Ortaçağ’daki acımasızlıklara ilişkin bir söyleşinin ardından bana demişti ki: “Bu acımasızlıkla gerçekte acımasızlık değildir. Ortaçağ’ın bir insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirerek tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı!
Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek kendine özgü bir üslubu içerir, kendisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri ve acımasızlıkları vardır. Kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişir, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür.
Ortaçağ’da yaşayacak antik dünyanın insanı havasızlıktan içler acısı bir şekilde boğulup giderdi, bizim uygarlık ortamında bir ilkelin havasızlıktan boğulup gideceği gibi tıpkı. Öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üslubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk çıkıp gider elden. (sayfa 25)
Amaçlarından hiç birini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiç biri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım! (sayfa 32)
İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Beri yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu olan şeyleri dünya tanısa tanısa sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp kendisine yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım… (sayfa 33)
Sanırım on dakika kadar bir gazeteye göz attım, başkalarının sözlerini ağzında uzun uzadıya çiğneyip tükürükle yoğurduktan sonra yutan, ama sindirmeksizin yine kusup atan sorumsuz bir insanın düşüncelerinin gözlerimden geçip varlığımdan içeri girmesine göz yumdum. (sayfa 37)
… bir dost sıcaklığının gerçekleşmeyecek özlemiyle kendi kendimi yiyip bitirmem gülünçtü. yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. Soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulâde sessiz ve büyük. (sayfa 40)
Bazıları kendisine başkalarına benzemeyen kibar ve zeki bir insan gözüyle bakıp seviyorlarsa da sonradan dehşete düşüp düşkırıklığına uğruyor, çünkü ansızın onun içinde bir kurdun yaşadığını anlıyorlardı. (sayfa 47)
Gecelerin insanı olması da Bozkırkurdu’nun belirgin özellikleri arasındaydı. (…) Ancak öğle sonraları ısınıp canlanıyor iyi günlerinde ancak akşam üzerleri verimli, enerjik biri olup çıkıyor, bir kor gibi yanıp tutuşuyor bazen, gönlü şenleniyordu. (sayfa 49)
Kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. Bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey daha yoktu. (sayfa 50)
… kavuştuğu özgürlüğün ortasında birden şunu fark etmişti ki özgürlüğü ölümdü, tek başına kalmıştı, dünya onu korkunç bir şekilde kendi haline bırakmıştı; insanlar onu ilgilendirmemeye başlamış, hatta kendisi bile kendisini ilgilendirmez olmuştu; dış dünyayla ilintisizliğin ve yalnızlaşmanın giderek büyüyen havasızlığında yavaş yavaş boğulmaya başlamıştı. Çünkü artık ortada öyle bir durum vardı ki, yalnızlık ve bağımsızlık, istek ve amacı olma özelliğini yitirmiş, onun yazgısına ve mahkumiyetine dönüşmüştü. (…)
Çiçi özlem ve iyi niyetle dolup taşarak kollarını uzatıp bağlanmalara ve birlikteliklere hazır olduğunu açıklaması boşunaydı, artık tek başına bırakılmıştı.Davetler, armağanlar, sevimli mektuplar alıyorsa da kimse onun yanına fazla yaklaşayım demiyor, kimseyle bağlantı kuramıyor, yaşamını paylaşmaya istekli ve yetenekli biri çıkmıyordu. Yalnızlık atmosferiyle, sessiz bir atmosferle sarılıp kuşatılmıştı; çevre elinden kayıp gitmiş, başkalarıyla ilişki kurmasını önleyen ve hiç bir istem, hiç bir özlemle giderilemeyen bir güçsüzlük üzerine çullanmıştı. (sayfa 51)
Hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben’e ödetmektir. Orta sınıftan biri için kendi ben’inden değerli bir şey yoktur. Dolayısıyla yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar. (…) Bu yüzden, yaratılış bakımından, orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. Dolayısıyla güç yerine çoğunluğu, şiddet yerine yasayı, sorumluluk yerine oylamayı seçmiştir. (sayfa 57)
Gerçekte burjuvazinin diri gücü asla normal üyelerinin özelliklerinden değil, ideallerinin silikliği ve esnekliği dolayısıyla kendi kapsamı içine alabildiği olağanüstü çok sayıdaki outsider’lardan kaynaklanır. (sayfa 58)
İçlerinde pek çok parçadan oluştukları sezgisi beliren ve kişiliklerinin bir bütünlük taşıdığı kuruntusunu her dahi gibi aşarak, pek çok ben’den bir çıkın oluşturduklarını duyumsayan kişiler bunu açığa vurmayagörsün, hemen çoğunluk kendilerini deliğe tıkacak, bilimi yardıma çağırıp onlara şizofreni damgasını vuracak ve böylelikle insanlığın üzerine kol kanat gererek söz konusu talihsiz kişilerin ağzından gerçeğin sesini işitmek zorunda kalmamasını sağlayacaktır. (sayfa 64)
Beden olarak her insan tektir, ruh olarak asla. (sayfa 64)
Kişilik kuruntusunun maskesini alaşağı etmek için Hindistan’ın binlerce yıldır gösterdiği yoğun çabayı, Batı aynı kuruntunun desteklenip pekiştirilmesi için harcamıştır. (sayfa 66)
Ruhunun derinliklerinde yatan misyon insanı us’a, Tanrı’ya doğru iter, ruhunun derinliklerinde yaşayan özlem ise geriye doğru çeker, doğadan ana’dan yana yöneltir, böylece insanın yaşamı her iki güç arasında salınıp durur. (sayfa 67)
“İnsan”ın yaratılış süreci sona ermiş bir varlık değil, usun bir dayatması olduğunu, korkulduğu kadar özlenen, uzak bir olasılık niteliği taşıdığını ve oraya götürecek yolun her zaman ancak bir bölümünün, kendilerini bugün bir giyotinin, yarın bir şeref anıtının beklediği eşine az rastlanır tek tek bireyler tarafından müthiş acı ve cezbelerle geride bırakılabileceğini Bozkırkurdu da sezer. Ne var ki, içindeki “kurt”a karşılık “insan” diye nitelediği şey, burjuva geleneğinin “orta yol” insanından başkası değildir. (sayfa 67)
Mutlu çocuk ezgisini söyleyen sempatik ama duygusal adam da doğaya, masumiyete, gelişim sürecinin başlangıç aşamalarına dönmeyi arzuladığını açığa vurur; ama tümüyle unuttuğu bir şey vardır, çocuklar da asla mutlu değildir, onlar da pek çok çatışmayı, çelişkiyi ve acıyı yaşayabilen varlıklardır. (sayfa 69)
Her doğuş, evrenden bir ayrılış demektir; belli sınırlarla çevrilmek, Tanrı’dan kopup soyutlanmak demektir. (sayfa 70)
… böyle aşağılayıcı yazılar beni artık kızdırmıyorsa da hüzünlendiriyor bazen. yurttaşlarımdan üçte ikisi bu tür gazeteleri okuyor, sabah ve akşam, gazetelerdeki bu havayı soluyor, her Allah’ın günü belli doğrultuda yönlendiriliyor, uyarılıyor, kışkırtılıyor, durumdan hoşnut olmayan kötü yürekli insanlara dönüştürülmeye çalışılıyor. (…) olumlu düşünen iki üç kişi çıksa da, her Allah’ın günü binlerce gazete, dergi, konuşma, açık ya da gizli oturum tam tersini yapmaya çalışıyor, amaçlarına da ulaşıyorlar. (sayfa 127)
Sevdiğim kadınlardan her zaman aydın ve kültürlü olmalarını beklemiş, en aydın ve en kültürlü kadının bile asla içimdeki logos’a yanıt vermediğinin, tersine ona karşı çıktığının asla farkına varmamıştım; sorunlarımı ve düşüncelerimi kadınlara taşıyıp durmuştum hep, pek kitap okumamış, yaşamın ne olduğunu pek bilmeyen, bir Çaykovski’yi bir Beethoven’den ayırt etme yeteneğinden yoksun bir kadını bir saatten uzun bir süre sevmemi düpedüz olanaksız görmüştüm. (sayfa 154)
Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemler ve özverilerde falan bulunmanı istemiyor, yaşam kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. (sayfa 162)
Mozart. Onun durumu nasıldı peki? Onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? Kim işin kaymağını yedi? Mozart mı yoksa işini bilenler mi? Mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? Nasıl öldü Mozart? Nasıl gömüldü? Sanırım hep öyle oldu, ileride de öyle olacak. Okullarda ‘dünya tarihi’ denen ve kültürün bir parçası olarak ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dahileri, büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka bir şey değil, okulda geçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. Her zaman öyle oldu, her zaman da öyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiç bir şey. (sayfa 164)
Çağın insanı duygusallık diye nitelendiriyor bunu; nesneleri, en kutsal şeyi olan arabasını bile sevmiyor, bir an önce onu elinden çıkarıp yerine daha üstün bir modelini geçirebilmeyi umuyor.(sayfa 172)
Kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapishanedir. (sayfa 190)
… insan bir yığın ruhtan, pek çok ben’den oluşur. sözde bütünlüğünü dağıtıp parçalayarak kişiliği pek çok ben’e ayırmak delilik sayılır, bilim şizofreni diye niteler bunu. Belli bir çokluğun belli bir düzen ve gruplandırma olmaksızın denetim altında tutulamayacağı düşünülürse, bilim bu tutumunda haklıdır. Ancak, pek çok ben’in bir kezliğine, bağlayıcı, yaşam boyu varlığını koruyabileceği bir düzene sokulabileceği inancında da haksızdır; bilimin sözkonusu yanılgısı da bazı tatsız sonuçlara yol açıyor; taşıdığı değer, olsa olsa devletçe işe alınan öğretmen ve eğiticilerin çalışmalarını basite indirgeyerek düşünme ve denemelerden kendilerini uzak tutmalarına olanak vermesidir. Söz konusu yanılgı dolayısıyla aslında şifa bulmaz derecede aklından zoru olan pek çok insana ‘normal’ hatta sosyal açıdan üstün kişiler gözüyle bakılması, beri yandan aslında dahi olan pek çok insanın kaçık sayılmasıdır. (sayfa 208)
Hermann Hesse, Bozkırkurdu (1927), AFA yayınevi
İZDİHAM