29 Aralık 2023

İbrahim Altun, Dostlar Kıraathanesi

ile izdihamdergi

Çocuklara neşe, büyüklere ise endişe veren bir beyazı vardı buraların. Kendimi bildim bileli soğuğun, ayazını kar beyazına demirlediği bu limandaydım. Değdiği her yeri buza yazan soğuğa inat dışarıdaki havayı, sıcak nefesiyle ısıtmaya çalışan insanların diyarıydı yaşadığım yer. 

            Coğrafya kadermiş öyle duymuştum birinden. Bu yerin kaderi beyazdı, kederiyse ayaz. Dağı, taşı, kuşu, ağacı, ırmağı kısacası her şeyiyle beyaza yazgılanmıştı burası. Bu öyle sıradan bir yazgı değildi; öyle ki koca bir şehrin soluduğu nefeste bile sadece beyazın tonu hâkimdi. Cadde ve sokaklarında telaşla koşuşturan insanların, yüklendiği yükü gidilecek menzile ulaştırmaya çalışan cılız atların, umudu çöplerde saklı olan dört ayaklı sadık dostların, daldan dala, damdan dama uçuşan serseri kuşların… Hepsinin ciğerlerinde ısıtıp soğuğa saldıkları nefeslerinde aynı renk, aynı yazgı vardı. 

            Beyaz…

            Beyaz halkalar…

            Beyaz buğulu sıcak halkalar…  

            Bir de sokaklarda kar beyazının emzirdiği esmer benizli beyaz yürekli çocuklar…

Beyazın kaderi, burada mı yazılmış; yoksa buranın kaderi beyaza mı yazılmış, bunu kimseler bilmezdi; ama herkesin çok iyi bildiği bir gerçek vardı; o da burada yaşayan her canın kaderinin de kederinin de onlarla onlara yazıldığı…  

            Büyükler “Soğuk, sıcağı aratır” derlerdi. Bundan olmalı ki her sıcak mekân, burada yaşayanların en büyük sığınağıydı. Sıcak neredeyse insanlar için toplanma yeri orasıydı. Mesela bir evin en kıymetli köşesi, sobası yanan odasıydı yahut çarşının en uğrak yeri, sıcak sobanın yanında çay ve muhabbetin demine vurulan sonrasında da uzun uzadıya oturulan kahvehanelerdi.

             Ah, şu kahvehaneler! 

            Namı diğer kıraathaneler…

            Zamanın ve insanın sessiz şahidi o yerler…

            Soğuğun buluşturduğu birbirinden uzak ama bir o kadar da birbirine yakın farklı dünyaların doluştuğu adresin adı olan kahvehaneler. 

            Hayat telaşesinde iyisi, kötüsü, hüznü, neşesi, dert tasasıyla bağrına koşan her insanı, fokurdayan çayının buharında ayrı ayrı demleyen ocağın tezgâhını nicesine dergâh yapan kahvehaneler. 

            Kendini arayanların en kalabalık sığınağı olan ve kaybolmuşluklarını kaybedene bulduran kahvehaneler.

            Farklılıkların en güzel ve en derin manzaralı kartpostalını sunan kahvehaneler.

            Kahvehaneler tam olarak buydu işte. Tıpkı Dostlar Kıraathanesi gibi.

            Ak saçlı, ağır başlı Kumlucalı Koca Yusuf’un Dostlar Kıraathanesi yok mu, buradaki kahvehanelerin en gözde olanıydı hatta kralıydı desek daha yeriydi. Boyacı Ahmet’in, Manifaturacı İsa Efendinin, Simitçi Hayri’nin, Manav Nazmi’nin, Deli Nuri’nin, Muhtar Rüstem’in Cingöz Cihat’ın, Molla Sinan’ın, Kambur Memo’nun, Pala Dayı’nın ve daha nicelerinin vazgeçilmez adresiydi, Dostlar Kıraathanesi. 

            Bu mekânın da yazgısında beyaz vardı; ama bu beyaz, dışarda üşüten beyazdan çok ama çok farklıydı, öyle soğuk değildi tam aksine sımsıcaktı. Burada beyaz, ocakta fokurdayan çayın buharındaydı; bir de sıcaktan terleyen pencere camının buğusunda. Bu Kıraathanede soğuğa yer yoktu.  Anlaşılan oydu ki Kumlucalı Koca Yusuf’un bu şirin mekânında sıcaklık, müebbet hapse mahkûmdu.

 Çoğu insan, buranın dünyanın en soğuk yeri olduğunu düşünürdü oysa evrenin en soğuk yeri umudunu yitirmişlerin gözleriydi. Burası her şeye rağmen umudunu yitirmemişlerin yeriydi bu yüzden dünyanın en soğuk yeri burası kesinlikle değildi hele ki Dostlar Kıraathanesi hiç ama hiç değildi.

             En çetin kışların bile sert ayazına yıllardır meydan okuyan, daima fokur fokur kaynayan, başından buhar hiç eksik olmayan kocaman bir çay kazanı ve o çay kazanının buharında demlenen sıcağa vurgun bekleyen bir yığın yorgun insan…  Sigara dumanından artık sarıya çalmaya başlayan bu yüzden beyaz demeye bin şahit arayan koyu mat bir tavan ve tavana yakın bir yerde duvara asılı duran demirden bir kafes… O demir kafesin içinde, kafesin uzun esaretinden usanmış, sonrasında uçmayı unutmuş garip bir kuşu andıran siyah camlı dikdörtgen çerçeveli radyonun resimlisi tuhaf bir kutu… Kumandasının sırra kadem bastığı günden beridir üzerindeki düğmelerle açıldığından dişleri dökülen nineler gibi sırıtıp duran ve ne zamandan beridir silinmediğinden üstündeki tozun grisine boyanan modası geçmiş tüplü bir televizyon… Televizyonun hemen alt tarafındaki duvar kenarında makam koltuğu gibi başköşeye bırakılan, hayli yıpranmış ve yer yer yırtılmış olan, siyah deriden bir koltuk… Koltuğun önüne bitiştirilmiş üzeri çiziklerle dolu, boyası soyulmuş eskice bir masa…  Masanın üzerinde rengârenk yapma çiçeklerle doldurulmuş bir vazo, vazonun yanı başında kahverengi kalın bir ajanda ve ajandanın az ötesinde duran günü geçmiş birkaç gazete… Sağlı sollu duvarlar olabildiğince dolu. Başköşede ve en yukarıda “Mal bizim mülk Allah’ındır” yazılı bir levha. Hemen altında küçük dünyamız olan bu şehrin her ayrıntısını gösteren büyükçe bir harita. Haritanın sağında duvara asılı kopuk telli, yaslı ve suskun bir bağlama. Batan her günün ardında kalan yaprakları bir bir kopartılan, durmadan soğuğun terhisini sayan bir takvim ve takvimin üstünde benim en sevdiğim ve aralıksız her gün gittiğim yer olan Bahar Kasabı’nın reklamı. Karşıda duvara çivilenmiş desenli bir kilim… Kilimin etrafında gelişi güzel bir şekilde asıllı duran birkaç resim… resimlerin arasında altın sarısı büyük çerçevesiyle göze çarpan geçmişten kalma vesikalık bir fotoğraf ve fotoğrafta yukarı doğru bükülmüş post bıyıkları ve sertçe bakışları zamanda dondurulmuş halde duran heybetli bir adam, Kumlucalı Koca Yusuf’un babası namı diğer Zor Ali.

            Dostlar Kıraathanesi, kışın ayazında yanan yüreklerin çarptığı büyük dünyaların sığınağı olan küçük bir mabetti sanki. Soğuğun üşüttüğü bedenler, hep burada kurardı sıcacık düşlerini. Canı sıkılan kimse can sıkıntısını burada atar; yüreği daralmışsa birinin buraya gelip ferahlardı. Soğuğun kucağında ayazın ninnisiyle büyüyen insanlar, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tek tek damlardı dostlar kıraathanesinin kırmızı yeşil gül desenli ahşap kapısından içeri. Güneşin yıllar yılı uykuda yakalayamadığı ender insanlardandı Kumlucalı Koca Yusuf. Gün doğmadan doğardı onun ekmek kavgası. Sabah namazından evvel evinden çıkar, ekmek teknesini “Bismillah” diyerek açardı. Başına ve yüzüne sardığı adına ”Egal” denilen kahve, yeşil renkli siyah püsküllü dört köşeli kocaman bir atkısı vardı Koca Yusuf’un. Atkısını başına ve yüzüne öyle sarar sarmalardı ki sadece gözleri görünürdü atkının arasından. Değil mi ki sokaklarda yürüyen herkes birbirine benzerdi buralarda. Her yanı soğuğun beyaz pusuyla kaplı atkılarla sarılı başlar vardı sokaklarda ve o atkıların arasında kaşları ve kirpikleri buz tutmuş soğuğun ihtiyar beyazına boyanmış insanlar dolaşırdı karla kaplı yollarda. Her göz, bir diğerinin gözlerini görürdü sadece. Buz tutan kirpiklerin arasından kaşı kirpiği buz tutan gözlere bakardı herkes.  Kimse bir diğerinin yüzünü görmezdi ama nasıl oluyorsa her biri, bir diğerini gözlerinden tanırdı; selamlaşır, kucaklaşırdı. Bir bakışta adamı gözünden tanıyan insanların hepsi burada yaşıyordu sanki. İnsanın kendine bile yabancılaştığı bu çağda insanı, bir bakışta gözlerinden tanıyanların diyarıydı burası. 

Kumlucalı Koca Yusuf da öyle bir adamdı. Bir bakışta tanırdı kendine yaklaşanı. Hatta Dostlar Kıraathanesi’nin kırmızı yeşilli gül desenli kapısından girdi mi biri içeri; onun hangi çayı sevdiğini, çayı limonlu mu, çiçekli mi, ince belli mi, demli mi, açık mı yoksa kıtlama mı içtiğini bilirdi hiç sormadan. İşine, ocağına, o adına “Dergâh” dediği ekmek tezgâhı olan çay kazanına sonsuz bir aşkla bağlıydı. Öyle ki her sabah apayrı bir şevk taptaze bir zevkle koşardı dergâhına. Kapı önünde beklerdim hep onu. Dakik adamdı Kumlucalı Koca Yusuf. Kendimi bildim bileli hep aynı saatte açardı Dostlar Kıraathanesi’ni. Yüzünde hep bir sıcak tebessüm vardı. O sıcak tebessümle ısıtırdı gönülleri ve o tebessümün sıcaklığıyla bana yaklaşır, başımı okşardı. “Şimdi üşümüşsündür; haydi gir içeri de biraz ısın kerata” diyerek davet ederdi, alırdı beni sıcak dünyasından içeri. İçeri girer girmez yukarı doğru bükülmüş post bıyıkları ve heybetli bakışlarıyla karşı duvarda asılı duran babası Zor Ali’nin siyah beyaz resmine bakardı ardından yüreğini avucuna alarak ona okkalı bir selam çakardı saygı ve gururla karışık bir duyguyla. Ne de olsa baba yadigârıydı onun dergâhı ve bu yadigârın yegâne hizmetkârı ondan başkası da değildi. Her yanı birbirinden güzel desenlerle işli, yan tarafına “Dostlar Kıraathanesi” yazılı bakır çay kazanına koşardı hemen. Kazanı, buza kesmiş suyla doldurmak olurdu ilk işi. Sonra yürek ateşine eş ateşi yakardı çay kazanının altına. Soğuğu yıkmak için yakması gereken bir ateş daha vardı. Önceki geceden hazırladığı kuru odunları taşırdı kömür sobasının yanı başına. Ekmek kavgası, soğukla verdiği savaşla başlardı her sabah. Ama daima soğuk, yenilirdi Kumlucalı Koca Yusuf’a. Sıcaktan buğulanan camların ardından yaklaşan ağır aksak ilerleyen gölgeler görülürdü önce. Her adımda yaklaştıkça biraz daha büyüyen dalgalı ve buğulu gölgeler açardı Dostlar Kıraathanesi’nin kapısını.

***

Sabah namazından cami çıkışında sonra limanına yaklaşan gemi misali Dostlar Kıraathanesi’ne ağır ağır usulca yanaşırdı ömür tekerleğinin aşındırdığı yorgun ayaklar. Kapıyı ilk gıcırdatan genelde Molla Sinan olurdu. “Esselâmun Aleyküm ve Rahmetüllâhu ve Berekâtuhu ey dostlar dergâhının Koca Yusuf’u!” diyerek upuzun bir selam vererek girerdi içeri. Sonra yıllar yılı oturduğu kıraathanenin baş kösesine geçer elinden hiç düşürmediği tespih tanelerini çeker gibi ara ara derin derin iç çekerdi. Ne içindi bu iç çekişler kimseler bilmezdi. Zaten hep bir iç çekiş sesi duyulurdu bazı masalardan. Bu derin ahların ağır yükünü uzun zamandır taşıdığından olsa gerek bazı masaların demir ayakları daha fazla dayanamayıp eğilmişti. Dengesini yitiren bu masalar sallanıp dururdu. Sorun çözmekte Koca Yusuf’un üstüne yoktu. Her soruna olduğu gibi bu soruna da bir çözüm bulmuştu. Masaların dengesini bozan ayağın altına ya bir tahta ya da katladığı bir karton parçasını koyar böylelikle masalar dengeye kavuşur başka bir ahın altında ezileceği güne kadar bir daha sallanmazdı. İşin açıkçası demir ayaklı masaların bile dengesini bozan onları sarsıp duran bunca ah neyin nesiydi bir türlü anlam veremiyordum. Sahi demirden ayakların dahi taşıyamadığı bu ah yüklerini et ve kemikten olan insanlar nasıl taşıyabiliyordu ki! 

Çok geçmeden Manifaturacı İsa Efendi, Manav Nazmi, Boyacı Ahmet, Muhtar Rüstem Cingöz Cihat, Kambur Memo ve Pala Dayı gibi Dostlar Kıraathanesi’nin demirbaş müdavimleri tek tek damlardı içeri. Kimi Boyacı Ahmet gibi bir köşeye geçer çay beklerken bir şeylerle uğraşıyor gibi yapardı. Kimi Pala Dayı gibi her zaman yarım kalan ama asla tamamlanmayacak olan dünden kalan muhabbetini çayın buharında demlemek için dost masasına koşardı. Kimi de Cingöz Cihat gibi o masadan bu masaya seslenir, daldan dala konudan konuya atlar etraftakilere takılarak kendine bir eğlence arardı. Bazısı da vardı ki Kambur Memo gibi ağzını bıçak açmaz, sırtındaki ve omuzlarındaki ağır yükten olsa gerek hiç ama hiç konuşmaz, öylece hep susar, sadece sessizce çayını yudumlardı ve dalıp giderdi gözleri kimseciklerin bilmediği yerlere yol alırdı düşleri. Hele bazıları yok mu Manifaturacı İsa Efendi gibi sürekli hesap kitap yapar, işin içinden çıkamadığında da “Bu kötü gidiş nereye kadar be arkadaş? Ah şu seçim bir gelse! Bu hükümet bir düşse!” diye diye dişlerini sıkıp başını sallayarak yumruğunu masaya vururdu. Ardından kızıl kıyamet kopardı. Manifaturacı İsa Efendi ile Muhtar Rüstem arasında artık herkes tarafından malum olan kısırdöngüye giren hararetli bir siyasi tartışma başlardı. Derken tartışmanın en ateşli anında Kumlucalı Koca Yusuf imdada koşardı. Elindeki tepsiye doldurduğu buharı üstünde karanfil kokulu çaylarıyla söndürürdü harlanan bu anlamsız ateşi. “Aman kimse yanmasın, kimsenin canı acımasın bu ateşte!” derdi ve tebessüm ederdi.  Değil mi ki her ateş bir suyla sönerdi; bu yüzden her tartışma karanfil kokulu çayla biterdi Dostlar Kıraathanesi’nin dost meclisinde. Manifaturacı İsa Efendi ile Muhtar Rüstem ne tuhaf insanlardı; meclis kürsülerinde birbirlerini yedikten sonra aynı meclisin lokantasında sofrada birbirine yemek yediren mebuslara benziyorlardı. Her tartışmanın sonrasında tartıştıkları masada birbirine çay ısmarlarlardı. Ardından “Çay parasını ben vereceğim” diye yine kavgaya tutuşurlardı. 

Bir türlü anlam veremiyorum insanlara. Hep merak ederim acaba kavga etmeyi niye bu kadar çok sever insan? Ama bir şeyi çok iyi biliyordum, herkesin bir kavgası vardı, adı dünya olan şu fani mekânda. Bazısının kavgası oturduğu ya da oturmayı çok ama çok istediği ve uğruna her şeyi yapabileceği kocaman rahat bir koltuktu. Bazısının kavgası gagasında tuttuğu ekmek parçasıydı. Kavgası, canının yongası olanlar da vardı mesela. Buna ekmek kavgası diyorlardı. Bu kavgayı verenler hep en güçlü aslanlarla kavga ediyorlardı; zira onları yaşatacak şey, o aslanın midesindeydi. Öyle diyorlardı. Hatta eskiden o şey, aslanın ağzındaymış ama her ne olduysa birden aslanın midesine inmiş. Şöyle düşünüyorum da ne zor bir kavgaydı bu. Zira aslanlarla kavga edenler genelde zayıf çelimsiz gariban denilen insanlardı ve karşılarında duran aslanın keskin dişleri, güçlü bir çenesi ve ölümcül yırtıcı pençeleri vardı. Kim başlatmıştı ki bu kavgayı bilmiyordum; ama bildiğim bir şey vardı ki o da bu kavganın hiç de adil olamadığıydı. Belli ki bunu vahşi kavgayı başlatanlar ya bu kavgadan habersizlerdi ya da çok ama çok adaletsizlerdi. Evet, kesinlikle böyle olmalıydı; yoksa bunun başka bir açıklaması olamazdı.

Sahi ne çok kavga vardı birbirine bu kadar yakın olan ve birbirine bu denli benzeyen ve ne çok kavga vardı diğer kavgalardan olabildiğince uzak duran diğerlerine asla benzemeyen. Tıpkı kavgası hiçbir kavgaya benzemeyen adını bile bilmediğim tuhaf bakışlı adamın kavgası gibi. . Maksadı neydi, kavgası kiminleydi, ne içindi? Hiç bilinmezdi. Sıklıkla Dostlar Kıraathanesi’ne gelir, bir köşeye sessizce geçerdi. Elinde ve cebinde hep kalın kitaplarla gezerdi. Cebinde taşıdığı sırlarla dolu bir sandığı andıran küçük bir defteri vardı. Bazen elindeki kitaplara dalar, dakikalarca okur dururdu; ara ara önündeki çayı yudumlayarak ve çoğu zaman da içmeyi unutarak. Bazen kaşlarını çatar, sigarasını yakar, öylece uzaklara bakar, dalardı; sonra ciğerlerini yakan dumanı derin bir ahla dışarı salardı. Bazen de cebindeki sır sandığını açar hep yanında taşıdığı kalemini çıkarır, saatlerce bir şeyler yazardı. Yazarken ne tuhaf olurdu, halden hale girer gâh hüzünlenir, gözleri dolar gâh ışıl ışıl parıldayan gözlerle gülümserdi. Ne yazardı, kime niçin yazıyordu, kavgası neydi, kiminleydi, hem bu kaygı ne içindi? Kimsecikler bilmezdi, Kumlucalı Koca Yusuf ve Molla Sinan dışında.  Dipsiz bir hüznün kuyusunu andırıyordu gözleri; ama görenin gönlünü okşayan bir bakışı vardı ki ona bakanın içini ısıtırdı. Bazen uzun uzadıya etrafı süzerdi. Kimi zaman da şefkatle boyadığı gözleriyle tatlı bir tebessümle beni izlerdi. Beni ona çeken bir şey vardı, neydi bilmiyordum; ama ne zaman bana baksa onun yanı başında kendimi buluyordum. Beni kucağına alır, kollarıyla bedenimi sarar ve durmadan başımı okşardı. Başımı öyle güzel öyle şefkatle okşardı ki mutluluktan kendimden geçerdim. Zaten başımı, bir Kumlucalı Koca Yusuf bir de o tuhaf bakışlı adam çok güzel okşardı. Onların sevmesi bir başka güzeldi apayrı hoşuma giderdi. 

Simitçi Hayri ve Deli Nuri vardı bir de. Onlar, ne çok sevilirlerdi ve ben onları ne çok severdim. Çünkü gülmek, en çok onlara yakışırdı. En güzel onlar gülerdi. Yüzlerinde herkesi güldüren o sıcacık gülmeleri asla eksik olmazdı. Nedendir bilinmez ama Dostlar Kıraathanesi’nin kırmızı yeşil gül desenli ahşap kapısından onlar girince içeri gül bahçesine dönerdi her yer. Onlar güldü mü herkes gülerdi, güller açardı her birimizin yüzünde. Hatta en asık suratlı Kambur Memo bile gülerdi. Hele ki Cingöz Cihat yok mu onların gelişini iple çekerdi. Hayatı, her an gırgıra alan Cingöz’ün lakırdısı eksik olur muydu hiç? Deli Nuri’yi masanın baş köşesine oturtur, ona ince belli bardakta limonlu çay isterdi. Şekerini bile Cingöz Cihat bizzat atar, bir güzel karıştırır ve Deli Nuri’ye öyle uzatırdı. Derken Nuri’ye durmadan hinliğe bandığı sorular sorardı diğer masadakilere sataşmanın bir yolunu bulmuş olmanın heyecanıyla. Cingöz, sordukça Nuri başlardı konuşmaya ve kendi dünyasından mahalle ahalisinden haberler verirdi. O konuştukça ucu kendine dokunan ve Cingöz2e malzeme olduğunu düşünenler sinirle kıvranır, durmadan homurdanırdı; diğerleri ise kahkahalara boğulurdu. Cingöz Cihat da sanki büyük bir iş başarmışçasına böbürlenir ve muzipliklerine devam ederdi. Nuri’ye “Deli” diyorlardı; ama bence deli olan Nuri değildi. En azından ben öyle düşünüyordum. Değil mi ki Nuri hep gülüyordu, güldürüyordu. Ona, olsa olsa “Mutluluk delisi” denebilirdi ancak. Şöyle bir etrafa bakınca ne çok mutsuz akıllı vardı. Kim bilir belki de asıl deli, mutlu olmak için onca sebep varken hep mutsuz olan o akıllılardı. Sahi mutlu bir deli olmak mı yoksa mutsuz bir akıllı olmak mı daha zordu gerçekten zor olan hangisiydi?

 Hayri’ye gelirsek onun mis kokulu gevrek simitleri vardı; simitlerini hep başının üstündeki kocaman bir tepside taşırdı. Daha küçücük bir çocuktu oysa. Yaşıtları, dışarıda oyun oynar, kardan adam yapardı; ama o, bu zorlu hayatın yoksulunu oynamak zorunda olan, karda kışta simit satan, minik dev bir adamdı. Belki diğer çocuklar gibi çocuk olamamıştı; ne var ki çocuk kalmayı çok iyi başarmıştı. Gülmek, ona nasıl da yakışırdı! Hayri, girdi mi içeri, açlıktan midesi guruldayanların gözleri ışıl ışıl parlamaya başlardı. Dostlar Kıraathanesi’nin karanfil kokulu çayına onun mis kokulu simitleri iyi gidiyor olmalı ki önünde çay olan herkes bir de simit isterdi Hayri’den.  Hayri, üşüyen ellerini unutur, ellerini ısıtmadan önce simitlerini bir an evvel satmaya çalışırdı. Üşümeye alışmıştı elleri. Hem simitleri satmalıydı; ne de olsa satamasaydı daha çok üşüyecekti elleri. Evet, üşüyen Hayri’nin simit satan elleriydi peki ya onun çocuk ellerini üşüten sadece soğuk muydu? O halde neden her çocuğun eli Hayri’ninki gibi üşümüyordu. Her eli, aynı şekilde üşüten soğuk, neden Hayri’nin ellerini farklı üşütüyordu ki? Anlaşılan Hayri’nin ellerini soğuktan başka üşütenleri vardı.  Doğrusu onun çocuk ellerini üşüten kimdi, kimlerdi asla bilinmezdi. Cevabı olmayan sorulara “Kader işte” diyorlardı.  Hep düşünürdüm tam olarak neydi bu “Kader” dedikleri şey? Kimi “kader” diyordu ona kimi de “keder”. Adı ne olursa olsun fark etmiyordu. Kaderi, keder olan da vardı; kederi, kader olan da. Bazısının kaderi kara, kar beyazına yazılmıştı bazısınınsa sadece kara… Hem de beyazı olmayan, kar ayazından daha soğuk olan bir kara…

Neyse insanlara dalıp kendimi unuttum yine. Şu Bahar Kasabı yok mu hiç böyle yapmazdı. Bugün ne kadar da geç kaldı canım… Karnım da bir acıktı ki hiç sormayın. Aha da çıktı. Elindeki ciğer mi ne? Evet evet, kapının önüne döktüğü şey kesinlikle ciğer. Onu nerde görsem kokusundan tanırım. En sevdiğimden hem de. Aman aman çekilin yoldan, öleceğim açlıktan. Haydi, birileri kapatmadan çıkayım şu kapı aralığından. Hem diğer dört ayaklı dostlarım benden önce davranmadan alayım ciğerin en lezzetli tarafından. Yettim gayrııııı bekle beni ciğer geliyorummmmm… bak geldim işte diğerleri gelmeden yetiştim sana. Nım hımm nım nım nım hım nım… çok lezzetli hımmmm nım nım ne kadar da tatlı. Ne olur kızmayın bana. Ben insanlardan öğrendim ciğer gelinceye kadar zaman geçirmek için başkalarına gülerek, ağlayarak, beklemeyi ve onlara acımayı… Sonra ciğer gelince her şeyi unutmayı herkesten kaçıp ciğere koşmayı ben insanlardan öğrendim.

Değil mi ki her şey ciğer içindi ve onu görene kadardı…

İZDİHAM