10’uncu yılını tamamlayan Yunus Emre Enstitüsü konferanslar, bilhassa Türkçe dil kursları açısından fevkalade verimli oldu. Bu enstitülerin Türkiye’nin dışarıdaki kültürel faaliyetleri ve Türkçe eğitimi açısından önemli katkısı var.
YUNUS Emre Enstitüsü, 2007’de kuruldu. O vakit Topkapı Sarayı Müzesi’ndeydim. Kültür Bakanı okuldan beri arkadaşım olan Atilla Koç’tu. Uzun yılların içerisindeki görüşmelerimiz ve tartışmalarımızda, İspanyolların Cervantes, Rusların Puşkin, İtalyanların Dante Alighieri ve Almanların Goethe gibi enstitülerinin gerekli olduğu konuşulurdu. Bunlardan İtalyan ve Alman enstitüleri Ankara’da çok itibar görüyordu.
Atilla Koç zamanında müsteşar olan Prof. Mustafa İsen, ‘Yunus Emre’ ismini kendisinin bulduğunu söylemiş; olabilir. Her halükârda uygun isimdir. Türkiye’de aydınların tarihe ve edebiyata mal olmuş büyük adamları bile kendine göre bölüp sahiplenmek gibi kötü bir huyu varken Yunus Emre konusunda herkes birleşir.
HER ENSTİTÜDE O ÜLKENİN AYDINI VAR
Ama Türk dilinin bu dâhisinin hayatı ve eserleri üzerinde yapılan araştırmalar ise en azından elli yıldır durgun bir safhadadır. Havanda su döverek Yunus Emrecilik yapıyoruz. Enstitünün kuruluş statüsü ve gelir kaynakları üzerinde tartışacak değilim. Şu ana kadar vakıf başkanı TC Dışişleri Bakanı’dır. Toplantılarda onun yerine gelen bir büyükelçi yer alır. Kültür Bakanı vakıf başkanı olarak onun yerini alınca da daha farklı bir şey beklenemez; mühim de değildir.
Dili bilmek ve orada yaşamak, müdürlere ve yakın çalışma arkadaşlarına, mahalli şartlara nüfuz etmek, o ülkenin aydınlarıyla temasa geçmek; karşılıklı kültürel faaliyetlerde bulunmak için büyük imkân ve kolaylık sağlıyor. Şurası çok açık: Merkez bürokrasinin memurları için ‘sine cura’ denen baş ağrısız rahat çalışma ve dışarıda yaşama imkânı bu memurlar için söz konusu değil. Onlar zaten oradalar ve birinci gruba göre yerli halkı ve kurumları daha iyi tanıyorlar.
ENSTİTÜLERE İHTİYAÇ DUYULUYOR
Almanca konuşulan ülkelerdeki en büyük sorun, gençlerin Türkçesinin sadece birkaç yüz kelimelik günlük konuşmayla sınırlı olmasıdır. Tarih, coğrafya, felsefe konusundaki ciddi konuşmaları Türkçede anlamaları mümkün değil. Buna karşılık orada yaşayıp çalıştıkları halde Alman dili ve kültürüyle yoğun ilgi kuramadığı için bu dili öğrenemeyenlerin buralardaki Türkçe konferanslara çok muhtaç oldukları ve onları sevdikleri de açık. Türk dilini ve kültürünü talep eden geniş bir hinterland (art ülke) var. Başarılı olan bir kurumun yerine yenisini kurarken daha ölçülü olmak gerekir.
İlber Ortaylı, Kaynak: Hürriyet
İZDİHAM