İbrahim Paşalı, Salinger’in telefonunu bilen var mı?
Üçüncü gidişimde de, insana güneşli bir yerlerde olmayı özlettiriyordu Ankara. İstanbul gibi karışık değildi kafası. Kararlıydı, düzenliydi insan’ın üzerine üzerine yürüme konusunda…
Resmi binaları, elimden tutup ilkokul griliğine götürdü beni. Benim de bir baltaya sap olmam istenmişti! Beynimle, kalbimle, yeteneklerimle, her şeyle ve herkesle ilişkimin kesilmesini, kopmasını istememiştim… Ankara’da da parçaları bir’leştirme ümidiyle saatlerce yürüdüm. Trenle dönmeye karar verdim.
Ne çok severim tren yolculuklarını. Hele, yalnız başınaysam; sınırlar kalkar, nüfus cüzdanımı unutmam kolaylaşır. Tren dağların arasında süzülürken, beynimdeki kelimeler de vicdanımdan bir bir süzülür; tek tek elden geçirir, temizlerim onları. Dünyama sızmış, işe yaramayan gri kelimeleri trenin penceresinden atarım. Her yolculuğun sonunda, insanlar, az konuşmamı, yorgun olmama bağlayıp dururlar…
Bir saat olmuştu yeni aldığım kitabın sayfalarında yolculuğa çıkalı. Terlemeye başlamıştım. Pencereler açılmıyordu. Kitap oldukça iyiydi. Ama makinist dünyaya uymuş; abartmıştı. Bütün vagon “off”luyordu. Hem biraz hava alırım, hem de soğuk bir şeyler içerim düşüncesiyle restorana yürüdüm. Bir vagondan başka bir vagona geçerken, ara bölmelerde, sarsılıyordunuz. Tıpkı hayatta olduğu gibi: her şey güvenli, yolunda gidiyor görünüyor; ta ki, iki kararın, iki dünyanın arasında kaldığınızda olduğu gibi, sarsılıyorsunuz. İçindeyken; vagonun, işlerin, dedikoduların, alışkanlıkların, arkadaş çevresinin, şarkıların, filmlerin ..en güvenli yolda bile yaşasanız, her zaman şiddetli sürtünmeler, yıpranmalar yaşadığınızı ve bunların sarsıntısını kolay kolay fark edemiyorsunuz…
Restoranın kapısın açtığımda, yoğun bir sigara dumanı o da gri, insanın genzini yakacak kadar anason kokusu rakı da gri ve kahkahalar karşıladı beni. Soğuk bir meyve suyu alıp, vagonun başındaki masaya yöneldim. Soldaki masada bir bayan küçük aynasıyla makyajını tazeliyor, bir yandan da kahkahalara vokal olarak eşlik etmeye çalışıyordu. Bir başkası çerez tabağından fıstıkları seçip duruyordu. Yanımdaki masadaki bayan kaybettiği cep telefonunu arıyordu. Yanındaki erkek “Hayatım! Aramakla bulamazsın, düşün! Nerede unuttun?” diye yineliyordu. Bir tebessüm yayıldı yüzümde. Dakikalardır, belki de saatlerdir alkolle beyin hücrelerini öldüren bu insanlar nasıl düşünebilirdi? Belli ki, adam bunu dahi düşünemiyordu. Kendi yap(a)madığını başkasına ısrarla tavsiye ediyordu. Herkes gibi. Vagondaki başlar gittikçe düşüyordu. İnsanlar kendi elleriyle küçülüyorlardı; “Oku!”duğum kitapta, herkes gibi olmak istemeyen, ayakta kalmanın, beynini, kalbini, yeteneklerini köreltmemenin, kullanmanın mücadelesini veren on altı yaşında bir genç vardı. Holden Caulfield. Onun yanına dönmeye karar verdim.
Herkes gibi modern bir trajedinin ortasındaydı. Bir kot pantolon için insan öldürülüyordu Rusya’da. Bir milyar üç yüz milyondan daha fazla insana gün başına bir dolar düşüyordu. Her şey satılık, her şey taksitleydi. Nakit sevgisi, nakit adaleti, nakit kini olan yoktu. İnsanların ömürlerinin büyük bir kısmı araba sahibi olmak için para biriktirmekle, geri kalan ömürlerinin büyük bölümü de trafikte geçiyordu. İnsanlar, başkalarının arkasından konuşuyorlardı, kendi kendilerine konuşuyorlardıdeliler gibi, Montesquieu haklı çıkıyordu: “Akıl hastaneleri, dışarıdakiler kendilerini akıllı zannetsinler diye yapılır!” Aşkın, dürüstlüğün ve cesaretin vatanı Hollywood görünüyordu. Sinema salonları dolup taşıyordu: insanlar filmlerdeki gibi yaşayamıyor, filmlerde yaşıyorlardı. Kötülere gününü gösteriyor, adaleti er geç yerine getiriyorduk… Gerçekte böyle mi oluyordu: her şeyin ve herkesin kirlendiği bir dünyada biz nasıl temiz kalıyorduk? “(…) Yanımda oturan kadın, lanet filmin başından sonuna kadar ağladı durdu. (…) Yanında küçük bir çocuk vardı ve felaket sıkılmıştı. Çocuk helaya gitmek istiyordu, ama o götürmedi çocuğu. Ona, ses çıkartmamasını, uslu durmasını söyledi durdu. O kadın ancak lanet bir kurt kadar iyi kalpli olabilirdi. Sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. Şaka demiyorum.”
Ön adlarının açık yazılışı ile Jerome David Salinger, edebiyat otoritelerince “modern-klasik” sayılan tek romanı “Çavdar Tarlasında Çocuklar”da sahte dünyanın sahte insanlarına topyekun savaş açıyor. İnce bir ironi ve keskin gözlemleriyle bu dünyayı kabullenmeyi reddediyor, romanın on altı yaşındaki kahramanı Holden Caulfield’in ağzından masumiyet arayışını anlatıyor…
1919’da New York’ta doğan Salinger’in bu romanı dışında, “Franny ve Zooey”, “Dokuz Öykü” ve (yakında, yine YKY tarafından yayımlanacak) “Yükseltin Tavanları Ustalar ve Seymour: Bir Sunuş” adlı hikaye kitapları var. “Salinger, 1963’ten beri yeni bir yapıt yayımlamamasına karşın ve neredeyse efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşamasına karşın, dünya edebiyat gündemindeki yerini koruyor.”: “Yani herkes böyle. Herkesin yaptığı her şey ne bileyim yanlış değil, hatta kötü de değil, hatta aptalca da değil mutlaka. Ama öylesine minik ve anlamsız ve hüzün verici ki. Ve, işin en kötü tarafı da, bohem takıldığında ya da bunun gibi bir çılgınlık yaptığında, sen de herkes kadar düzene ayak uydurmuş oluyorsun, sadece biçim farkı var.” (…) “Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı bir şeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım. İğrenç bir şey bu iğrenç iğrenç. Kimin ne dediği umurumda bile değil”
Lane bu sözler üzerine kaşlarını kaldırdı ve görüşünü daha iyi belirtmek için, arkasına yaslandı. “Sırf rekabetten korkmadığından emin misin?” dedi önceden hesaplanmış bir sükunetle. “Bu işten fazla anlamam ama, iyi bir psikanalist yani gerçekten yetenekli birisenin bu sözlerini muhtemelen”
“Rekabetten korktuğum filan yok. Tam tersine. Bunu göremiyor musun? Rekabet edeceğimden korkuyorum benbeni asıl korkutan bu.” (Franny ve Zooey, YKY, 1993)
İnsanların büyük çoğunluğunu “klozet kapağı kadar duygulu” bulan yazar, olgun insan olmanın yollarını da gösteriyor romanında: “Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.”
Yavaş yavaş anlamaya başlar, “İnsanlar hiçbir şeye dikkat etmiyorlar” ve onlar gibi işinin şansa kalmasını kabullenemez: “Ben kimsenin ardından “İyi şanslar!” diye bağırmam. O ne korkunç bir sözdür, bir düşünürseniz.”
Çok fazla bir şey istememektedir (!): “az kalsın kendimi tutamayıp küçük kız kardeşim Phoebe’ye telefon ediyordum. Onunla mutlaka telefonda konuşmak istiyordum. Duyguları filan olan biriyle yani.”
Bundan sonra geriye dönmeyeceğinin de farkındadır: “Karar verdim, eve artık hiç gitmeyecektim, yeni bir okula daha gitmeyecektim (…) Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi. Düşündüm, sağırdilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. (…) Salak arabalarına benzin, yağ filan doldururdum, onlar da bana bir maaş verirlerdi. Kazandığım parayla bir yerlerde kendime küçük bir kulübe yapar, ömrümün sonuna kadar orada yaşardım. Ormanın hemen yakınında yapardım kulübeyi, fazla içerlere yapmazdım, çünkü daima güneşli bir yerlerde olmak istiyordum. Kendi yemeğimi kendim pişirirdim, eğer evlenmek falan istersem de, gider kendim gibi sağırdilsiz bir kız bulur, onunla evlenirdim. (…) Eğer çocuklarımız olursa, onları bir yerlere saklardık.”
“Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.” Bu trende Salinger’ın telefonunu bilen var mıdır? diye düşündüm, etrafıma baktım… Herkes uyuyordu. Ya şu kapısının önündeki lambalar yanan evlerde yaşayanlar, onlar bilirler miydi?..
Kitabı önümdeki koltuğun gözüne yerleştirdim, günün ilk çayını içmek için ayaklandım. Bütün gece boyunca ilk defa kitabı elimden bırakmıştım. Ben hızlı adımlarla trenin restoranına yürümeye çalışırken, Salinger “Uyuyun bakalım, sizi geri zekalılar!” diye bağırıp duruyordu… Tren sarsılıyordu.
İbrahim Paşalı, 1998 Nisan
İZDİHAM