4 Mart 2016

İbrahim Paşalı, Dinsiz Toplum, Çantasız Kadın

ile izdihamdergi

Sevdiğiniz rock şarkılarının sözlerine yakından bakarsanız, arabeskle göz göze gelirsiniz. Bizim arabesk dediğimize, gâvur kardeşlerimiz rock müzik diyorlar.

Doğuluların Arabeski varsa, batılıların Rock müziği var.

Bizim “damar” dediğimize, onlar “kaya” diyorlar.

Popçular “eller havaya”, rockçular “yumruk havaya” diye bağırırken, arabeskçiler duvarı yumrukluyor. Özeti bu.

Her özet gibi bu özet de eksik kuşkusuz. Uykusu kaçanlar, canı sıkılanlar, telefonu çalmayanlar için, 7/24 tartışmaya da açık. Sınırların ortadan kalktığı bir dünyada, bundan müzik de nasibini almıyor mu? Sonuçta, her şey gibi birbirine karışmaya başlamış müzik türleri hakkında bir yazı değil bu; şarkılara hâkim olan dünya görüşü hakkında konuşuyoruz.

Her müzik eseri, hayatın özetidir. Her şarkı dünya hakkında bir hikâye anlatır. “Eller havaya!” diye bağıran şarkıcıların haricindekiler, yani yara(r)lı müzisyenler, enstrümanına yaslanarak ayağa kalkmaya çalışırlar. Ayaklanırlar, isyan ederler.

Müzisyen, dünyaya baktığında ne görüyorsa, onu söyler, dünya görüşünü seslendirir. Tamirci Çırağı ve Fabrika Kızı”nı hatırlayacaksınız. Fakat Nick Cave”in Kindness of Strangers şarkısını da unutmayın: bit.ly/1u6AcTE

Elbette bugünlere gelebilir, bugünlerden örnekler de verebiliriz.

Yalnız başına araba sürerken iyi bir yol arkadaşı olması, saçları dağınık, gözleri kara, sözleri karamsar, arabesk bir şarkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sevgilisi gitmiş insan, çölde atını kaybetmiş gibi çaresiz. Yere kapaklanmış, sürünerek geri dönmeye çalışıyor. Beyhude yere: bit.ly/J601xJ

Enstrümanlar, dil veya müzik türü değişiyor, ama bütün bu gerçekler hakikati değiştiremiyor. İçimiz veya dışımız çöl gibi göründüğünde, her şey arabeskleşiyor. Sonrası, şairin dediği gibi oluyor: “Bir kum tanesiyim ama çölün derdini taşıyorum.” Her şey ağır geliyor.

Arabeskin anlamına doğru yolculuk ettiğimizde çölden başka kimse karşılamayacak bizi. Çölden bugüne kadar ya eşkıya ya peygamber çıkmış; ortası yok. Arabesk şarkılar da -içimizdeki veya dışımızdaki- çölden çıkıyor; ortası yok.

Müzik türü değişince, dünya görüşü değişmiyor. Zerrin Özer”in Son Mektup”u bayrağı Son Dans”a veriyor. Indila, Fransızca arabeskin en güzel örneklerinden birini seslendiriyor: Derniere Dance.

Varoşun değil kentin arabeskini yapan Gripin gurubu, Bir cevabın var mı şarkısında, nasıl da güzel seslendiriyor o hali:

“Ben kendimi sevemezken,

Çaldığım her yabancı kapının ardında,

Ben de kendimi aramadım mı?”

Kapıları çalmaya, kendimizi aramaya devam edelim. Şu kapının arkasında, Halikarnas Balıkçısı olarak tanıdığımız Cevat Şakir Kabaağaçlı mektup yazıyor. Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat”a yazdığı bir mektupta “Hakikatle flirt edemem” diyor.

Hakikati hafife almayan, hayatla flört etmeyen herkes için hayatın üç boyutu ve özgül ağırlığı var. İşte bu ağırlık, insanın belini bükebiliyor, dengesini bozabiliyor, uçtan uca savurabiliyor. Bir uçta “eller havaya” varsa, diğer uçta “yumruk havaya” var. Bu ikisinin ortasındaysa “ölçülü insan” (medeni) duruyor.

Halikarnas Balıkçısı”nın mektubundan alıntı yaparak söylersek, daha iyi anlaşılacak:

“Einstein ölmeden önce tahsilin hedefi “muvazeneli insandır” diyordu. (Muvazeneli: Dengeli. İ.P) Bittabi “kafası muvazeneli” yani herif edindiği ihtisası, gövdesine yabancı bir cisim imiş, tepesinde şapka imiş gibi durmayacak. Zaten adam “exper”lerden nefret ederdi. [kendisi matematik bir exper olmasına rağmen, amma onun öte tarafları matematik “expertise”i kadar gelişmişti.] Yani her cihetteki bilgin muvazeneli olacak. Yüreğinin çarpışı, ciğerlerinin soluyuşuna denk olacak.”

Zorluğu görünce, yüzünüz asılmasın hemen. Hiç kimsenin gülüşü kovmaya hakkı yok. Bunu da bir güzel açıklıyor Halikarnas Balıkçısı:

“Hiçbir hakikatın –gülüşü tardetmek suretiyle- hayatın topunun üstüne abanmağa hakkı yoktur.”

Muvazeneli/dengeli/medeni insanların yokluğuna delil aramaya gerek var mı? Herkes kendi dünyasında, kendi çapında çılgınlığa meyilli. Çılgınlık bir trend ve herkes bu trende. Sınıf farkı yüzünden vagonlarımız farklı, yoksa hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Aklı başında, ölçülü insan bulmak, Mars”ta su bulmaktan zor belki de.

Niçin “çılgın proje”lerimiz var da, kimsenin keyfi olarak değiştiremediği “ölçülü imar planlar”ımız yok?

“Çılgın Türkler”in yazdığı Gezi parkı manifestoları da arabesk, Osmanlıcılık söylemleri de.

Saçımızın rengini değiştirmek, kafamızın içindekileri değiştirmekten daha kolay. Saçlarımızı kızıla boyatarak veya örterek sıra-dışı olmuyoruz; sadece sıramızı değiştirmiş oluyoruz.

Dedelerimiz, bir çift öküz ile ekilebilen topraklara, “çift”lik dermiş. İsmiyle müsemma, yani anlamı adında saklı, gücünü basitlikten alan bir dünyaymış onlarınki. Bugün tarım toplumu hakkında ahkâm kesenler, daha bu basit gerçekleri bilmiyorlar. Konuştukları konunun terimlerine, terminolojisine hâkim değiller. Göçebe toplumsak, altı yüz yıl boyunca niçin bu topraklardan göçmedik, şehirler inşa ettik? Kaleler inşa etmekle yetinebilirdik.

Zorunlu din dersi tartışmalarına bakın. Hikâye aynı, figüranlar farklı. Oysa din, dindarlara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir. Fakat laik aydınımız dini ciddiye almıyor, öğrenilmeye değer bulmuyor.

Empati yapmak zor değil: Kuşkusuz din bir yük. Fakat hayat böyle bir şey.. Kadınlar için çanta neyse, toplumlar için de din odur. Dinsiz toplum, çantasız kadın olmuyor, olamıyor.

İbrahim Paşalı, Yeni Şafak
İZDİHAM