalde söylediği bu oyun için özel olarak yazılmış rap tarzındaki şarkı en beğenilenler arasındaydı. Taklit kısmına çok girmek istemedi bu kez ama yoğun istek üzerine Bülent Ersoy’u Yüzüklerin Efendisine göndermesiyle salon yıkıldı. Kadir İnanır’ı ise ilk perdeyi kapatıp oyuna ara vermek için kullandı sadece. Fatih Terim’i şöyle bir geçti, Emrah taklidi yapmadı bile. Beni en çok güldüren yerlere gelince; Flash T.V ve türevi kanallardaki türkü programlarını hicvetmesinin yanak kaslarımı zorladığını söyleyebilirim.

Romantik cinayet itiraflarının yaşandığı ‘yemekteyiz’ programıyla kafa bulduğu bölüm de tek kelimeyle enfesti. Bildiğiniz üzere genelde hayvanları konuşturmasıyla ünlüdür gösterileri ama bu kez kendisini taşımaktan yorulan liflerini bile dile getiriyor Ata. Esprilerini güçlendirmiş, bedenini zayıflamış, kendini geliştirmiş, oldukça zinde bir oyun hazırlamış. Olgun bir meddah olma yolunda büyük aşama kaydetmiş. Yeni sezonda 2 saat süren güzel bir yolculuk yapın derim Ata’yla. Yalnız tadı damağınızda kalıyor onu söyleyeyim keşke 4 saat sürse diyorsunuz.

Güven Adıgüzel

İZDİHAM