1 Mayıs 2020

Harold Bloom’un Ardından: Ihlamur Sokağı’nda Soğuk Bir Gün

ile izdiham

Bloom hüzünlüydü ama umutsuz olduğunu sanmıyorum. Edebiyatın geleceğine ilişkin öngörüsünü sorduğumda şu cevabı almıştım: “Hiçbir şeyin hayal gücüne dayalı edebiyatı öldüreceğini düşünmüyorum”

Ihlamur Sokağı’ndaki ahşap görünümlü evinde, New England’ın kesif soğuğunu sıcak bir meyve çayının kırdığı ikindi vakti, parmağını kaldırıp yazdığı tek romanı da tavan arasında tuttuğunu söylerken hatırlayacağım Harold Bloom’u. Ekim’in 14’ünde 89 yaşında öldüğünde edebiyat eleştirisini şekillendiren metinleri yazdığı ve Yale’i edebiyat eleştirisinin iki kutbunun bir ucuna yerleştirdiği şehirde New Haven’daydı yine. New York City’deki dairelerine yılın belli dönemlerinde gidip gelseler de, eşi Jeanne Gould ile çoğunlukla New Haven’da yaşıyorlardı. 2002’de geçirdiği açık kalp ameliyatından ve 2008’de düşüp kalçasını kırdığından beri hareketleri yavaşlamıştı. Evin içinde bile bastonla geziyordu. Uzun bir yemek masasının ucunda, birikmiş kitapların arasında ya da sokağa bakan bir köşeye yerleştirilmiş puflu koltuğunda oturuyor, kitaptan kulelerle çevrili yaşıyordu. Evinden çok da uzak olmayan üniversiteye ders vermek için gitmeye devam ediyordu. Bloom neredeyse sonuna kadar okula gitmekte ya da o ünlü “fildişi” kuleye çıkmakta ısrar etti, ölmeden dört gün önce son seminerini verdi, öldükten bir gün sonra yeni bir kitabı çıktı. “Beni bir ceset torbasında çıkaracaklar sınıftan” diyordu. 

O fildişi kule onu entelektüel ve fiziksel anlamda koruyabilmiş miydi? Sanırım gerçek dünyada o kule yıkılalı aslında çok oldu. Bloom kendi kulesini ise şöyle muhafaza ediyordu: Yale’de bölümüyle bağlantısını idari olarak sürdürmüyor, doğrudan dekana hesap veriyor, edebiyat akademisinin, eleştiri dünyasının fiziksel bir parçası olarak hareket etmeyi reddediyor, özerkliğini ilan ediyordu. Edebiyat eleştirisi için alışılmadık bir şekilde çok satan Harold Bloom kırkın üzerinde kitap yazdı ve yüzlerce kitabın da editörüydü. Bu üretkenliği ve çok satması popülist olarak nitelendirilmesine neden olsa da bir kitabın editörlüğünü yapması ya da önsözünü yazması kitabı pazarda yükseltmek için yeterliydi. 

Bloom’la görüşmelerimde çocukluğuna yaptığı vurgu, edebiyata beş yaşından beri bağlı olduğunu ısrarla anlatışı beni hep çok etkiledi. İkinci nesil bir göçmen Yahudi aileden geliyordu ve Bronx’ta geçmişti çocukluğu. Hayatını kaybettiğini öğrendiğimde çocukluğundan bu yana edebî karakterlerle yaşayan ve sıradan bir sohbette bile sözlerinin hatırı sayılır bölümü bu karakterlerden yaptığı alıntılardan oluşan bu “edebiyat ikonunu” ömür boyu ona eşlik etmiş olan karakterler giderken de yalnız bırakmamış olacak diye düşündüm. Bunu söylememin nedeni özellikle son dönemde “karakter” üzerine daha çok kafa yorduğunu görmem. Son kitaplarında Shakespeare karakterlerini inceliyordu, henüz iki yıl önce Lear, Falstaff, Macbeth, Iago, Cleopatra üzerine birer kitap yazdı. Hep şöyle düşündüm: edebi karakterlerin gerçeğe, gerçek bir dünyanın etkileşim içindeki sakinleri olmaya en çok yaklaştıkları yerlerden biri olmalı Harold Bloom’un zihni. Ama şunu da eklemeli: bu dünyada kendisinin tanımladığı “kanon” dışındaki karakterlere yaşam alanı pek yoktu. Ardından Times Literary Supplement’te yazdığı “A Resentnik Writes…” adlı makalede Elaine Showalter bunu bir tür “mutlu cehalet” (happy ignorance) olarak tanımladı. 

Shakespeare: Döngüsel Bir Figür

Bloom’un saf estetik ölçütlere dayalı eleştiri anlayışına göre Shakespeare edebiyatın tanrısı, öncüsü, kaynağıydı. Ardından Chaucer ve Kafka gibi Batılı yazarları sıralıyordu. Bu sıralamanın ve Batı Kanonu’nun sonunda verdiği listenin çoğunlukla Batılı beyaz erkeklerden oluşması eleştirildi. 1990’da yayımladığı Shakespeare: An Invention of the Human (Shakespeare: İnsanın İcadı) bu savını temellendirmek için yazıldı. Shakespeare üzerine konuştuğumuzda Bloom onu şöyle tanımlamıştı: “edebiyatın sınırlarının ötesine geçen döngüsel bir figür”. Bloom Batı kültürü özelinde sadece bir yazar ya da eleştirmenin değil, sıradan bir insanın da zihnini Shakespeare’in şekillendirdiğini söylüyordu. Endişe de ona göre tam da buradan, Shakespeare’den başladı. 

Saatte dört yüz sayfa okuyabildiğini söyleyen Bloom’un en önemli özelliklerinden biri fotografik hafızası sayesinde yapılan bir alıntının devamını ezberden okumaya devam edebilmesiydi. Elbette daha çok kanonun tepesindeki kitaplardan alıntıları… Yine de bu özelliğinin tartışmalı “etkilenme endişesi” kavramının kaynaklarından olduğunu düşünüyorum. Kitaplar arasındaki bağlantıları, metinlerarasılığı bu sayede çok daha kolay fark/tespit edebilen Bloom, 1973 yılında The Anxiety of Influence’ı (Etkilenme Endişesi) yazdı. Kitap kırkın üzerinde dile çevrilerek edebiyat eleştirisini en çok etkileyen kavramlardan birini dünyaya yaydı. “Etkilenme endişesi”nin kaynağını sorduğumda “endişe tanımını Kierkegaard’ın korku ve Freud’un angst kavramlarının birleşmesiyle elde ettiğini” söylemişti.

 Bloom’un yazdıklarını ve bir karakter olarak kendi serüvenini gözlemlerken fark ettiğim şey kavramlarını geliştirirken kendini alaycı bir üslupla eleştirebilmesiydi. Bloom 2013’te Etkilenme Endişesi’nin devamı sayılabilecek The Anatomy of Influence’ı (Etkilenmenin Anatomisi) yazmıştı. “Etkilenme Endişesi okunması güç bir kitaptı, hatta eleştirel bir tartışmadan çok bir tür düzyazı-şiir bile denilebilir. Bu kitap öyle değil” dedi iki kitabın farkını sorduğumda. “Etkilenme endişesi” kavramına yöneltilen eleştirilerden biri kadın yazarların perspektifini dışlamasıydı. Showalter’a göre bu kavram kadın yazınıyla çelişiyordu çünkü kadın yazarların kendilerinden önce yazan kadın yazarlardan etkilenmesi rekabetten çok bağ (connection) üzerine kuruluydu. 

Bloom’u savunanlara göre ise bu ve bunun gibi eleştiriler iyi niyetli değildi, dogmatik ve indirgemeciydi. Üstelik kolaydı Bloom’a saldırmak, kategorik kavramları güvenli bir saldırı haklılığı oluşturuyordu. Öte yandan Bloom da boş durmuyordu, polemik içinde olmaktan hoşlanan bir havası da vardı bana kalırsa. Ancak bunu tam olarak kibirle açıklayamıyorum. Tam tersine onunla edebiyat sevgisini paylaşan herkese saygı duyuyordu Bloom, edebiyattan konuşmaktan haz alıyordu, gözlerinin içi çocukça gülüyordu, yine de hüzün duyduğu belliydi bir yandan, edebiyatın hazzı, coşkusu, dehanın görkemi nereye gidiyordu… O da biliyordu ki, fildişi kule de, eskiden gür, şimdi tiz çıkan sesiyle ölesiye koruduğu kanonu da deliniyor, başka bir okumak, başka bir yazmak, belki de başka bir tür haz almak geliyordu yerine. 

Harold Bloom hüzünlüydü ama edebiyat için tam olarak umutsuz olduğunu sanmıyorum. Daha çok hızdan şikayetçiydi, mesafeden ve yüzeysellikten. Edebiyatın geleceğine ilişkin öngörüsünü sorduğumda şu cevabı almıştım:

“Hiçbir şeyin hayal gücüne dayalı edebiyatı öldüreceğini düşünmüyorum, sorun her şeyin iletilme hızındaki aşırılık… Örneğin, şiir edebiyatın en nitelikli türüdür ve mümkünse ezberlenmeyi ister. Yani bir şekilde mümkün olan en derin anlamda bir sahiplenmeyi gerektirir. Bunun için de yavaşlamaya ihtiyaç vardır, sadece anlamak değil art arda okumak, onunla yaşamak, yıllar içinde tekrar tekrar okumak… Bugünkü bilgi hızı içinde bunu yapmak mümkün görünmüyor.”

Şafak Bingöl Yüce, Kaynak: T24

İZDİHAM