Helmut Lethen, Utancı Savuşturmak: Nesnellik Habitusu
1918 Kasımı’nın birinci veya ikinci gününde, sabah saat 11:00 civarında, on üç yaşında bir oğlan Viyana’nın Kuzey İstasyonu’nda babasının cepheden dönmesini bekliyordu. Rayların üzerinden gelen buz gibi soğuk rüzgâra tahammül ederek birkaç saattir bekliyordu. Oğlan onyıllar sonra, tren en nihayet vardığında, inmeye başlayan yolcular arasında emirerine bağırarak hızlanmasını isteyen bir subayı hatırlayacaktı. Habsburg imparatorluk ordusunun bu tür emirerleri için kullandığı tabirle söylersek, Putzfleck’in eli kolu eşya doluydu, havanın soğukluğuna rağmen ter içindeydi, başını bile zar zor kaldırabiliyordu. Yine de bir yandan yürürken bir yandan da “Emredersiniz komutanım, başüstüne komutanım” diye mırıldanıyordu.
Birden genç bir asker yolunu kesti. “Yoldaş,” dedi asker, “ne koşuyorsun? Dünya kadar zaman var. Dünya kadar zamanımız var.” Emirerinin elinden bavulları almaya başladı. Emireri ses çıkarmadan başıyla “subay burada” işareti yaptı; zaten subay da bu isyana uygun bir cevap vermeye hazırlanıyordu. Ama subay yaklaşınca askerin kepindeki imparatorluk armasının yerine Polonya bayrağının renklerini taşıyan bir şeridin konmuş olduğunu fark etti. Tereddüde düştü, o arada da etrafının ona düşman gibi bakan başka insanlar tarafından çevrildiğini gördü, onlardan biri başındaki şapkaya vurup yere düşürdü. Subay kılıcına uzandı, ama Putzfleck elindeki yükün geri kalanını yere fırlatıp dikelmişti. Şimdi subaydan daha uzun boylu olduğu anlaşılıyordu ve subayın her iki kulağına da sert birer şamar indirdi. Subay artık, hikâyeyi anlatan kişinin sözleriyle, “bir tuhaflık” olduğunu gayet iyi anlamış vaziyetteydi. Etrafındaki bütün astlar birdenbire “bir kâbustaki canavarlar” kadar öngörülemez hale gelmişlerdi. Ona gülüyorlardı. Rayların üzerinden atlayarak oradan kaçtı. [1]
Viyana tren istasyonundaki bu şimşek hızındaki dönüşümün hikâyesine, natura facit saltus (doğada sıçramalar vardır) ibaresini eklemek geliyor insanın içinden. Ama bu hikâye bize Manès Sperber’in siyasal şiddet hakkındaki düşüncelerini, tarihsel süreci hızlandırmaya çalışan stratejilere karşı geliştirdiği düşünceleri içeren Sieben Fragen zur Gewalt (Şiddete Dair Yedi Soru) kitabının giriş bölümünün bir parçası olarak anlatılmıştır. Dolayısıyla Sperber yavaş evrimsel gelişmenin zorunluluğunu vurgulamaktadır. Aradan altmış yıl geçtikten sonra olayı hatırlarken başına natura non facit saltus (doğada sıçramalar yoktur) ibaresini koyuyordur.
Kuzey İstasyonu’ndaki sahne Sperber’in hafızasında bütün bu zaman boyunca kalarak düşünme tarzını şekillendiren mitik bir imge işlevi görecektir: Bütün kurumları, bir tüyden fazla ağırlığı olmayan, camdan bir ev kadar kırılgan şeyler olarak görmeye başlayacaktır. Çocuk, babasının az çok bir kahraman kılığında dönmesini beklerken onun yerine bu skandalı yaşamıştır. Bu da izini bırakır elbette. Sperber hikâyenin sahiciliğini sorgulamaz. Hatta, Habsburg monarşisinin şaibeli konumunu göz önünde bulundurarak ona belli bir tarihsel meşruiyet bile yükler. Ama daha genelde, sahneyi bir tür telafi edici hülya biçimine dökerek hatırlamaktadır. Bir özne kendini birdenbire yerçekimi yasasının hükümsüzleştiği bir mekânı işgal ederken bulmuştur. Geleneksel olarak karmaşık ilişki ve durumlar öyle basitleştirilmiştir ki yok olmanın eşiğine gelmişlerdir. Bir kölenin sırtındaki çanta gibi ağırlık yapan kesif geçmiş kolayca bir tarafa fırlatılıverir, bir kenarda bırakılmış bavullar gibi unutuluverir. Sperber burada kişinin kendi zihniyetinin çekim kuvvetinden kurtulma arzusunun askerlerin jargonunda bile ifade bulduğu bir dönemi anlatmaktadır. [2]
Bu tür ani dönüşüm edimlerini birkaç perspektiften tarif edebiliriz. Tarih, teoloji, sahne sanatları ve nihayet sosyoloji Kuzey İstasyonu’ndaki olayı kendilerine göre açıklayacaklardır. Tarihçiler Fransız annales okulunun teşvikiyle, “uzun” faaliyetler, zaman içinde art arda tekrar edilen olaylar ile sadece bir veya birkaç kere olan “kısa” faaliyetler arasında ayrım yaparlar. [3] Bu tarihsel perspektiften bakıldığında bu ikinci türden faaliyetler tipik değil egzotiktir, dolayısıyla da bilgi olarak pek bir değere sahip değildir. Uzun vadeli veya konjonktürel süreçlerin yapısı ilgiye daha çok layıktır. Kaldı ki bir tren istasyonu –Pireneler gibi veya Loire Nehri’ndeki bir dönemeç gibi– zamanla değişmeyen türden bir bağlam değildir.
Yine de “tarihsel an” kategorisi, Kuzey İstasyonu’ndaki olayı anlamamıza yardımcı olacak bir tarihsel kategoridir. Tarihçiler bu tür anları, bilincin, üzerine bir duraklama işareti çizdiği birer “boş alan” olarak görürler. Tarihsel an, bir gözlemcinin bilincinde ortaya çıktığı haliyle, “iki bilardo topunun çarpışmasına” benzer; “kendisinin maddi bir yanı yoktur, daha çok etrafında devam eden karmaşık fiziksel süreçlerin sonucudur.” [4]
Ama Kuzey İstasyonu’ndaki olay oğlanın bilincinin menziline girdiğinde, çoktan bir tekrar haline gelmiştir. Hafızası onu yeniden biçimlendirene kadar olay çoktan dramatik bir biçime bürünmüştür. Böyle olmasa, istasyonda hazır bulunanlar olayın içerdiği fars unsurunu hep birlikte fark edemezlerdi (zaten subayla dalga geçmelerinin koşulu da budur).
Burada fars kavramının, On Sekiz Brumaire’de Bonaparte hakkında yazan Marx’tan geldiğini not etmekle yetineceğiz. Bir farsın konusu her zaman gözlemcinin dışındaki biri olduğu için, Marx’ın genelde pek itiraz görmemiş az sayıdaki iddiasından biridir bu. Ama burada daha önemli nokta, fiziksel analojinin telkin ettiği tarihsel olay kavrayışının, kritik bir unsuru örtbas etmesidir. İki bilardo topu –çarpışmalarıyla tarihsel ânı oluşturan ve ani dönüşümün öznesi olan iki top– analizimizin menzili dışında kalmaktadır. Bir kere çarpıştıktan sonra etki-tepki diliyle tarif edebileceğimiz bir seyir izlerler izlemesine, ama biz de bu tarifi ancak hareketlerin iç yapısını analiz dışı bırakma pahasına yapabiliriz.
Tren istasyonu sahnesi, ayrıntılı incelendiğinde, bilardo topu benzetmesinin telkin ettiğinden daha fazla ayrışmıştır. İstasyondaki gözlemcilerin tepkilerinin tutarlı ve kolektif olması, onların bu tepkiyi verirken yüksek derecede bir ortak farkındalık yaşadıklarını ima eder. Ama Sperber hikâyeyi anlatırken bu ayrışmayı sadece subaya atfeder. Subay protokolün sırça mahfazasından “hayvani” isyan “âlemi”ne doğrudan bir bakış atar atmaz sahnenin içerdiği “tuhaflığa” feci hassas bir hale gelir. Durumun dehşetli veçhesi, babasını bekleyen oğlan hariç, oradaki kaba saba ahalinin gözünden kaçar. Ama subayın bilincindeki bu nüans sezebilme kabiliyetine rağmen bile, ne o ne de emireri, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinden bildiğimiz türden kurnazlıktan (ne idüğü belirsiz süreçlere psikolojik bir yönelim atfetmenin ürünü olan kurnazlıktan) nasiplerini almışlardır. Bireyler eylemde bulunurlar ve bunu yaparken de tamamen gerçekçidirler, dünya tini için ellerini taşın altına sokmak gibi bir düşünce akıllarından bile geçmez.
Notlar
[1] Manès Sperber, Sieben Fragen zur Gewalt: Leben in dieser Zeit (Münih, 1978), 9-10. Bu vakayı şu yazımda yorumlamıştım: “Blitzschnelle Metamorphosen: 7 Überlegungen zu einem Putzfleck”, Geschichte als Literatur: Formen und Grenzen der Repräsentation von Vergangenheit içinde, haz. H. Eggert, U. Profitlich ve K. Scherpe (Stuttgart, 1990), 242-49. Metne dön.
[2] Bkz. Ernst Jünger, Der Arbeiter: Herrschaft und Gestalt (1932), 4. basım (Hamburg, 1941), 198. Metne dön.
[3] Peter Hüttenberger, “Der historische Augenblick”, Augenblick und Zeitpunkt: Studien zur Zeitstruktur und Zeitmetaphorik in Kunst und Wissenschaften içinde, haz. Thomsen ve Holländer (Darmstadt, 1984), 222-33. Metne dön.
[4] A.g.y. Metne dön.
Helmut Lethen
İZDİHAM