Bu yıl Cannes’da Altın palmiye, Sydney’de En iyi Film Ödüllerini kazanan ‘Parazit/Gisaengchung’ Türkiyedeki sinemaseverlerin de ilgisini çekmeyi başardı. Bu film ile ülkesi Güney Kore’ye ilk Altın Palmiye Ödülü’nü getiren Bong Joon-Ho, filminde komedi-dram-korku ve fantastik türlerini başarıyla harmanlıyor.
Film ilk bakışta sınıflar arasındaki çatışmayı ele alıyor gibi gözükse de daha filmin alt metni daha derinlere iniyor; sosyolojik ve psikolojik birçok meseleye de değiniyor. Parazit’i bir ‘mesaj verme’ filmi olarak tanımlayabiliriz.
Bong Joon-Ho, çarpıcı ve akılda kalıcı sert bir toplumsal eleştiri ortaya koymuş. İki aile arasındaki tuhaf bir ilişki söz konusu. Alt seviyede olan bireylerin sınıf atlama çabası ve zenginlik kibrinin yol açtığı trajikomik olaylar ardı ardına patlıyor filmde.
Filmde, hayat mücadelesi veren ve ayakta kalabilmek için her türlü yola başvuran fakir bir aile var: Tamamen sefalet içinde yaşayan, aile fertlerinin hepsi işsiz Seul’lu Kim ailesi. Gerçek kimliklerini saklayarak, hile ve kurnazlıkla, birer birer zenginlikleriyle sınır tanımayan Park ailesinin evine sızarak onların hizmetine giriyorlar.
Bong Joon-Ho’nun oyuncuları rollerinin hakkını veriyor. Yönetmen kaotik bir ortam yaratma becerisini konuşturuyor. Hivcin, doyumsuzluğun ve oburluğun karakterler üzerindeki yansımaları oldukça dozunda. Tüm bunların yanında filme gergin bir hava da katıyor. Bazı olayları önceden tahmin edebilseniz de akıştan kopmuyorsunuz. Bu yönüyle Parazit’i herhangi bir sinema türünün içinde zikretmemiz zor görünüyor. Kendine has bir sinema dili var. Komedinin, gerilimin, dramın ve korkunun iç içe işlendiği, tüm bunların dengede kalabildiği bir zemine oturuyor. Bu pencereden bakılınca film oldukça şaşırtıcı.
Bong Joon- Ho, bana kalırsa ülkesindeki Batılılaşma sürecini ve kapitalizmin yarattığı tahribatı anlatıyor. Filmde olaylar gelişirken seyirciden alt sınıf insanların yanında yer almalarını istiyor. Bu durum çok bariz bir şekilde anlaşılıyor.
Bodrum kattaki evlerinden hayata baktıkları o dar pencere, fakirliğin hayatı görme(!) biçimi. Kapitalist dünyada fakirler, kendilerine ne kadar görme izni verilirse o kadar hayata dâhil olabiliyorlar.
Evlerinde wi-fi’nin çektiği tek yer tuvalet. Tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için bile birkaç basamak yukarı çıkmak gerekiyor. İnsanoğlunun en sıradan bir ihtiyacını yapma eylemi bile evde statü olarak yaşamsal alandan daha yüce bir yerde konumlanıyor. Hatta wi-finin sadece oradan çekmesi de yaşadıkları mekânın toplumdaki gerçek yerini sembolize ediyor.
Herkes kendi hayatının parazitlerini sırtında taşıyor: Zenginler ve fakirler.
Bir gerçekle daha karşı karşıya kalıyoruz: aslında fakirlerin alt etmek istedikleri sadece zenginler değil, onlar diğer fakirleri de yenmek istiyorlar. Yukarıdaki kavganın daha büyüğü aşağıda gerçekleşiyor. İnsan hangi statüde olursa olsun o bölgenin azılı bir katili, vahşi bir savaşçısı oluyor. Yeter ki uygun ortam olsun.
Filmde zenginliğin ve fakirliğin bir beden dili olduğunu görebiliyoruz. Fakirliğin bir kokusu olduğunu yönetmen öyle bir işliyor ki, filmi izlerken etraftakilere çaktırmadan kendinizi koklama ihtiyacı hissediyorsunuz. Zengin mi kokuyorum yoksa fakir mi?
Zenginlerin yaşamlarında ıskaladıkları insanî özellikleri, filmde apaçık görebildiğimiz gibi aile fertleri arasındaki iletişimsizliği de kolayca fark ediyoruz. Evin mekânsal büyüklüğü, aile efradının bir arada olabilme ihtimalini de düşürüyor tabii. Üstelik bu kadar büyük bir evin her yerine hâkim olmak da oldukça zor. Filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.
Zenginlik ve fakirlik karşıtlığını/ayrımını, kadın-erkek ilişkisi üzerinden işlemesi de gözlerden kaçmıyor yönetmenin: “Güzel yemek yapamayan ve evi temizleyemeyen bir kadını sevebiliyor musun?” Zengin, bu soruya cevap bile vermez, sadece güler, ama buruk bir gülüştür bu.
Tüm bu olanların karşısında kusursuz olduklarını sandığımız Park ailesi var ki, onların aile bağları daha kopuk duruyor. Oysa fakir olduklarını gördüğümüz Kim ailesi daha samimi ve birbirlerine sıkıca bağlı bir görüntü çiziyorlar.
Park ailesinin dış dünyaya karşı kapalılığı ve evin içinde burunlarının dibinde gelişen olaylardan habersiz olmaları zenginliğin gerçek yaşama bakış açısını gözler önüne seriyor. Buna saf bir bakış ve hoşgörü dememiz zor, bu olsa olsa kendini hapse tıkan bir içe kapanıklık.
Filme dair söylenecek çok şey var. Her izleyen kendine has yorumlarını yapacaktır elbette. Film, insana düşünce doğurganlığı olanağı sunması açısından da tebrik edilmeyi hak ediyor.
Bu filmi izledikten sonra şunu iyice anladım: Sinemadan insana dair düşünceleri çekip alın, geriye plastik bir tat kalıyor, o da film olamıyor. Son yıllarda plastik kokan çok film seyretme durumunda kaldık. Neyse ki Parazit gibi filmler sinemaya olan bağlılığımızı ve coşkumuzu artırıyor.
İbrahim Varelci
İZDİHAM