- Eserlerinizde genellikle toplumsal konuları ele alıyorsunuz. Kendi deyiminizle “toplumsal kırılmaları.” Tabi rüyalarla ilgili yazdıklarınız da var. Bize Bir Mağara Çizin ve Diğer Alçaklar Gibi adlarında iki kitap ve dergilerde yayımlanan metinler var. Odağınıza toplumsal konuları almanızda ayrıca bir sebep var mı?
Her ne kadar ilgilendiğim alan toplumsal olana dair olsa da bu söylemin içerisinde tastamam bir ciddiyetin barındığını düşünmüyorum. Bütünüyle didaktik, bütünüyle ciddiyeti elden bırakmayan veya felaket senaryoları üreten konulara eğilmiyorum. Fakat yaşadığımız her ne varsa tümünün yaşadığımız yerkabuğu üzerinde cereyan ettiğini ve bundan da etkilenenlerin biz insanlar olduğunu kabul edersek hepimizin yazdıklarında toplumsal kırılmaların olduğu sonucuna da çıkarız. Benim geliştirmek istediğim refleks, hem bir sosyal bilimci olmam hem de edebiyatın tozunu giderek daha fazla yutuyor olmanın verdiği avantajı kullanmaya dayanıyor. Bir yandan toplumlara dair ciddiyeti elden bırakmayan akademik sürecin içinden geliyorum diğer yandan kelimelerin gücüne yaslanarak insanlara ulaşabilmenin imkânını sunan edebiyatın içineyim. Dolayısıyla her iki alanın da kesiştiği noktada durmaktan yanayım. Böylece yalnızca bir tarafa devrilmenin riski yerine iki alanın keşişim kümesinde durmanın avantajlarını kullanıyorum. Okuyor, irdeliyor, kafa yoruyor ve kendi yaşadıklarımızla mukayese ediyorum. Sonra da onları hangi türde daha iyi ifade edebileceksem o türe has bir yolla sunuyorum. Bize Bir Mağara Çizin’de de aynısını yaptım, Diğer Alçaklar Gibi’de de. Dergilerdeki metinler için de durum böyle. Bazen toplumsal bir kırılmayı öykülere yedirip yazdım, aklıma hemen Endişeli Bilgiler Çağı geliyor, bazen de deneme türünün verdiği ruhsata sığınıp yazdım. Fakat değişmeyen tek şey her ne yazmış olursam olayım içerisinde gizlenen, onu ancak okurun bulabileceği toplumsal bir meselenin var olduğu gerçeği oldu. Rüyalara gelince, belki de ilk defa rüyaları tabir tuzağından kurtarmayı deneyen birisi oldum. Onlardan ortak bir uzlaşı geliştirmeyi denedim. Bu bir ilkti.
- Denemelerin yanında öyküler yazdığınızı da biliyoruz. İki farklı tür arasında niteliksel farklar var, bu farkların yazarken sizi zorladığı oluyor mu? Ciddi bir alan ile kurguya yaslanan bir başka alan arasındaki düşüncelerinizi merak ediyoruz.
Zorladığını düşünmüyorum. Aksine, anlatmak istediklerimin hangi türle en iyi şekilde anlatacağıma ikna olduğumda geriye sadece onu doğru anlatmak ve sunmak kalıyor. Zor olacaksa eğer, bu iki aşamada zorlandığımı söyleyebilirim. Çünkü okuru etkilemek, ona kur yapmak ve ürünün onun beğenisiyle varlığına karar vereceğini bilmek yeter miktarda baskı kuruyor. İyi bir başlık, metne mıhlayan bir giriş ve maksatlı bir içeriği sunmak kolay olmuyor. Kaldı ki kelimelerle oynamak, ifadelerin şaşırtan tarafını göstermek için can atan birisiyseniz işler yazarken zorlaşabiliyor. Yoksa deneme yazarlarının öykü yazamayacakları kanaatine katıldığımı söyleyemem. Bilakis, edebiyatımızın değerli birçok isminin iki türde de eser verdiği bariz. Bütün meselenin edebiyatın kendi içindeki onaylanmış kurallarına uymak ve ona saygı duyarak ilerlemek olduğuna inanıyorum. Yakın zamanda bir öykü dosyasını teslim edeceğim. Böylece anlatmak istediğim şeyin aslında ele alacağım konuya kendi düşüncelerimi dayatmak değil de yazacağım türe kendi derdimi yedirebilmek olduğunu bir daha anlatmış olacağım.
- Yerelde yaşarken ulusal birçok nitelikli dergide yazmak, birkaç derginin de yazı işlerinde görev almak size neler hissettiriyor? Merkezden -tabi merkez tabiri doğruysa- uzakta olmanıza rağmen merkezin gündeminde kalabilmenin üzerinizdeki izlerini merak ediyoruz.
Merkez ifadesi bana ister istemez taşra-merkez tartışmasını hatırlattı. Bir türlü nihayete erdiremediğimiz fakat ne hikmetse üzerinde konuştukça verimli yeni başlıkların türediği nadir tartışmalarımızdan birisidir merkez-taşra ikilemi. Yerelde yaşıyor olmam merkezden uzakta olduğumu görece kanıtlar, evet, fakat ilkin merkez-taşra meselesinin durduğu konumu netleştirmeliyiz, sonra oradan doğan artı veya eksileri. Eğer bir merkez var ise ve bu merkez illa taşranın ötekisi olacak ise o zaman mesele kendiliğinden ütopyadan çıkar, ideolojinin bataklığına sürüklenir. Yani farklı analizlerin edebiyat kanalıyla bir havuzda birikmesi güzelliğinden çıkan iş, merkezin dışındakilerin ancak hava alacaklarına uzanan gürültüye varır. Yerelde olmanın fiziksel birçok eksisi var. Üstelik yaşadığınız yerde çabalarınızı görmek yerine gözlerini yummayı dileyenler varsa o zaman merkez-efendi bir düşünce giderek büyür. Fakat nerde olursanız olun, yerelden yola çıkıp evrensele (ister topluma ister toplumlara) seslenebildiğinizde yazdıklarınız bir şekilde dolaşıma giriyor, öyle sınırları falan da dinlemiyor. O zaman da efendi olan merkezin neresi olduğu tam olarak belli olmuyor, zaten çok da önem arz etmiyor. Bugün Konya’da, Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te yayınlanan ve ulusalın gündemini belirleyen birsürü isim-yayınevi-dergi verebilirim. Aynı şekilde davet edip farklı şehirlerde fikirlerinizi işiten, işittiren merkezler buralar. Dolayısıyla merkezin olması, bir taşranın varlığına dayandırılmadığında sorun yok. Yine dolayısıyla merkezden uzak olmanın fiziksel sıkıntılarını çekiyorum, evet, fakat ulusal birçok nitelikli derginin kapıları hâlâ açık, davetleri açık ve yerelde aynı anda birden fazla önemli dergiye iştahla yazan birisi olmanın sorumluluğunu keyifle taşıyorum. Gerisini, yereldeki iyi yazan birsürü ismin görmezden gelinmesini düşününce yorulduğumu hissediyorum. Olan bu.
- Okurlarınızın yazdıklarınıza olan ilgisini de hesaba katarsanız, yazdıklarınızla okur arasında kurduğunuz bağ üzerine neler söyleyebilirsiniz? Siz yazdıklarınızın okurdaki hangi eksikleri giderdiğini düşünüyorsunuz?
Kısa bir süre sonra yayınlanacak metinlerimden birisinde eleştirinin merkezinde durmadan okuru koyduğumuzu fakat namluyu bir kez olsun aynaya neden tutmadığımızı ele aldım. Soru da buradan gelince onu hatırladım. Edebiyatın insanları sağalttığına, dinginleştirdiğine, hayatlarını çekilmez kılmaktan kurtarıp onlara inanılmaz kapılar araladığına dair durmayan tazyikler var. Kelimelere hak ettiklerinden fazla anlamlar yüklediğimiz için yazdıklarımızın okuru iyileştirdiğine, onulmaz boşluklarını bir kalemde doldurduğuna inanıyoruz. Fakat bunun aksinin de mümkün olabileceğini ya çok az düşünüyoruz ya da hiç düşünmüyoruz. Yazdıklarımın okur üzerinde illa bir boşluğu doldurduğunu düşünmediğimi söylemeye çalışıyorum. Çünkü okurun beni boşluk doldurma vazifesinden azletmediğini bilemiyorum. Bana yüklediği anlamda oynamalar yaptığını, beni kendi dertlerini anlatan elçi görevinden azat etmediğini bilmiyorum bu yüzden kendime okuru sağaltmak, onun adına konuşmak görevini yükleyemiyorum. Bazen huzurla ilerleyen bir hayatı yazdıklarımla sekteye uğratabilir, derdine dert de ekleyebilirim. Güzel güzel yaşayıp güzel güzel ölmeyi düşleyen bir sürü insana yazdıklarımla sorular, belirsizlikler, korku ve şüpheler yükleyebilirim. Bilemiyorum. Şurası muhakkak ki okuru hesaba katmadan yürüdüğünü söylemek kolaycılıktır. Okura kur yapmadan, yalnızca öyle istedi diye yazmak, üretmek ya yeterince birikmiş bir okur kitlesinin artık kaybolmayacağına sırtını yaslamanın rehavetidir ya da gerçekleri birtakım romantik izahlara kurban etme isteğidir. Şahsen bir şey için değil, ama bir şeyle yürümenin verimine yaslanıyorum. Bir mevzunun dışında kalarak yazıyor, fakat içeride bir yerlerde bir tarafa yaslanıp okurun da hangi tarafta yer almak istediğini ona bırakıyorum. Bu onlarla birlikte yürüyeceğimiz bir yol.
- Diğer Alçaklar Gibi adlı ikinci kitabınız da yayınlandı. Kitabın ismi ve kapak için hayli güzel yorumlar var. İçeriğiyle ilgili de bolca röportajlar, söyleşiler yapılıyor. Kapak ve isim seçimini yaparken nelere dikkat ettiniz? Özellikle belirtebileceğiniz bir kriter oldu mu?
Birkaç kez farklı biçimlerde söylediğim gibi, okura kur yapmak fakat bunu yaparken edebiyatın onaylanmış katı kurallarına saygı duyarak yapmak gerekiyor. Yani kültüre güvenip endüstrinin oyuncağı olmadan ilerlemek gerekiyor. Nihayetinde ortaya çıkan ürünü satın alacak insanlar onda fayda bulacakları tarafları arayacaklar. Bu da yazarın ortaya koyduklarıyla mümkün olacak. Kendisini kapakta, isimde, içerikte ilan edecek ki aynı kümenin elemanı olmak isteyen okuru davet etsin. Diğer Alçaklar Gibi’nin kapağını tasarlarken Merve Yaylacık’la bu noktaları enine boyuna tarttık. Kitap ismini ise çok önceden belirlemiştim, birkaç ekleme çıkarmayla son şeklini verdik fakat isimde de aynı çizgiyi, okurun beklentisini boşa çıkarmayan ama büsbütün kültür endüstrisinin oyuncağı da olmayacak çizgiyi korumayı önceledik. Kriter buydu.
- Son günlerde neleri okuyorsunuz? Okuduklarınız sizi hangi açılardan besliyor?
Sanırım öyle çizgisel, kronolojik bir okuma alışkanlığım olduğunu söyleyemem. Sıkı bir okur olduğumu söylemem gerekir, hatta geriye dönüp bakınca birçok başarısızlığımın yanında sadık kalıp başarıyla sürdürdüğüm tek şeyin okumak olduğunu da söylemeliyim. Fakat düzenli bir okur muyum, emin değilim. Yani bir kitabı okuduktan sonra rafa kaldırdığımı, sıranın yenilerine geldiğini söylersem beslendiğimi değil, abur cubura tamah ettiğimi ilan etmiş olurum. Çalıştığım masamda mutlaka çok sayıda kitap durur. Hepsinin arasında nerede kaldıysam orayı belirten bir kalem. Yeni edindiğim kitaplar da var, önceden okuduklarım da, defalarca okuduklarım da. Çalışırken, ihtiyaç duyarken, özlerken yeniden açıp okuduğum kitapları gözümün önünde tutuyorum. Özellikle şunları okuyorum dersem doğru da olmaz, liste uzayıp gider de fakat tabi başucu kitaplarım var. Mesela her gün ama her gün Binbir Gece Masalları’ndan bir kısım okuyorum. İnanılmaz bir eser. Yeni aldığım kitapları okuyorum, önceki okuduklarımı gözden geçiriyorum. Saatler sürüyor, çok da verimli. Konulara yaklaşım biçimimi besliyor. İlgili konularda söz söyleyebilme ruhsatı sunuyor. Hayal de kurduruyor, hayal kırıklığı da yaşatıyor. Neyle beslenmek istiyorsanız öyle besliyor sizi. Beni de tabii.
- Edebiyatımızın zengin olduğu, canlı bir havasının olduğu kanaatindeyiz. Siz içerinden birisi olarak edebiyat dünyamıza dair neleri gözlemliyorsunuz? Neler söyleyebilirsiniz?
Yazın dünyamızın kılcal damarlarını yorumlayacak, yargılar verecek veya tartının kefesine kendimce ağırlıklar koyabilecek durumda olduğumu düşünmüyorum. Bu yüzden meselenin bu tarafını işin ehillerine, hâlâ yaşayan ustalara ve yaşarken anlatan diğer ustalara bırakmayı yeğliyorum. Fakat elbet de söz söyleme inisiyatifim olduğunda mikrofonu kolay kolay bırakmıyor, bir çift söz de ben söylemiş bulunuyorum. Dediğim gibi, sosyolog olmanın verdiği analiz yetisiyle edebiyatın verdiği anlatım biçiminin imtiyazlarını kuruşu kuruşuna kullanıyorum. Yazdıklarımda bu konuya da etraflıca değindiğim oldu. Birisinde edebiyatın yetkili bayisi olmayı arzulayanları yazdım, diğerinde eleştirinin odağına okur yerine kendisini oturtmayan yazarları. Her ikisinde de genel tartışma odağım edebiyatımızın içerisinde olduğu durum oldu. Her alan gibi bu alanın da kendisine özgü köşe kapmaları, mızmızlanmaları, strateji ve bağıntısal gerçekleri var. Olmaması eksiklik olurdu zaten. Fakat bizdeki problemin, gördüğüm kadarıyla, mevcut kuralların da parçalanıp artçı kurallara dönüşmesi olduğuna inanıyorum. Ve tabi kaba tabirle ütopyadan ideolojiye kayan bir tehdit görüyorum. Teferruatı bahsettiğim metinlerde. Daha fazla başınızı şişirmeyeyim.
- Son olarak, yazın serüveninizin tamamını düşündüğünüzde geçmişe, şu ana ve geleceğe dair neler söylemek isterdiniz?
Gereğinden fazla romantik ve dram kokmasından korkuyorum fakat hissettiğim şey tastamam huzursuzluk. Basit, maksatlı ve rutin bir hayatı aradığım süre boyunca huzursuzluk hissettim. Artık onu aramayı da bıraktım zaten. Yorulduğumu henüz erken mi geç mi bilmiyorum ama, anladım. Yazın serüvenimi düşününce bazı isimlerin varlığı ve etkileri sevindiriyor, diğer birçoklarını görünce yapılan işin nereye gittiğini kestiremiyorum. Bu da üzücü geliyor. İsim vermemeye özen gösterdim ama bu soruyu isimsiz geçmek de eksik bırakacak. Bülent Parlak’ı düşünüyorum. Serüven diyorsak, eğer bir yol ise bu yolda onun bana ve ulaşabildiklerine yaptığını unutamam. Veya çok uzun zamandır Mustafa Uçurum’un yazılanları üşenmeden takip etmesi, değerlendirmesi, uyarılarda bulunması şahsen beni yazmaya teşvik ediyor. Sedat Anar’ın bir şekilde rehberlik etmesi, deneyimlerini paylaşması, sahip çıkması değerli bir duruş. Serkan Türk’ün yaklaşımı, teşvikleri, kararında desteği hem bana hem de eminim birçok kişiye bu işin bir lütfu. Diğer yandan belli bir kesim dışında kimseye bakmak akıllarına bile gelmeyen tonlar örnek var. Fakat sorsan aksini beyan ettikleri sayısız ifade, yazı, çizi. Bu da başından beri konuştuğumuz problemlerin bir ayağını oluşturuyor. Zor ve düşündürücü bir soru, yine de ortalama bir cevap verdiğimi düşünüyorum.
Röportaj- Çiğdem Yazıcı
İZDİHAM