Oidipus’un ölümünden beri gözlerim ve düşüncelerim denize yöneldi ve daima onun yanına sığınıyorum. Bir kayanın gölgesinde, limanın ve insanların uğultusunu ve deniz kuşlarının çığlıklarını dinliyorum. İokaste’nin bana şunları dediği günü hatırlıyorum: “Babanın her şeyden önce bir denizci olduğunu asla unutma Antigone.” Baş döndürücü yolculuğunda beni o çok korktuğum yere kadar götüren bu denizciydi. Yollarda geçirdiğim on yıldan sonra, o yer Atina oldu, şimdi burada yalnızım, yastayım, denizin kıyısında. Gökyüzünde iri kanatlı bir kuşu seyrediyorum; Oidipus’un, İokaste’nin ve resim yaptığında Klios’un iri kanatları. Ben böyle değilim, ben büyük gökyüzü ve büyük düşünceler için yaratılmamışım.
Bir gün Oidipus aniden bana dönüp şöyle demişti: “Sen hiç denize açılmadın Antigone, oysa gerçek bir denizcisin. Yelkensiz, dümensiz, yıllardır denizlerde yol alıyorsun, benim körlüğümde, baş dönmelerimde, Klios’un ve benim cinnetimde alabora olmadan.” Durmadan birbirimizi kaybettiğimiz görünmez yoldaki o mutluluk anını yeniden hissediyorum içimde.
Klios’un dostu Narses, gemileri yeni bir sefere hazır mı diye bakmaya gittiği limandan dönüyor. Yanıma oturuyor ve kırmızı tapınağın freskinin tamamlandığını söylüyor. Klios yarın gidip görmemi istemiş. Bu tapınak neden kırmızı? Narses bunun çok eski zamanlardan beri balıkçıların ve çobanların tanrıya yakarmaya ve saygılarını sunmaya geldikleri bir mağara olduğunu anlatıyor. Bu karanlık in Klios’a ilham vermiş, girişi alev kırmızısı boyamış, sonra kırmızı yavaş yavaş bütün tapınağa yayılmış.
Ertesi gün biz belli belirsiz bir patikadan tapınağa doğru tırmanırken tanyeri dupduru, adeta uçucu. Mağara kayalar arasında saklı, güneş gözümü kamaştırdığından girişini ilk anda fark edemiyorum. Aniden kırmızı karşımda, haşmetli bir kırmızı, tıpkı Klios gibi insanı etkisi altına alıyor. Onu görür görmez, solur solumaz, sevincini avuçlarımda hisseder hissetmez kıvanç duyuyorum. İçinde yankılanan seslerin arasında biraz daha ilerlemeyi arzuluyorum. Hareket halindeki bir kırmızının içindeyim. Harika bir şekilde perdahlanmış duvarlarda ona dokunuyorum, geniş döşeme taşlarının biçimini aldığında üstünde yürüyorum. Kırmızı karanlığa dalıyor ve kaybolmadan ona karışıyor, Klios onun cüretkâr ışığından binlerce renk fışkırtmış.
Mağara, hafifçe yukarı doğru yükselirken ağırlığını kaybeden bir yarımküre biçiminde. Bu kusursuz biçim ve birbirini aydınlatan, karartan, değiştiren kırmızıların oyunu, ışıltısı heyecanlandırıyor beni. Gözüm bu esrarengiz ışığa alışıyor ve karşımda duran freski fark ediyorum.
Tanrı ve canavar birbirlerine saldırıyorlar, Python oklarla delik deşik olmuş ve oklardan biri hâlâ etine saplı duruyor. Buna rağmen göklerin okçusuna yaklaşmayı, onu göğüs göğüse çarpışmaya zorlamayı başarmış. Kavga sonuna yaklaşıyor, zira iki hasım güçlerinin sınırındalar. Canavarın bedenini kaplayan gri tüylerin üzerinde kan ve yaralar derin izler bırakmış. Boynuzlarının arasında ve güçlü boynunda upuzun beyaz saçlar dalgalanıyor. Tanrı onu bu ürpertici yeleden yakalamış, boynuzlarını kullanmasını engelliyor ve onu devirmeye çalışıyor.
Tanrı doğan güneşin tanrısı, silahları parlıyor, etrafı ışık içinde. Kavga şiddetli, ama tanrının zaferi kesin. Canavar ve gölgenin güçleri geri çekilirken hâlâ direniyorlar, güneş gökyüzünü baştan sona kapladığında eski inlerinden kovulmuş olacaklar.
Kırmızının rahmine, anaç alacakaranlığına girdiğimden beri aşırılığın etkisi altındayım. Klios ve Narses’in çizdiği kızıl patikada her şey beni aydınlatıyor, fresk hariç her şey.
Doğan güneşin tanrısını, oklarını, muzaffer oğlan çocuğu kibrini seviyorum, ama beyaz saçlı canavarı da seviyorum, ata yadigârı ağır bedenini ve yaşlılığının acı tecrübelerini. O, göklerin okçusunun henüz bilmediği ve belki de ebediyen bilemeyeceği hakikatlerin karanlık ve kaba hafızası. Onu buradan kovmak için yenilgiye uğratmak ve yeraltı krallığını tamamıyla ışığa adamayı istemek yanlış, tehlikeli. Klios harika bir iş çıkarmış, ama beni kendimden geçirmeye devam eden kırmızının sonsuz ışık geçirmezliğine denk düşmeyen soğuk hakikatler çerçevesinde.
Narses bana bakıyor, şu ana kadarki heyecanımı gördü, sessizliğim şaşırtıyor onu. Freski nasıl bulduğumu soruyor. Hayal kırıklığımın farkına varmaktan sarsılmış haldeyim, halbuki danstan ve renklerin cömertliğinden esinlendiğinde Klios’un yaptıklarını öyle beğenirim ki.
“Ona tek başıma ve daha uzun süre bakmam lazım.” Narses beni anlıyor belki de ve yanımdan uzaklaşıyor.
Klios boyadığı ilk vazoyu bitirdiğinde büyük bir sevinçle Oidipus’a getirmişti. Parmağını tutup desenlerin üzerinde gezdirmiş ve ona renkleri tarif etmişti. Oidipus şöyle demişti: “Güzel.” Çok mutlu olmuştum, Klios da öyle. Ama Oidipus başka bir şey eklemeyince Klios’un yüzü değişmiş, bağırmıştı: “O kadar mı?” Oidipus cevap vermemiş, Klios da günlerce üzüntü ve şüphesiz umutsuzluk içinde yaşamıştı; sonra, yavaş yavaş, ciddi bir hastalıktan kalkar gibi, tekrar boyamaya ve vazolarını Oidipus’a göstermeye başladı. Daha pek çoğunu kırıp parçaladı, ama Oidipus’un gülümsediğini ve ellerini vazonun üstünde uzun süre gezdirdiğini görürse mutlu oluyor ve vazoyu saklıyordu. “Böylelikle,” dedi bir gün, “Oidipus ne boyadığımı hiç görmeden, beni ressam yaptı.”
Halbuki, freskte eksik olan, hayranlık verici kırmızıda mevcut; bu kırmızı emin ve sıcak bir sığınak, bir in. Tıpkı Oidipus’un bulmayı başardığı ve içinden şarkısının yükseldiği in gibi. Acaba yeni tanrı eskisini çocuksu inden kovabilir mi, onun elinden ışığı ve kırmızıdan payına düşeni alabilir mi?
Ben freski seyrederken, Klios hiç ses çıkarmadan içeri giriyor. Sessizliğim freske başka bir gözle bakmasını sağlıyor. Gözlerimden, tamamlanmış sandığı eserin öyle olmadığını ve ondan hâlâ muazzam bir çalışma beklediğini okuyor.
Öfkeye kapılıyor, bana sesleniyor:
“Eksik olan ne?”
“Bu sadece bir kavga, Klios, alışveriş yok.”
Söylediğim Klios’u umutsuzluğa sürüklüyor sanki: “Alışveriş… ne alışverişi?”
“Kan alışverişi” demeyi göze alıyorum.
“O halde her şeyi yok etmek, silmek gerek!”
Eline bir fırça alıyor, boyanın içine daldırıyor. Tam o sırada içeri giren Narses ona yalvarıyor: “Sabırlı ol!”
Çok geç, Klios üzerini sıvamak için freske doğru atıldı bile. Dehşete kapıldığımdan, onu dinlerken yer değiştirmiş olmalıyım, zira yolunun üstünde duruyorum. Beni itmeye çalışıyor ama fırçası yüzünden rahat hareket edemiyor. “Her şeyi yok etme. Olmuş. Neredeyse olmuş.”
Fırçasını atıyor, öfkeyle kollarımdan tutuyor: “Neredeyse, neredeyse de ne demek?.. Hiç!”
Canımı acıtıyor, kahrı kabarıp benimkinin üzerine taşıyor ve ikimizin de içini yakan Oidipus’un yasını canlandırıyor. O beni hiddetle sarsarken, soru garip bir biçimde içimden yükseliyor: “Nereden başladın Klios?”
Şaşırıyor: “Eşikten. Zamanla her şey kararmıştı. Kırmızıya ihtiyaç duydum.”
“Sonra?”
“Kırmızıdan kırmızıya ilerledik, sonra aydınlık kuyusunu deldik ve tanrının ışığı göründü.”
Ona bir soru daha sormaya cesaret ediyorum: “Boydan boya kırmızının yolunu izledin, peki freske başlarken neden bu yoldan ayrıldın?”
Bu soru üzerine Klios beyninden vurulmuşa dönüyor. Öfkesi diniyor, artık beni dinlemiyor, fırçalarına ve boyalarına koşuyor. Narses’i yardıma çağırıyor, beni çağırıyor: “Çabuk, hâlâ içimde alev alev yanıyorken kırmızının yoluna dönelim.” Bütün bedeni harekete geçmek için can atıyor ve bizi de sürüklemek, kendi ritmine uydurmak istiyor.
Klios’a sorduğum ve onu allak bullak eden sorular üzerinde düşünmek istiyorum. Buna fırsat vermiyor, elime fırçaları tutuşturuyor, o hızlı kesinliğiyle hangi renkleri kullanacağımı ve nerede kullanacağımı belirtiyor. Hemen başlamamı istiyor, bu arada Narses’le yeni kırmızılar hazırlıyor. Sonra, arkadaşını işin başında bırakarak freske dönüyor, bir dansla veya aşk hareketleriyle dolu bir kavgayla korkusuzca karşısına dikiliyor. Becerikli fırça vuruşlarıyla üzerine renkler atıyor. Bazen freskin üzerine atılıyor ve onu adeta yaralıyor, zorluyor, bazen de inanılmaz bir yumuşaklıkla yaklaşıyor ve fırçasıyla şöyle bir dokunuyor. Hareketlerinin ve heyecanının yarattığı helezona, susamış geyik koşusuna ve sıçramalarına bizi öyle kuvvetli çekiyor ki geri kalan her şeyi unutuyoruz.
Klios’un eylemiyle biçim değiştiren güneş tanrısı canavarın kanıyla ve kendi kanıyla kaplı kıpkırmızı bir tanrıya dönüşüyor. Harikulade vücudu da ıstırap ve öfkeden harap olmuş halde. Siyahla çevrili kırmızı yayılıp büyüyor, ama ışık dayanıyor ve canavarın iri vücudunu sarıyor.
Karanlık çöktü, Narses meşaleleri yakıyor, Klios bizi sürüklediği bilge ve vahşi dansına ara vermiyor. Vücudum pes ediyor. Klios beni tutuyor ve ani bir yumuşaklıkla oturtuyor. Narses’le birlikte, koruyucu kavisleri olan büyük kırmızı duvarın dibine benim için bir döşek hazırlıyorlar, orada uyuyorum.
Gece birkaç kez uyanıyorum, iki adam hâlâ boyuyorlar, sonra sadece Klios kalıyor. Uykunun derinliklerinde bile algıladığım o garip gürültüyü freskin etrafında yaratan onun dansı, ruhundaki şiddet belki de.
Sabah uyandığımda Narses, Klios’un bütün gece çalıştığını söylüyor. Fresk bitmiş, o da gevşemek için dışarı çıkmış. Theseus bize harika bir yemek göndermiş. Klios yemeği bizimle paylaşmaya gelecek ve üzerini örttüğü freski gösterecekmiş.
Klios hiç ses çıkarmadan çıkageliyor, saçları karmakarışık, gizemli güzel yüzü yorgunluğun izlerini taşıyor. Üçümüz de bitap düşmüş, kurt gibi acıkmışız, yemek neredeyse tam bir sessizlik içinde yeniyor, ama işi bitirmiş olmanın sevincini paylaşıyoruz. Aydınlık kuyusunun dünkünden daha az ışık yaydığını fark ediyorum şaşkınlıkla.
“Üzerini kısmen örttüm,” diyor Narses, “Klios artık onun bir kuyu değil, ışıktan bir yara olduğunu düşünüyor.”
“Tapınak çok karanlık olmayacak mı?”
“Şimdi başka bir ışık var,” diyor Klios.
Freskin örtüsünü açmasını söylüyorum. “Eşiğe gidin ve yakaranlar gibi ağır ağır yürüyün.”
Yeraltından çıkarken kırmızının bütünü içinde eriyen fresk artık sadece yaydığı donuk ışınlarla ayırt edilebiliyor. Artık dünkü gibi aydınlık kuyusu tarafından aydınlatılmıyor, aksine renklerini, Klios’un istediği gökyüzünün yarasına doğru fırlatıyor. Gözlerimiz mağaradaki devingen alacakaranlığa ve kırmızıların tutuşmasına alıştığında, dövüşenlerin biçimlerini ve hareketlerini daha iyi seçmeye başlıyoruz. Hasımların ikisi de kanlar içinde, canavarın postu artık gri değil mavi, bedeninin tanrınınkine yakın olduğu noktalarda ışıyan kanlı lekelerle kesilmiş. Tanrının muzaffer bedeni ise aksine koyulaşmış ve iki savaşçının biçimleri birbirine karşı gelmekten ziyade kucaklaşıyormuş, birbirine destek oluyormuş gibi görünüyor.
Klios freskin alt kısmındaki örtüyü açıyor. Topraktan bir ateş yükseliyor şimdi ve iki savaşçıyı bel hizasına kadar ayırıyor. Kavgalarından doğan ateş, çatışmalarına sınır koyuyor. Freskte kanın veya mücadelenin kara kaslarının hâkim olmadığı tek bölüm onun alevleri. Ateş sarının coşkusu, beyazın neşesi; ışığı sevinç içinde aydınlatıyor, ısıtıyor ve gökyüzünün yarasında eksik olan şeyin karşısında duruyor.
Yeni olanın gücü ve gençliği üstün geliyor, doğan güneş canavarı püskürttü ve yeni bir ışık alanı açtı. Onu ne kovdu ne de yendi, kendi de yanmadan yapamazdı bunu, Python da artık öç almayı umut edemez. Savaşçı ateş onları yaktı, aynı zamanda değiştirdi de. Burada ve Delphoi’de birlikte yaşamak ve biricik ve çoğul olan kelamın yankılanmasına izin vermek zorundalar.
İki ve tek bir yeni tanrının bu yeni ve esrarengiz doğuşunu uzun uzun seyrediyoruz, sonra Klios Narses’ten Theseus’a gidip freskin bittiğini haber vermesini istiyor. Onu beklerken, Klios’un birkaç rötuş yapmasına yardım ediyorum. Birden duruyor:
“Thebai’ye dönünce sen de kırmızının yolunu izleyeceksin. Ağabeylerinin arasındaki savaşın orta yerinde, büyük tehlike içinde olacaksın. Bu gerekli mi Antigone?”
Bana gösterdiği yerlere iki fırça darbesi daha vuruyorum. Doğruluyorum: “Ben hâlâ yoldayım, Klios.”
Kızmıyor, şüphesiz karısı İo’dan geçen yepyeni bir yumuşaklıkla elimi tutuyor.
“Sence Oidipus kararını onaylar mıydı?”
“Kesinlikle hayır.”
Klios konuşmamızın sonundaki itirazı şimdiden görüyor, ama yine de ısrar ediyor:
“Neden Antigone, neden?”
Gittikçe daha çok katılaşıyor ve aynı zamanda ağlıyorum:
“Neden? Çünkü ben Oidipus değilim, ben benim.”
Nefret ettiğim bu sözü söylerken sesim kısılıyor, ilave edecek hiçbir şey olmadığını ve beni olduğum gibi kabul etmesi gerektiğini anlıyor. Kırmızının derinliği, enginliği altında beni yanına oturtuyor. İkimiz de mahzunuz, harikulade mahzun, kırmızının ırmaklarına, ulu nehrine dalıyoruz. Kederimizi ve umudumuzu kavganın ve paylaşmanın alevinde yakıyoruz, bu alevler renk sevgisi var oldukça gözleri ve yürekleri aydınlatacak. Klios bitkin, yanımda uyuyakalıyor. Freskin karşısında, onun onca titizlik ve ölçüyle hesapladığı gökyüzünün yarası, o açıklık kırmızının bolluğuna, siyahların dengesine ve umudun kesinliğine göz kulak oluyor.
Kral, Narses’le birlikte tapınağa girdiğinde Klios hâlâ uyuyor. Theseus Klios’un bu kadar kısa süre içinde çıkardığı işin büyüklüğü karşısında şaşkın, onu uyandırmamızı istemiyor. Gözleri tapınağın ışıklı alacakaranlığına alıştıktan sonra Theseus, freskin etrafında dönüp duruyor ve bütün açılardan seyrediyor onu. Sonunda, karşısına oturuyor ve gözlerini kapatarak tefekküre dalıyor.
Klios kısa iniltilerle uyanıyor, mükemmel bir eser meydana getirmiş olduğuna dair bu sabah duyduğu güven onu terk etmiş sanki.
Kral bize şöyle diyor: “Yeni başladığında gördüğüm fresk bundan daha muzaffer, belki de daha güzeldi. Önemi yok, zafer kısa ömürlüdür, güzellik de geçici. Arkadaşlarınla birlikte Klios, sen daha ileri gittin ve Atina’nın umudunu dile getirdin.”
Tekrar freski seyredalıyor ve birden soruyor:
“Canavarın postunun üstünde ortaya çıkardığın şu mavi bize ne anlatmak istiyor?”
Hiçbir zaman resimlerini yorumlamamış olan Klios, şu cevabı veriyor: “Bilmiyorum, freskin maviye ihtiyacı vardı, ben de onu eksik olduğu yere koydum.”
Theseus bana dönüyor:
“Ya sen Antigone, bu mavinin karşısında ne hissediyorsun?”
Şaşırıyor, kekeliyorum: “Mavi… canavarın mavisi, denizdir.”
Theseus onaylıyor: “Deniz… bakışının enginliğiyle tanrının ket vurması gerekecek olan Atina’nın gücü.”
Theseus Klios ve Narses’e çalışmaları için bir kez daha teşekkür ediyor ve benden kendisine eşlik etmemi istiyor. Eşiğe varınca, Thebai’de beni büyük tehlikelerin beklediğini söylüyor. Kırmızı tapınağa bir rahibe, içine yaratıcı soluğun dolduğu bir rahibe gerekecek ve onun ihtiyaç duyduğu rahibe benim. Eğer teklifini kabul edersem, Atina’nın geleceğine katkıda bulunacağım, aynı zamanda Oidipus’un hatırasına ve şanına da.
Bunları bana öyle bir güçle ve iyilikle söylüyor ki dudaklarımdan bir ret cevabı dökülemiyor. Ona mahzun bir halde, sadece başımla hayır diyebiliyorum. Theseus bir dâhi, kendinden ve herkesten derin bir siyaset becerisi bekleyen bir kral. Reddedilmeye alışık değil, öfkesini uyandırmaktan çekiniyorum, onun büyüklüğünü hiçe saymak demek olur bu. Bakışlarımız karşılaşıyor ve gözlerinde onaya benzer bir şey okuyorum. Eşikten geçiyor, denizden gelen rüzgârda uzun boyuyla dikiliyor. Bana bir an daha sessizce bakıyor ve krallara yaraşır bir hareketle beni kutsuyor.
Henry Bauchau, Antigone, Kırmızı Tapınak, 1 Bölüm, 9-17. sayfalar
İZDİHAM