14 Mart 2016

İlhami Algör ile Söyleşi

ile izdihamdergi

 

Abi öncelikle klasik girişlerden yapalım, belki biraz Paris Review röportajı gibi olacak ama yazmaya nasıl başladın?
Bunu bilmiyorum ben. Gerçekten bilmiyorum. Çocukken çok okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. İki tane ablam vardı, onların kitaplarını okurdum. Büyüklerin kitaplarını okuyunca büyüyeceğimi zannederdim. Roma Hukuku bile okudum, tuğla gibi bir şeydi. Çocukken acayip kitap okuyordum, Panait Istrati, Cervantes ne bulursam okuyordum. Yolda gazete buluyordum, onu okuyordum. Elime ne geçerse okuyordum. Herhalde, yetişkinlerin kitaplarını okuyunca ben de bir an önce yetişkin olurum gibi bir motivasyondu. Tabii bir an önce yetişkin olmanın ne faydası var o ayrı hikaye.
Elim kaleme de gidiyordu, üniversitede bir belgesel araştırma ekibindeydim, esasen ekip de bendim, canavar gibi çalışıyordum. Bütün raporları ben yazıyordum, sinopsisleri ben yazardım, yaklaşımları ben yazardım. Mektup da yazardım eskiden, bir arkadaşım bir gün dedi ki, sen, dedi, yaz, neden yazmayı düşünmüyorsun. Benim de aklıma hiç gelmemişti. Bir şekilde nasıl başladığını çok iyi bilmiyorum ama ben orda buldum kendimi, oraya düştüm. Bir tane yayınevi de demiş ki, niye bu adam geç başladı. Erkeni ne onu da bilmiyorum. Artık kabak tadı verdi ama ben hakikaten yazarım demem yazıyorum derim. Bu belki de bir tür sorumluluktan kaçış durumu.
Düşüncelerimin doğruluğunu iddia etmiyorum ama içimden geldiği gibi konuşuyorum. Şimdi ben gözümü açtığım zaman etrafta yazarlar genelde Avrupa referanslı konuşuyordu. Böyle sürekli alıntılı konuşuyordu. Yok Dostoyevskiler yok şunlar yok bunlar, ben cahilin tekiydim baba. Yazarlık deyince Avrupa merkezli bir edebiyatı taşıyan, belli bir tarzı sürdüren abiler ablalar. E, tamam bir itirazım yok da, o kumaş başka kumaş, bende o kumaş yok. Hikaye kuruculuktan çok benim dilimde bir olay var, o da sokak sesleriyle oluşuyor. Osmanlı bakiyesi sur içi İstanbul’unda doğdum, büyüdüm. Orada Rum’u, Kürt’ü, Ermeni’si, Yahudi’si her çeşit adam vardı. Hangi duygu hangi kelimelerle ve nasıl bir ses grafiğiyle aktarılır, nasıl küfredilir ya da nasıl bilmem ne yapılır. Tabii bir de aile var, Dersim kökenli bir aile, onların da bir dil grafiği var. Yani bir tür kulak otizmi denebilir mi bilmiyorum ama benim kulakta birçok ses var abi. Dil itibariyle benim kalemimi besleyen odur.
Mesut Varlık diye bir arkadaş, Hasan Ali Toptaş ile beni “dert sahibi yazarlar” olarak yan yana getirdi. Ben açıkçası bundan şeref duyarım. Ben Hasan Ali’yi harbiden severim ve yazar odur. Açıkçası o derdin ne olduğunu da hâlâ çözmüş değilim. Bir insanı yazmaya sevk eden veya yazan bir insan için “derdi var” dedirten şeyin ne olduğunu tam anlamıyla bilmiyorum. Ama yaş biraz kemale doğru gelince, sürekli eksik kalan hiç tamamlanmayan bir adalet duygusu olduğunu hissediyorum. Kara bir enerji gibi. Bu dünyadan benim payıma düşen, gördüğüm avucumda olan asla tamamlanmayacak bir eksiklik var. O yüzden mesela, bir gün Pınar Öğünç üç kitap üzerine Müzeyyen, Nezahat ve Kalfa ile Kraliça bir yazı yazmıştı, orada üç kitapta da olan ortak bir cümleyi bulmuştu. “Mesele nedir?” Bunun cevabı hâlâ yok. O soru hâlâ geçerli. Mesele nedir kardeşim anasını satayım ya? Anlatabiliyor muyum? Dert olsa olsa o olabilir. İncinmiş bir adalet duygusu ve asla yerine konulamayacak asla da tamamlanamayacak bir eksiklik olduğunu zannediyorum. Bu söylediklerim senin işine yarar mı yaramaz mı bilmiyorum.
Fazla fazla yaradı abi. Vallahi çıkarttığım ilk beş soruyu cevapladın.
Hadi allahaısmarladık o zaman.
Yok abi bırakmam, yine klasik sorulardan devam ediyorum, o çok okuduğun çocukluk dönemlerinde kimlerden etkilendin?
Onun çetelesini tutamam. Ama mesela Panait Istrati’nin Kodin’ini hiç unutmuyorum. O ağır bitirim abinin çocuklan muhabbeti, o ağır bitirim abiyi, annesinin kızgın yağla öldürüşü. Belki de çocukken okuduklarını unutamıyorsun. Aslında çocukken okuduklarını şimdi bu kafayla bir daha okusan ne olacak. Yetişkin yaşlarıma gelince, hani ufak ufak bu yazma denilen hadiseye başlayınca Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’si ve Kara Kitap’ı beni çok etkiledi, bana cesaret verdi. Ulan, böyle de düşünebilirmişim, dedim. Çünkü edebiyat dediğimiz hadisenin belli yıllarla oluşmuş Türkiye’deki versiyonunun getirdiği bir tarz vardı. Ulan, o tarz bana uymuyordu. Benim dilime, ruhuma uymuyordu. Yani ben öyle yazamam, ‘dır’lı, ‘mır’lı, bilmem nedir. Edebiyat bazen bana samimi olmayan sıkıcı bir şey gibi gelir. Sadece kağıt kalem ilişkisi gibi, böyle cümleler, bilmem neler, falan filan. Yazma abi o zaman, zorlama, yorma bizi. Orhan Pamuk’un o iki kitabı, hangi yıllar hatırlamıyorum, seksen bir şeydi, yazmaya yeni başlayan bir adam olarak bana cesaret verdi. Gerçi sonra ben o abiye teşekkür ettim, oradan uzadım gittim. Abi de başka tarafa gitti zaten. Yiğidi öldür hakkını yeme hesabı. Açıkçası bu çok yakın tarihlere dair bir iz olduğu için hafızamda var. Başka etkileyen var mı, bilmiyorum.
Onun dışında garip garip parçacıklar söyleyebilirim. Mesela şöyle bir şey hatırlıyorum. Carlos Fuentes miydi o amcanın adı? İhtiyar Gringo’su vardı. Neyse orada, kadın Meksika’da bir çiftliğe geliyor, dil hocalığı yapacak. Amerika’dan geliyor. Bu 19. yy’in bir tarafı, hani Zapata’lar Mapata’lar. Neyse, kadın geliyor, fakat o sırada Meksika’da devrim olmuş. Her şey alt üst olmuş, işveren falan kaybolmuş, ama geliyor adrese geldiği zaman da bakıyor orada gerillalar duruma el koymuş. Malikâneye giriyor, hemen girişte bir ayna var, kadın aynaya bakıyor, orada da genç bir gerilla şefi var, kadına diyor ki, “aynaya neden baktın?” Mesela bu lanet olası soru benim zihnime çakılı olan çivilerden bir tanesi. O kadının aynaya bakmış olması, o Meksikalı ihtilalci herif için niye önemli. Bu etki mi mesela, bence olmayabilir. Etki bence herhangi bir edebiyat ürünü de olmayabilir. Etki çok değişik kaynaklardan gelir. Ben nasıl etkilendim sorusunun izini sürmek de kolay değil.
Esasen insan denilen bu şerefsiz mahlûkun hikayesinin ip uçlarını sinemadan da bulursun, herhangi bir detayda da bulursun, tarihin bir yerinde de bulursun, sokaktan da bulursun, bilmiyorum açıkçası. Neden sıkıldığımı bilmiyorum şu anda? Kolay değil abi, ne bileyim ben nerden etkilendim, itmişler düşmüşüz, anladın mı?
Senin kitaplarında müziği her zaman arka fonda duyuyoruz. (Doğru söylüyorsun.) Mesela paragraf sonlarındaki ‘avaramu’ (Haha) veya Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’in ‘Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına’ diye başlaması. Hatta ben kitabı okurken, bu bana Kahramanın Sonsuz Yolcuğu tamlamasının bizdeki sesi olarak geliyordu. (Dipnot, bu biz, onlar meselesine sonra gelelim.) Müzikle aran nasıl abi?
Müzik dinlerim abi. Yani bak şimdi, meseleleri entelektüelize etmek delikanlıyı bozar hesabı ama müziğin yapısal kuruluşunda öyle kodlar var ki ben çözemiyorum. Matematik falan deyip girmeyeyim oraya, bilmiyorum. Ama hakikaten müzik bir anlatı.
Diyelim ki bir kitaba doğru gidiyorsun, önce ne olduğu belirsiz, sisler arkasında bir yer görüyorsun, hatta yarı görüyorsun yarı görmüyorsun. Bir ufuk noktasına doğru yürüyorsun, yürüdükçe yeni ufuk noktası, aslında bu belirsizliğin içine giriyorsun. Ben mesela ne yazacağımı biliyorsam yazmam, bitmiş zaten ne yazacağım, ama belirsizliğin arkasına gidip ondan bir şey çıkarmak… Köşeleri belli her şeyi bitmişse onun arkasına gitmek için insan istek duymuyor. Belirsizliğin içine girdiğin zaman abi, oradan çıkana kadar… Orada sana yol gösteren bir şey var. Nereye doğru gideceğini hissediyorsun ama nasıl gideceğini kestiremiyorsun. Müziğin içindeki şey sana yardımcı oluyor.
4 edebiyat dediğimiz
Mesela ben çok uzun zaman Anouar Brahem dinledim, meşhur udi. Ben Enver İbrahim diyorum herhalde bana öyle daha yakın geliyor. Abi, herif sessizliği de müziğin içine katıyor. Aslında başka yerlerde de var bu sessizliğin de yapının bir parçası olarak kullanılması. Yani çok laf kalabalığına getirmeden, neyse gayet güzel, hafif, incecik gayet yürüyüp gidiyor ve abi dört yüz parça enstrümanı bir araya getirsen öyle etki yaratmaz. Enver İbrahim’in bir yolu aşarken nasıl kendi müziğinin yapısını kurduğu meselesi, hani onu çok tahlil edemem ama bir örnek olarak senin kafanda yürüdüğün bir şey varsa, mesela bir x kitabına kafayı takmışsın gidiyorsun, ha bana bu lazım deyip gidip raftan müzik almıyorsun. Fakat dinlerken bir bakıyorsun bu müziğin yapısal kuruluşuyla, senin derdinin yapısal kuruluşu arasında sanki bir yol göstericilik var. Yani geçici olarak onun teknesine binebilirsin.
Derleyip toparlamaya çalışıyorum, burası seni yoracak bunun deşifresi. (Yorulmadım, keyif aldım.) Müziğin iki tane boyutu var, bir insan sesinin gündelik hayatın arkasındaki müzikalite, yani sokakta insanların kullandığı dil, farkındaysan ben genellikle bir şey nasıl söylenirse, hani Can Yücel demiş ya, “hâkim bey bizim memlekette göte göt denir,” hesabı, böyle bir sadelikten yanayım. İnsanlar hangi durumda duygularını düşüncelerini nasıl ifade ediyorlarsa ben de, çerçi kendi yükünü satar diye bir laf var, ben de daha ziyade hayattan ve sokaktan oluşmuş sesleri taşıdığım için o bana daha yakın geliyor. Ama gerektiğinde bir saraylı, bir Zeki Müren Türkçesi de var, onlar da hayatın içinde aslında. Onları da reddetmiyorum. Bu bölüm harbi dağınık oldu hacı, nasıl toplayacağız.
Çalışır toparlarım abi olsun.
Yok yok seni yormadan işi kolaylaştırmaya çalışayım.
Müzik… Hem bizim gündelik hayatta kullandığımız dilin içinde bir müzik var, hem de yapısal anlatı olarak kabul edersem, müziğin kendi içinde, kaba kaçıyor ama, bir tür mühendisliği var. Yani… Giremedim ben bu topa hacı ya.
Tamamdır abi, nasıl dersen, sıkıntı yok.
Tamam diyorsan, sıkıntı yok Arda.
Sıkıntı yok abi.
Ben de öyle diyorum, sıkıntı yok.
Tamamdır abi sıkıntı yok.
Ulan, madem sıkıntı yok neden bir dakika içinde altı kere sıkıntı yok dedik.
Demek ki bizde bir sıkıntı var abi.
Sıkıntı her zaman var, neyse biz devam edelim.
Abi biraz da içseslere girelim, karakterlerinin macerasına yön veren bir içses mutlaka oluyor. Her kitabında var. Nedir bu içsesin derdi?
İç ses bu yeni kitapta da var, şahsiyet olarak belirdi şerefsiz. Aslında içses ne biliyor musun? Esasen bir durumun içine girdiğin zaman, sen de biliyorsun ki, sen bir harekette bulunuyorsun, bir eylemde bulunuyorsun veya bir cümle sarfediyorsun, ama aynı anda, o durumda söylenebilecek en az ikinci bir laf var. Biraz zorlarsan üçüncü bir lafa da gidersin.
İçses belki tatminsizlik de olabilir, yani ben bunu söyledim ama bu bana yetmiyor. İnsan aynı anda çetrefilli ve çoğul olabilir, diye düşünüyorum.
5 foto
5 bazen insan içsesini
Bana karakterin duygusal yapısını tamamlıyor gibi geliyor abi.
Herkesin bir içsesi yok mu abi? Var işte, hayat bir yandan akıp gidiyorken, sen ne yaparsan yap senin içinde zaten bir ses daha vardır. Bastırırsan bile ki bastırabilirsin, son nefeste o mutlaka çıkıyormuş, öyle diyorlar. İçses de güzel bir kardeşimizdir. Hatırlıyor musun? Rahmetli Müslüm abiye televizyonda, hayatta bilemeyeceği ağır bir ismi sordular, tabii bilmez Müslüm abi, “o da güzel bir kardeşimizdir,” dedi. Yani içses de güzel bir kardeşimizdir Arda. Bazen canımızı sıkıp bizi yorar ama öyledir. Bazen insan içsesini adam yerine koyar, artık psikoloji buna ne der, “baba sen kendini ikiye bölmüşsün” mü der, ne der onu bilmiyorum ama içsese özgürlük abi ya! O zaman da dış ses kim diye sorar, madem içses bu kadar anlamlıysa. İçses dış sese sorar, sen kimsin ya, diye.
Müzikten, içsesten bahsettik. Şimdi biraz da sinemaya girelim. Zaten kitaplarında bol bol filmlerden örnekler veriyorsun, bu sinemaya yakınlığını da gösteriyor. Yakın zamanda Müzeyyen de (Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku) sinemaya uyarlandı. Abi lafı fazla dolandırmayayım, sinemayla ilgili düşüncelerin nelerdir?
Yazı ve sinemayla diye başlayalım. Bir gün Lale Müldür bana dedi ki, çok görsel bir dilin var. Doğru, ben çok uzun yıllar sinemanın peşinde koştum. Ama enayi olduğum için sektör videoya dönerken biz hâlâ otuz beş milim film, o romantik kafalar var ya… Gerçeklik başka yöne giderken “yanlış” yönde ısrar etmek… Yanlışı da tırnak içine alalım (Aldım abi.) Öyle giden arkadaşlara da kendimize de haksızlık etmeyelim. Olabilir, hayat başka yere giderken, sen hâlâ bir yerde ısrar edebilirsin. Eğer ısrarına anlam ve şekil verebilirsen bir manaya dönüşürsün. Ha-ha. Bunlar da hayatın trajik ve komik tarafları, yanlışta ısrar. Efendime söyleyeyim, o yüzden görsellik ister istemez var. Ben sinemayla çok uğraştım, hem çalıştım hem meraklıydım. Onlar da neticede başka türde anlatılar.
Ne diyoruz hacı biz ya, bana ne anasını satayım. Ha-ha.
Eyvallah abi, dipnot düşmüştük, biz-onlar, doğu-batı demiştik. İstersen o konuya dönebiliriz.
Ben bilen bir adam olarak söylemiyorum. Bu dünyadan ne biriktirdiysem onu söylüyorum. Bu doğu-batı meselesi bana biraz yapay geliyor. Şüphesiz bir realite olarak mevcut ama o realitenin arka planı gerçekten hayatta böyle derin bir fark olduğu için mi öyle oldu, yoksa o siyasi argümanlar, çıkarlar ve benzeri nedenler yüzünden mi? Muradın ayırmak ise dünyayı, her türlü ayırabilirsin.
Edebiyat açısından da doğu-batı ayrımı yapay mı olur diyorsun abi?
Tabii, bu işler biraz akademik incelik gerektirir. Ben cahil bir adamım, haddimi aşmak da istemiyorum ama Türkiye’de genel olarak konuşulan hadise on dokuzuncu yüz yıl pozitivizmi. Tamam, baba ya… İyi güzel de, dönüp dolaşıp on dokuzuncu yüz yıl pozitivizmine hâlâ geliyor olmak biraz fazla gelmeye başladı bana. Çok fazla, akıl tutulmasına gider bu. Tamam, öyle bir hadise var ve bu memlekete etkisi var. Fakat hiçbir şey olduğu yerde durmaz ki. İster adına modernizm de, ister modernizmin bir türü de, tarihsel olarak tanımla geç. Neden hayatını bu kadar kontrol altına alıyor? Neden hayatına devam ederken on dokuzuncu yüz yıl batı pozitivizmi diye tripler yapıyorsun? Tamam, yeter artık. Eski lanetlere o kadar takılmışız ki, toteme dönüşmüş bunlar. Geçelim kardeşim, geçelim zihnimizi de özgürleştirelim ruhumuzu da. Çok kapalı oldu burası… Mesela Tanpınar, kafası çalışan bir adam, sıkışmışlıklardan ve tıkanmışlıklardan çıkmaya çalışan bir adam. Yani meseleleri uzlaşmaz çelişkilere sokmaktan ziyade onları ayıklayıp kabul edilebilir, hayatımıza da gölge etmeyecek tanımlarla nefes açmaya çalışan bir adam. O bakımdan onun elini öpmek gerekir, falan filan. Dağıttık yine Arda ne yapacağız.
Olsun abi.
Kafası karışık bir adamla konuştum, diye not düş oraya. (Kafası karışık bir adamla konuştum.)
Düştüm abi, biraz güncele odakla nalım o zaman. Bu sıralar hiç fırsatın oluyor mu dergileri takip etmeye?
Yok, olmuyor. Ben bir kere çalışırken okumuyorum, çalışmadığım zaman da, oh tatil oldu diye zaten okumuyorum. İz sürerken okuyorum, pek edebiyat okumuyorum. Biraz da yoruldum hacı. Al bakalım laf sende.
Aldım abi. Peki, bir beklentin var mı bundan sonrası için?
Beklentin var mı ne demek? Uzaylıları bekliyorum. Ha-ha.
Edebiyat açısından abi, gençlerden falan hani.
Ya şimdi ben yaşlıyım diye bana gençleri soruyorsun. Edebiyatta gençler kategorisi diye bir kategori mi var dünyada? Edebiyatta genç olmak ne demek?
Yoruldum dedin ya abi, belki, diyorum, yorulmamışlar vardır.
Onlar da yorulacaklar, haha.
Yani genç atlet, genç futbolcu, gençlik diye bir kategori niye var abi? Adam bir yolun yolcusuysa, onun yola önce başlamış olmasıyla yola daha erken başlamış olan arasındaki bu farkı biz nasıl algılıyoruz ve nasıl dilimizde kavramsallaştırıyoruz. Bunun arka planında ne var bilmiyorum. Bak, hakikaten bilerek konuşmuyorum. Ne demek istemiş oluyoruz, genç sinemacı, genç müzisyen, genç kıl, genç tüy? İhtiyar yazar diyor muyuz?
Belki deneyimliyi kullanabiliriz abi.
Ha, o zaman gençlik deneyimsizlik mi oluyor? Peki, bu gencin aleyhine mi? Genç her zaman kendini eksik ve tamamlanması gereken bir şey mi hissetmek zorunda?
Biraz daha hoş görülebilir olarak düşünürsek…
Kim kimi hoş görüyor? Samimi söylüyorum, bazı kavramları hâlâ anlamış değilim. Olur ya hani, uçağa bakarsın, ulan bu nasıl düşmüyor, dersin. Ben mesela kırk yaşıma kadar ona şaşırdım. Kırktan sonra bıraktım, yeter artık, dedim. Bunun gibi bir şey, anlamsız geliyor. Samimi söylüyorum, bu kavram benim dilimde yok. Neyse bu pilav çok su götürür. Biz konuya dönelim.
Tamamdır abi, bende konu kalmadı.
Baba yeter dersen, yeter. Bir teknik problem olursa tekrar da ederiz.
Sıkıntı yok abi.
Sıkıntı yok, diyorsan, sıkıntı yok Arda.
Eyvallah abi.
Arda Arel, Post Öykü 2
İZDİHAM