İbrahim Varelci: “Bize Bir Mağara Çizin” serzeniş mi yoksa bir istek mi?
Hüseyin Hakan: Çift yönlü bir cevabının olduğunu söylemem gerekir. Kitabı hazırlarken okuyacak olanların muhtemel geri dönüşlerini tahmin edip mümkün en ideal cevapları biriktirmeyi denemiştim. İlk sorunun buradan gelmesi hem sevindirdi hem de zor bir sorumluluk yükledi. Bunun için size teşekkür ederek başlamam gerekecek.
Bize Bir Mağara Çizin, tüme varıldığında açık bir istek. Tepeden bakıldığı zaman, ortada bir şeyleri kendisine dert edinen, irili ufaklı konuları yine kendi içsel doğalarına sadık kalarak irdeleyen bir bütün var. Böyle baktığımız zaman her birisi ayrı bir kırılmayı temsil eden konuların oluşturduğu bir izah, itiraz, onama, reddetme, teyakkuz ve tertipleme girişimleri bulunuyor. Fakat bir kurtarıcı olmak gibi amacı asla yok. Yine de temelde, yani tüme varıldığında “Kitabın her bir bölümünde ve başlığında ayrı bir dert var, kabul, peki kitabın tamamına eğilince bir şey mi isteniyor?” diye sorarsak, evet, apaçık bir istek var: “Bize bir mağara çizin.”
Çünkü geldiğimiz yerden şöyle geriye doğru baktığımızda çok az insanı memnun eden, onlar memnun kalsınlar diye çok fazla insanı rahatsız eden bir tarihi inşa etmişiz. Bu süreç devam ediyor. Hangi birisini sayacağımı bilemediğim türlü felaketlerin tarihini inşa etmişiz. İnsanlığın yolcuğu Afrika’da başlamışken bugün kökenleri nedeniyle kendilerine yapılmayanın kalmadığı insanları mı sayayım, Antik Yunan’ın baş döndüren demokrasisinin aslında hiç de bize anlatıldığı gibi olmayışını mı? Daha yakınlara geleyim, özel mülkiyeti inşa edip endişeyle gerçek yaşamı yaklaştıranların aslında bugün bize caka satan fikirlerin sahipleri olduklarını mı sayayım yoksa bugünkü bilimsel “ilk”lerin gerçek sahiplerinin aslında yüzyıllar önce yaşayan başkalarının olduklarını mı sayayım? Daha da yakınlara gelip bugün her türlü kötülüğü uygulayanların, savaşlar yapıp servetler biriktirerek yoksullukları sürdürenlerin, kentleri itiş tıkış doldurup tüketimi teşvik edenlerin utanıp sıkılmadan dünyayı “hep birlikte düzelteceğimizi” söylemelerini mi sayayım? İşte bunları görüp kitaba da tepeden bakınca bir istekte bulunuyorum. Besbelli ki yanlış Leylalara Mecnun, yanlış Keremlere Aslı etmişsiniz bizi, absürt yeni bir dünya sunmuşsunuz. Geldiğimiz yerde vaatlerinizin parlaklığıyla gözlerimizin kamaşması o kadar doğru orantılı ki neredeyse gözlerimizi açamaz hale geldik. Bu yüzden çizdiğiniz dünyada işler doğru yürümüyor, iyisi mi bize bir mağara çizin.
Böyle bakınca bir istek.
Diğer yandan bahsettiğim felaket ve olumsuzlukların içerisinde bir gerçek var ki anlamak, ilişkinin kendisini çözümleyebilmekle başlar. Yani ortada bir sorun varsa, sorunu hikâyeleştirip ilişkiyi çözümlersek biz de çözümün bir parçası oluruz. Sorunun kendisi üzerine düşünmekten sıkça bahsediyorum içerikte. Şikâyet kültüründen çıkıp çözüm kültürüne geçmeyi öneriyorum her bir konuda. Bu şekilde de tümden gelirsek, kitabın her bir konusunun bir başka sorunu hikâyeleştirdiğini, ilişkiler ağı kurup çözüm önerileri sunduğunu fark edebiliriz. Böylece her bir konu kendi içerisinde bir serzeniş barındırdığını da: bu konuda olan bitenler bunlar, olması gerekenler de şunlar. Bize derhal bir mağara çizin!
İlk soruda sözü biraz fazlaca uzattım fakat istedim ki temel sorunun cevabında kitabın derdi geniş şekilde yer alsın.
İbrahim Varelci: Mağara metaforunu Platon’da görüyoruz ilkin. Cemil Meriç, “Mağaradakiler” adlı kitabını, “Çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşun kalemle çizilmiş bir taslağı” şeklinde tanımlar. Senin için “mağara” nedir?
Hüseyin Hakan: Mağara kelimesinin kendisi ilkelliği, çağ dışılığı veya karanlığı çağrıştırdığından olsa gerek, duyanlarda bir iticilik uyandırıyor. Böyle olunca da kitabın ismini işitenler bir vehme kapılıyor. Bizler binlerce yıldır mağaradan dışarıya, ışığa doğru çıkmak için uğraşmışken şimdi yeniden oraya, karanlığa mı dönelim? Tabi bu soruyu soranlar cümlenin sonunda ünlem işareti bırakıyorlar. Biraz öfkeliler. Şimdi bu sorunun da ne kadar isabetli olduğunu ve cevap hakkı doğmuşken vehim sahiplerinin korkmamaları gerektiğini anlatacağımı söylemenin yeridir.
Kitabın adını içerikteki bir metinden aldım. Çünkü dertle uyuşuyordu. Fakat mağara metaforunun hikâyesi malum. Hikâye şöyledir: mağara mitinde, bir mağarada yaşayan insanlar düşünülür. Mağaranın girişi ışıklı, sırtı ışığa dönük insanların elleri ve kendileri sıkı sıkıya zincirli. Önlerinde de yapay bir ateşin ışığı bir perde veya duvara (neticede algı dünyamızı temsil eden perde veya duvara) yansıtılıp orada gölgeler, kuklalar, yapay nesneler, oyuncaklar, idoller, figürler yansıtılıyor. Dolayısıyla gerçeklik algıları da o gölge oyunları kadardır. Aslında bu anlatılan, ne kadar da bizim hikâyemiz!
Bu zincirli insanlardan bazılarının gerçeği aramayı akıl ettiklerini, sroguladıklarını, düzeni hikâyeleştirip ilişkiyi kurduklarını ve bir bit yeniği olduğunu kavradıklarını düşünün. Mümkündür, tarihte peygamberler, filozoflar, mütefekkirler, meczuplar, münevverler böyle insanlardı. Dönelim mağaraya. Düşünüp sorgulayanlar zincirlerinden kurtulup mağaradan dışarıya çıktığında gözleri hiç alışkın olmadığı güneşin yakıcılığıyla karşılaşacak, ya inatla devam edecekler ya da gerisingeri karanlığa dönecekler. Dönenler olmuştur elbet ama bir ya da birkaçı mutlaka ışığa, dışarıya çıkacak, alışacak ve böylece önlerinde iki yeni seçenek belirecek: ya geri dönüp içeridekilere gerçeği anlatacaklar ya da onların zaten karanlığı seçtiklerini bilip kendileri de dönerse şiddetli bir tepkiyle karşılacaklarını hesaba katıp ışığı kimseyle bölüşmeyecekler. Hikâye budur.
Benim için mağara, sorunun kendisi üzerine düşünmenin, geriye dönüp önce anlayabilmenin sonra da yeniden ışığa çıkıp anlatabilmenin yeridir. Yaralarımızı dışarıda bırakıp döneceğimiz, her şeyi konuşup yeniden ışığa çıkacağımız ilk evimizdir orası. Üstat eserini olağanüstü tanımlamış. Ben henüz o kadar ihlaslı değilim. Yine de kitabı tanımlarken “bizim değilmiş gibi yaşadığımız ama tam olarak bizim olan hayata dair bilinçlenmek, sorumluluk almak ve çözümlemek için bir arayış biçimi”, dersem yeridir.
Mağarayı böylece ışığa yeniden çıkabilmek için karanlığa dönmenin, iyileşebilmek için hastalanmanın tasviri olarak görüyorum. Ben bu çabada henüz bir noktayım, benden önce medeniyetimizin büyük isimleri farklı farklı konularda mağaralar çizdiler. Her birisi kendi dert edindikleri konularda bizlere sayısız eserle mağaralar çizdiler, oraya dönüp gözü kamaştıran, cezbeden modern ışıktan uzaklaşmamızı, karanlıkta yeniden düşünüp bu kez daha sağlam çıkmamızı önerdiler. Cemil Meriç dediniz, aklıma gelmişken üstadın kültürümüzün Avrupalılaşmasıyla yaşadığı yenilgiyi tasvir ederken kullandığı “cenk meydanlarında değil, yatak odaklarında kazanılan zafer” ifade var. Şimdi üstadın mağarasına dönüp onun fikirleriyle yeniden aydınlanmayalım mı, sonra da çıkıp yeni bir mağara çizmeyelim mi? Daha ferah, herkese açık, sorumluluklarını bilenlerin olduğu çağa uygun bir mağara çizmeyelim mi? Ya da dünya medeniyetine ait sayısız aklı açık, şuurlu aydınların, düşünürlerin çizdikleri mağaraya girmeyelim mi, çıkıp onları da kapsayacak yeni bir mağara çizmeyelim mi? Modern yaşamın tam ortasında bu mağaraları çizmeliyiz. Yeniden ışığa çıkabilmek, onlardan bir nebze uzaklaşabilmek için bunu yapmalıyız. Mağarada kalmayacağız, korkmasın kimse.
İ. V: Deneme yazmak zor ve risklidir. Hem gündemde kalmak hem de geçmişle geleceğin arasında köprü vazifesi gören yazılar kaleme almak çetin bir iş. Seni bu yola iten sebepler nelerdir?
Hüseyin Hakan: Müsaaden olursa yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlatıp oradan yola çıkayım. Kitapla ilgili bir okurun geri dönüşü oldu. Sayfalarca eleştiri yazmış, neredeyse her metni kendi içerisinde ayrı ayrı analiz etmiş uzunca bir metin. Hoşuma gitti tabi. Asıl heyecan, okuyanların geri dönüşleriyle başlıyormuş, bunu anladım. Okurun yazdıklarını cümle cümle okurken bir yerde “kalbının değil, döneminizin adamı olun cümlenize katılmıyorum” demişti. Gerekçesini de sıralamıştı. Soruyu da sorunca aklıma okurun yazdığı o cümleler geldi. Beni deneme yazmaya iten şeyin dönemimin adamı olmam gerektiğine duyduğum inanç itti.
Hepimizin diline pelesenk olmuş meşhur bir formül var: e = mc2. Hepimiz bu formülü bir şekilde duyuyoruz, cümle içerisinde kullanıyoruz. Ben de diyorum ki gelin bu formülü sadece bilimin eline bırakmayalım, onu hikâleştirip ilişkisini kuralım ki ortaya bir çözüm çıksın. Ne diyor formül, bir şeyin kütlesini bilirsen onun enerjisini de kolayca bilebilirsin. Hikâye tamamsa, çözümleyelim: eğer ben de beynimin, kendimin ne olduğunu (ne olmadığımı da) bilirsem, beynimin, algımın, potansiyelimin yani enerjimin ne olduğunu (ne olmadığını da) bilirim. Böylece gücüm kadar çabalar, bir ekibin parçası olarak sorumluluklarımın olduğunu bilip çözümün parçası olmaya çalışırım. Formülün nihayeti bu. Ben de üniversiteye başlar başlamaz çapımın, algımın, merak ve itirazlarımın sürekli hayatın doğasındaki çelişkiler üzerinde biriktiğini anladım. Bunca alçaklık olup biterken nasıl oluyor da işler hâlâ rast gidiyor, çok az insan rahat edecek diye çok fazla insan rahatından oluyor sorusuna merakımı keşfettim. Merakımı geliştirecek türler arasından da denemenin verdiği imkânları daha cazip buldum. Düşündüm, bir şair olamazdım. Öykücü? Belki. Hâlâ yazıyorum ve kendime katacaklarım olduğundan edebiyatımızın değerli isimleriyle bağımı koparmamaya çalışıyorum. Yakın zamanda hepimiz için kıymetli olan Abdullah Harmancı’yla yüz yüze tanışma fırsatı buldum mesela. Bütün gün bir yolunu arayıp kendisinden neler öğrenebilirim, halinden tavrından neleri ders olarak alabilirim diye pervane oldum. Yine olsa yine olurum. Ya da aynı şekilde değerli bir öykücümüz olan Handan Acar Yıldız’ı ağırladık. Aynı şekilde yaklaşım ve tutumlarını, ağzından çıkacak cümleleri pür dikkat bekledim. Çünkü öykü yazmayı seviyordum ve bu alanda yol yürüyenleri dinlemem gerekiyordu. Güray Süngü’yle program yaptık, aynı şekilde soruları kendime de pay çıkaracağım biçimde hazırladım. Ethem Baran, Mustafa Çiftci, Mustafa Uçurum, Serkan Türk’le programlar yaptık, arayışım yine böyleydi. Seninle sıkça görüşüyoruz, oradan neler alabilirim de hem muhabbetimizi samimiyetle sürdürürüz hem de birbirimizi besleriz diye çabalıyorum. Aynı şeyleri deneme için de yapıyorum tabi, saydığım ustalarla deneme türünde işime yarayacak neler olabilir diye bağlar kuruyorum, metinler yazıp e-posta ile gönderiyorum, sağ olsun bugün bu sohbeti yapıyorsak aslan payını hak eden Bülent Parlak’la yine görüşüyoruz, çoğunlukla kendisi bir eksiklik görünce arıyor, yazıyor ve yolda kalmamız için tavsiyelerde bulunuyor.
Anlatmak istediğim şey şu: çok zengin bir literatüre sahibiz ve büyük isimlerle temas etme ihtimalimiz yüksek. Dezavantajım bu işi Van’da sürdürüyor olmak ama imkânları zorlayarak birsürü yazara musallat oluyorum, okuma planımı yıllardır olduğu gibi sadakatle sürdürüyorum ki senin de dediğin gibi zor bir iş olan deneme türünde her seferinde üstüne katarak ilerleyebileyim. Bu yola girmem merakla, yolda kalmam da imkânların bolluğuyla oldu. Yolun sonu nereye varır bilmiyorum ama önce yaşadığım şehirde sonra da ülkede bir yerlere gelebilmeyi umuyorum. Arayışım bu.
İ. V: Kitaptaki yazılarda en çok dikkatimi çeken unsur, yazarın heyecanını kaleme yansıtması oldu. Cümlelerin biçimine ve denemelerin isimlerine kadar işleyen bir tutum olarak algıladım. Bunu dertlenme, dert edinme heyecanı olarak okudum. Sen neler söylemek istersin?
Hüseyin Hakan: Bir önceki sorunun içerisinde kısmen de olsa cevabı verdiğimi düşünüyorum ama sorular kendi içerisinde öylesine zengin ki sanırım yine sözü kısa tutmak niyetiyle başlayıp epey uzun tutacağım. Okuyacaklar bağışlasınlar.
Takdir edersin de ilk kitap. İlk göz ağrısı. Yıllardır bir şekilde yazan, yazdıklarını işin usulünü çok da bilmeden paylaşan ve yıllar sonra ülkedeki önemli dergilerden birisiyle yolları kesişip uzunca bir süre yol yürüdükten sonra ilk kitabı çıkan birisiyim. Heyecanımı da aynı şekilde kısmen kontrol etsem de çoğunlukla metinlere bulaştırdığımı kabul ediyorum. Fakat tatlı bir heyecan bu. Cümleleri kurarken onların kendilerinden önceki ve sonraki diğer cümlelerle bağını koparmadan ama kendi başlarına da okunmaya layık olacakları biçimde yontmak keyifli bir süreçti. Metinlerin başlıklarını yine aynı arayışla oluşturmak, metinlerin dertlerini bazen zor bir dille, bazen kolayca anlaşılacak şekillerde kurgulamak hayli zor ve keyifliydi. Bu soruyu sorduğun için aslında yine minnettarım çünkü bir konuyu daha izaha kavuşturma fırsatını sundun.
Okurlardan ekseriyetle gelen eleştiriler dilin yoğunluğu üzerine oluyor. Hak veriyorum, bazen gerçekten işi kısaca kotarabileceğim yerlerde sözü uzattığımı, cümleleri kolayca anlaşılmaktan çıkardığımı fark edebiliyorum. Fakat bu bahsettiğim noktalar çok az yerde var, onlar için de “o an o durumu anlatabileceğime inandığım ideal biçim oydu” diyebilirim. Çünkü konuyu anlatmak için içimden çıkan, tamamen içimin mahsulü olan anlatış biçimini o cümleler karşıladı. Sonra üzerinde eksiltmeler, törpülemeler yaptım fakat eklemeler yapmaktan imtina ettim. Diğer yandan kitabı sırf bu eleştirilere hazır olayım diye üçe böldüm. İlk bölümde zorlanabilir metinler revaçta. Onların konu ve yaklaşımları itibariyle de kolay olmadıklarını itiraf etmem gerekiyor. Sokrates’e bulaşacaksın, yoksulluğu irdeleyeceksin, mültecilerin yaşamlarına eğileceksin, virüsle ilgili konuşurken insanlara dokunacaksın ve özgürlüğü bilinenin ötesinde inceleyeceksin ama bunları yaparken de herkes sevsin diye basit, süslü, romantik yazacaksın. Olacak iş değil. Aksine, rahatsız etmek, olaya bir de böyle bakmak, bize has bir mağara çizip oraya gelenlerle aydınlanmak için ciddi, doğru kelimeli, gerektiğinde uzun tutacak gerektiğinde aforizma kasacak şekilde yazdım. Hemen her seviye ve konudan söz etmeye çalıştım. Dileyenler ilk bölümde deneme tarzında ilerlesinler, dileyenler ikinci bölümde toplumsal kırılmaları rüyalar üzerinden anlattığım mizahın ve ciddiyetin de olduğu üslupla ilerlesinler dileyenler de son bölümdeki öykülerle, kolay üsluplu anlatılarla ilerlesinler. Çünkü senin de yerinde tespitin gibi, ortada bir dert var ve bu dertle ilgili konuşabilme fırsatı bulmuşken avamın tamamına nasıl hitap edebilirimi düşünmek zor oldu. Onun yerine derdime zeval vermeden, avamı da ihmal etmeden orta halli bir çözüm yolu bulmak akıllıca olurdu. Başlıkla, içerikle, giriş cümleleriyle, finalle bunu başarmalıydım. Öyle bir çabaya giriştim. Takdir okuyanın.
İ. V: Denemelerinde düzenden memnun olmayan ve bu memnuniyetsizliğini sadece dile getirmenin çözüm olmadığını düşünen bir tavır hâkim. Hayat için bir yol haritası var mı? Böyle bir şey mümkün mü?
Hüseyin Hakan: Peşinen cevap vereyim: mümkün. Bir yol, bir harita, kaçış, çıkış ya da kurtuluş yolu var. Mesele de bu yolu bulmaya çalışmak zaten. Kitapta da birkaç kere aynı ifadeyle değinip pekişsin istediğim gibi “iğne ucu kadar huzur ile Cehennemin dibi arasındaki müzakereyi arıyorum: haysiyet ve adaleti.”
Durum böyleyken haysiyet ve adaletten bahis açıldığında sadece benim değil, ekseriyetin rahatsızlık duyması gerekir. Düzenden, yolculuğumuzdan memnun kaldığım yerler de var, onları da yerince yazdım içerikte fakat hâlâ yolunda gitmeyen bir yığın durumun varlığı canımı sıkmayı sürdürüyor. Rahatı yerinde olanların rahatı kaçmadıkça, rahatsız olanların rahatı yerine gelmedikçe de bu memnuniyetsizlik devam edecek. Muhtemelen memnuniyetsiz öleceğim ama en azından dile getirmiş, üç beş fikirsel teyakkuz geliştirmiş birisi olarak öleceğim. Yaşamın, ölümün, bilginin, inançların yetkili bayileri olarak kendilerini görenlerin reva gördükleri durumları anlatıp yazmayı sürdürerek öleceğim. Amacım bu. Bu yetkili bayiler insanlığa neyi layık gördülerse onu yaşattılar, bunu da kendilerince geliştirdikleri yöntemlerle uyguladılar. Bundan nasıl memnuniyet duyayım ki? Aksine, bu kitapta anlattıklarımı desteklesin, alçakların kurduğu sistemde işleri neden ve nasıl rast gidiyor onu anlatabilmek için ikinci kitap dosyasını da hazırladım. Alçaklığın Evrensel Talihi: İşler Neden Rast Gidiyor? ismini verdiğim dosyada kötülüğü, kötüleri ve işlerinin hâlâ neden rast gittiğini kurcaladım. Bakalım dosyanın akıbeti ne olacak.,
Bilimsel tiranlık, kölelik, sermaye birikimi, sosyal yoksulluk, kavgalar ve ayrılıklar, reklamlar, yaşam ve yaşamak arasındaki fark, toplumsal evrim, modernlik mevzusu, dinselin çözülmesi gibi konularda suskun kalmak istemezdim. Söylediklerimin tamamen doğru olduğunu da elbette iddia etmedim fakat belki bir yol haritası oluşturmak için öyle de bakabilmeyi denedim. O yolu kitapta yerince sunmaya çalıştım, ama şimdi hep birlikte yeniden çizelim:
Bir kere şunu önerdim, bizler bir birey olarak kendimizi keşfetmek zorundayız. İçinde olduğumuz düzenin göz alıcılığına aldanarak değil, kendi içimize dönerek, mağaramıza geri giderek kendimizi keşfetmeliyiz. Bu çağın alçakları hepimize şu telkinde bulunuyor: Özgür ol. Düşünme, akletme, fehmetme, tilavet etme. Sadece özgür ol. Oysa sorunun kendisi üzerinde düşünmezsek sunulan biçimiyle kabul etmek zorunda kalırız. Mağaradakilere yansıtılan gölge oyunlarını hatırla. Birey olduğumuzu, çapımızı ve potansiyelimizi keşfedersek temsiliyetimizi de çözümleriz. Bireyiz ve insan olmanın erdemine layık yaşamak için varız. İnsanlığın erdemi de herkesin malumu olan haysiyet ve adaletle yaşamakla mümkün. Temsiliyetimiz insanlık temelinde başlayıp alt zeminlerde inanç ve değerlerimizle sürer. İnanç ve kabullerimizin tamamıyla devam eder. Eğer önce kendimizi sonra içinde olduğumuz ekibi doğru şekilde analiz etmesek birisi çıkar Just Do It! deyip sadece yapmamızı, akletmenin vakti olmadığını söyleyip bizi de kendi ürünleri gibi alınıp satılır kılar, öteki gelip saçmalamaktan korkma diyerek hudutsuzluğu meşrulaştırır. Haritanın ilk soruları belirdi: Haritanın ilk soruları belirdi: kimsin ve hangi ekibe dahilsin?
Bu soruları sorduktan sonra bir rahatsızlık hissedip mağaraya dönmemiz gerekir. İşler yazılıp çizildiği gibi mi bugüne geldi yoksa mağaradan çıkarken bir kurnazlık döndü mü? Tarihe hakkıyla bakarsak kurnazlığın döndüğü bariz. İlk insanın hikâyesinden kadının o hikâyede mağdur edilmesine, kadının sonradan kendisini fısıldanan telkinlerle daha da mağdur olmayı dilemesinden özel mülkiyetin birilerinin tekeline geçmesine; yeni keşiflerin ve reformların anlatıldığı gibi olmadığına; demokrasiyi ihraç edenlerin yaşadıkları yerlere zulüm ve eşitsizliği layık görmelerinden kötülüğün sistemleştirilip küreselleştirilmesine; insanın insana düşmanlığından özgürlüğün tutsaklıkla doğru orantılı olmasına kadar elimizi nereye atarsak avucumuzda yepyeni hayretler kalıyor. Tarih her şeyden, herkesten iştahla söz ederken bazılarını es geçiyor, güzelliyor, olmazsa olmaz ilan ediyor fakat işledikleri cürüm ve lanetlerden nedense çok da bahis açmıyor. Rahatsızlık duyulmayacak gibi değil. Mesela bu ayki metinde köleliğin yaşayan timsalini işlemeyi denedim. Arap kızı camdan bakıyor diye dilimize alıştırılan tekerlemenin arkasındaki yaşanan acıları anlatmayı denedim. Çünkü rahatsız edici bir tarafı var hikâyenin. Benzer şekilde yaşadığımız dünyada rahatsız edici çok şey var ve dünyayı yaşanmaz kılanlar, ekolojik dengeyi tahrip edenler, insanın temsiliyetine saygı duymayıp onu fabrikasyon ürünü haline getirenler ağız birliği etmişçesine dünyaya dönüp “hepimiz üzerimize düşeni yapmalıyız” diyorlar. Pişkince! “Hayır, biz değil, sizler üzerinize düşeni yapmalısınız!” demek zorundayız. “Hırsınızı genelleştirip ortaklar aramayın.”
Yol haritamız için ilk soruları sormuştuk. Soruların cevabı mutlaka akla-kalbe-vicdana hitap edecek şekilde olursa işler daha kolay yürür. Bilmeye cüret ederiz ve bu bilme cüreti, herkesin faydasına olacak şekilde işler. Bu yüzden şu an bulunduğumuz kuşku ve kaygı çağından kaçıp bir anlığına mağaraya dönünce çıkıp şunları söylemek istedim: inanç ve ideoloji arasındaki ince ayrımı keşfetmeliyiz. Böyle yapabilirsek inançlarımızın temsiliyetimizi, ideolojilerimizin ise bizi kendi içinde tutarlı küresel budala yapmaya teşne tarafımızı geliştirdiğini görebiliriz. Bilgi ve deneyime kayıtsız kalmamalıyız. Çünkü bazı bilgiler deneyimsiz, bazı deneyimler de bilgisiz var olur ve onları tespit edebilmek aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim kalmakla mümkün olur. Eğer bu ayrımı başarabilirsek sözgelimi ölümün bu dünyadaki yaşamımızı bitiren, hayatın sonsuzluğuna zeval getirmeyen tarafını da bilmiş oluruz. Deneyimlemek ise vakti geldiğinde. Böylece ciddi konuların edebiyatını yapmaktansa hikmetine eğilmeyi de denemiş oluruz. Yeni söylemler yerine doğru söylemleri tercih etmeliyiz. Burada da dilin yetkinliğiyle insanın yetkinliği arasındaki mesafeyi kısaltmayı amaçlıyorum. Böylece dili, eşyanın, yaşamın, görünenlerin ve görünmeyenlerin, yoksulun, yoksulluğun, gelişmenin ve haysiyetin dilini temsil ettiğimiz insanlık adına kullanabiliriz. Böyle yaparsak insanı insanla alçaltan işleyişin farkına varabiliriz diye düşünüyorum. Makineleri insana icat ettiren sonra da onunla yüzlerce insanı düzeninden eden kurnazlığın farkına varabilir; ölümcül hastalıkları tetikleyecek gıdaları yine insana ürettirip aynı hastalıkların çaresini bilim adına belli zümrelere ürettirerek zulmedenleri fark edebiliriz. Ya da atmosferi delik deşik edecek kadar gazı yine insanlara ürettirip ardından belli zümredeki insanlara “bu yıl falanca sektörde ülkemiz adına şunca ihracatı başardık” dedirten sistemi de tanırız. Bunlar gelişigüzel örnekler. Çok daha değerli olanları kendi çizdikleri mağaralarda nice isimler anlatıyor, yazıp çiziyor. Oraları okuyup yeniden ışığa çıkmak gerekir. Çözümlerden bir çözüm de budur.
Uzun uzadıya konuşabilirim. Bir yerde kendimi durdurmam lazım. Fırsat buldukça yerelde programlarda konuşup anlatmaya çalışıyorum. Darısı daha farklı yerlere deyip bu değerli röportaj için sana da çok teşekkür ederim. Hem yaptıklarını takip eden hem de muhabbetine düşkün birisi olarak konuşup vaktini aldım.
Herkese selamlar, hayretimiz bol olsun.
İzdiham
Röportaj: İbrahim Varelci