Huzursuz Bir Sürgünün Yaşamı
Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca adlı eleştirel çalışması, Agora Yayınları’ndan Ferit Burak Aydar çevirisiyle yayımlandı.
20. yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Edward Said’in, 1966 yılında kaleme aldığı ve Şarkiyatçılık adlı başyapıtının öncülü kabul edilen Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca adlı eleştirel çalışması, Agora Yayınları’ndan Ferit Burak Aydar çevirisiyle yayımlandı. Said’in, Polonya’dan İngiltere’ye göç etmiş bir yazar olan Joseph Conrad’ın tüm eserlerini, mektuplarından yola çıkarak sömürgecilik eleştirisine tâbi tuttuğu eser, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Eleştirel Çalışmalar alanında özgün bir yapıt.
Conrad’ın, edebiyatının belirleyicisi olan ve geçmişin yeniden şekillendiği hikâyelerinde ortaya çıkan kişisel huzursuzluklar ile bundan doğan korkularının politik arka planını, mektup formunu kullanarak anlattığı kişisel anlatıları yoluyla değerlendiren E. Said, Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca’da ‘otobiyografi’ türünün inceliklerine de eğiliyor. Conrad’ın yaşamı ile eserleri arasındaki paralellikleri gün ışığına çıkaran kitap, bu bakımdan, Türkiye’de edebi bir tür olarak köklü bir geçmişe sahip olmayan otobiyografi türüne dair de fikir veriyor.
Kitabın önsözünde, Conrad’ın yaşamöyküsünün yoğunluğunun onun entelektüel yaşamının zengin tarihsel tanıklığından kaynaklandığını ifade eden Said, Conrad’ın, mektupları aracılığıyla kendini anlattığını, sorunlarını tanımladığını ve romanlarının kilit noktalarını oluşturan imgeleri, temaları ve anlatım biçimlerini ortaya koyduğunu belirtir.
Onun yazar kişiliğinin yaratımında belirleyici olan mektupları, yazarın kendini keşfetme arzusunun kişisel kayıtları olmalarının ötesinde değerlendirirken bu mektupları, I. Dünya Savaşı ile ardından yaşanan radikal dönüşümün etkilerini, Avrupa tarihinin kritik bir evresine tanıklık ettiği için edebiyatına yansıtan bir entelektüelin kamusal belgeleri olarak ele alır.
Said, kişiliğinin müphem taraflarını mektuplarında takıntılı temalara dönüştüren Conrad’ın novella olarak adlandırılan kısa romanlarını da yaşamının sırlarını ifşa etmek için yazdığını belirtir. “Polonyalı ve İngiliz, denizci ve yazar” olarak tanımladığı Joseph Conrad’ın mektupları ile kısa romanları arasındaki benzerlikleri ise, bir yazarın insani açıdan değerlendirilmesinde etkili olabilecek paralellikler olarak değerlendirilir.
Gerçekle Kurgu Arasında İnşa Edilen Bireysellik
Conrad’ın mektupları ile kısa romanlarının incelendiği iki ana bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde yazarın bireyselliğinin izlerini süren Said, Amerikalı yazar Henry James’de dâhil olmak üzere 1895- 1906 yılları arasında bir dizi yazara yazdığı mektuplarında yazarın, “bireyselliğini kaybetme korkusu” taşıdığını ifade ettiğini belirtir.
Conrad’ın, mektuplarında gitgide artan bu bireysel iktidar kaygısının yerini bir süre sonra yazacağı iki romanının aldığını belirten Said, bu romanlardaki ahlaki bağların gücünü, Conrad’ın hırslarını kontrol altına aldığının bir göstergesi olarak yorumlar. Said’e göre Conrad’ın her mektubu, onun modern dünyadaki bireyselliğinin bir denemesi olarak, yeni bilinç eşiği çizgisi aracılığıyla unuttuğu geçmişi ile şimdi arasındaki bağları kurmaya yarar.
Polonya’dan İngiltere’ye göç ettiğinde gemilerde çalışan ve buralarda, ana dili olmayan bir dili ileride roman yazacak kadar iyi öğrenen Joseph Conrad’ın dil ustalığı ise eleştirmenlerin dikkatini her daim çeker. Bu bakımdan Nabakov ile kıyaslanan Conrad’ın başarısı, denizcilik terminolojisini edebiyatta kullanmanın ötesinde kelimelerin farklı anlamlarını başarıyla kullanarak, okur üstünde büyüleyici bir dilsel atmosfer yaratabilmesinden kaynaklanır.
Edward Said de, çalışmasında, Conrad’ın Polonyalı olarak İngilizce kullanımının muazzamlığına dikkat çekerken, aslında onun başka bir dilin yabancısı olarak ‘kaybeden’ olduğunu belirtir. Conrad’ın, egemenin diline geçen göçebe olarak yaşadığı kayıp hissinin ona dilin sınırlarını aşma iznini verdiğini düşünen Said, Conrad’ın edebi başarısının, dış dünyada yaşadığı yokluk hissini edebiyatın kurgu dünyasında inşa ettiği bireysellikle ortadan kaldırma mücadelesinden kaynaklandığını düşünür.
Conrad’ın, egemenin dilini ters yüz ederek ele geçirme arzusunu ve kaybolduğu dilin edebiyat yoluyla efendisi olma arzusunu, mektuplarındaki çelişkili ifadeler aracılığıyla kanıtlayan Said; Conrad’ın “başarma ve ele geçirme” isteğinin bir ifadesi olarak, 1907 yılında kaleme aldığı bir mektubu örnek gösterir:
“Roman yazmaktansa hayalini kurmayı tercih ederim. Bir romanın hayalini kurmak gerçekten basıldığını görmekten çok daha güzeldir. Ve İngilizce benim için hâlâ ele geçirmek için muazzam bir çaba harcamam gereken yabancı bir dil.”
Karanlığın Yüreği ve Kayıp Benlik
1918’de, romancı dostu Hugh Walpole’a Avrupa’nın değişen çehresiyle ilgili yazdığı bir mektupta Conrad, kendilerine, yaşanan büyük felaketlerin, Avrupa’da yaşanan çalkantıları dindirmek için yapılan bir restorasyon olarak değerlendirilmesi gerektiğinin söylendiğini ve bu yüzden de, herkesin sessizce kendi köşesinde kaldığını belirtir.
Ancak Said’e göre Conrad, savaşların sebeplerinin açıkça ortaya konulmasından yanadır ve bu durumun politik zorluğunun farkında olduğunu da mektubunda şöyle ifade eder:
“Asıl sorun, asla insanlar kadar iyi olmayan liderleri ikna etmektir.”
Politik anlamda başarılı olamayacağına inandığından, entelektüel bir itiraz olarak Avrupalılık, Aydınlanma ve sömürgecilik eleştirisi yapmaya karar veren Conrad, Said’e göre, bu yüzden romanlarında egzotik mekânları kullanır. Said’in kitapta ısrarla vurguladığı politik boyut olan sömürgecilik eleştirisi, aslında Conrad’ın romanlarında izini sürdüğü kayıp benliğine, ancak kamusal alanda inşa edeceği yazar kimliğiyle ulaşabileceği gerçeğinin bir sorgusudur.
Bu bakımdan, Conrad’ın özellikle Karanlığın Yüreği adlı romanında geniş yer tutan dil kaybının benlik kaybını da beraberinde getirmesi teması, Avrupacılık idealizminin yarattığı kâbusun dehşetini de göstermek amacıyla, iktidar ve servet hırsından dolayı dilini kaybettiği için sonunda aklını da kaybeden Kurtz’un dramıyla anlatılır.
Afrika’nın uçsuz bucaksız Kongo nehrinde ilerleyen bir gemide, efsanevi denizci Kurtz’u aramak üzere bulunan ‘beyaz adam’ Marlow’un, yolculuğun sonunda sefil bir halde bulduğu dilsiz adam vaktiyle, Aydınlanma düşüncesinden hareketle siyah yerlilere ışıkla sembolize edilen medeniyeti ulaştırma idealindeki Alman bir denizcilik şirketinin yöneticisi Kurtz’dur.
Fildişi uğruna yerlilerin arasında kalmayı seçen ve onlara kendi dilini öğretemediği gibi kendi de o dili yitiren Kurtz, romanın sonunda delirerek ölür. Ya da, kendi yerine Afrika’ya çalışmaya gelen Marlow’un, Batı medeniyetinin yarattığı ışığın göz alıcı parıltısında kendini ararken rastladığı boşluğu doldurması için gönderilen bir çark dişlisi olmaması için öldürülür.
Sömürgecilik sonrası edebiyatı ile eleştirisinin gelişmesine de büyük katkıda bulunan Joseph Conrad ile Edward Said’i, Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca adlı çalışmada buluşturan esas nokta ise, Andrew Rubin’in belirttiği gibi, “her iki entelektüelin sömürgecilik düzenine doğması ve ana dillerinden uzakta sürgün hayatı yaşamalarıdır.”
Huzursuz bir sürgün olarak Conrad, benzersiz imgelemini ustalıkla kısa roman türünde buluştururken yaşamının kayıplarını, uyumu reddeden benliğinin giriftlerini ve kendine modern dünyada bir yer aramaktan vazgeçmeyen ruhunun gücünü edebiyata dönüştürür.
Onun eserlerini inceleyen, bir başka yersiz yurtsuz ruh Edward Said’de böyle bir çalışma aracılığıyla, entelektüel yaşamın bir cilvesi olmaktan ziyade, yaşamı edebiyat olarak gören ruhların tesadüfleri yazıya geçirme gücünü bir defa daha gösterir.
* Edward Said, Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca, (Çev. Ferit Burak Aydar), Agora Yayınları: İstanbul, İlk Basım: Şubat 2010, 288 sayfa
Yeliz Kızılarslan, Birgün
İzdiham