Ortalık temiz görünüyordu. Bilhassa ben yaştakiler (Alman Harbi’nin sonlarında doğup da her kötülüğün geride kaldığı, dikkatli olursak elimizdeki her şeyin mükemmele erişebileceği telkinatı altında yetişen kimileri) dünyanın her yerinde 50’li yılları tertipli birinin göze görünmeyen; ama kolayca hissedilen müdahalesini tasdik edercesine pırıl pırıl yaşadı. Gün gelmişti ve Aydın Yalçın bu zaman dilimi hakkında “Türkiye’nin altın yılları” ifadesini sarf etmişti. Öyle miydi gerçekten? Türk coğrafyasında Aydın Yalçın haricindeki hiçbir aydın 10 yıllık Demokrat Parti hükümetleri döneminin parlaklığına kani değildi. Gerçi ayağına çarık yerine siyah lastik geçirmeği nimet bilenler ceplerine giren para ile mest idiler; ama vaktiyle dörtlü takrir verenlerin bir tanesi, Fuat Köprülü, kurduğu partiden artık onu tanıyamadığı gerekçesiyle istifa edip Hürriyet Partisi’ne katılmakta gecikmemişti.
Türk milleti olarak tedbiri elden bırakmadığımız vaki idi. Millet bütünlüğünü esas alanların lisan-ı hal ile “Hele dur bakalım…” dediği Türkiye, -Mış gibiliğinin sarahaten farkında idi ve bu hali izale yolunu arama şuurundaydı. Var ise hikâyemiz bu şuurun kaybı hikâyesidir. Ya yok ise? Bu şuurdan günümüzde eser kalmadıysa yapılacak iş de kalmamıştır. Millet olarak bütün işimiz gücümüz –Mış gibiliğin izalesine inhisar ediyordu. Yani Batılılaşma macerasına toplum nezdinde def-i belâ kabilinden girildiği ve dünya şartlarına Türk varlığının tezahürüne imkân hazırlama gayesiyle tahammül edildiği kaziyesini muhkem şekle getirmek esas idi. Böyle bir esasın gerçek oluşuna delil önce Divan Edebiyatı’nın ve sonra aruz vezninin terk edilmesine mukabil, üstelik bu ikisinin tahkir edilmesine rağmen ihata edici bir Türk şiiri vakıasının gerçekliğidir. Başı, ortası, sonu şiirde yuvalanmış bir milletleşme hikâyemiz var. Hikâyemizi namevcudiyetten salim kılmak için şimdi onu kıssa şekline çevirmek mecburiyeti bizi bekliyor. Bu çevirme işinin altından kalkabilelim ki, nasibimize kıssadan hisse kapma düşüp düşmediğine nazar atfedecek takate erelim.
Millet olarak birçok işkenceden sağ çıkışımız “Tertipli biri” zannına kapıldığımız şeyin, daha doğrusu gücün Dünya Sistemi olduğu hususunda aydınlanabilmemizin bedeli oldu. Neler söylüyorum ben? Birçok işkenceden sağ çıkmış olan kim? Kimlerdir uğranılan ezaya Dünya Sistemi’nin sebep olduğunun farkına varan? Olanca sualin cevabı başını örten kızın felsefe bilmesiyle sıkıdan sıkıya alâkalıdır. 1973 Hristiyan yılında millet iradesini aman vermez bir girdaba sürüklemek kastıyla başlatılan Siyasal İslâm (daha düzgün bir ifadeyle Siyasal İslâm’ın Türkiye sürümü) öylesine yırtıp yapıştırma bir şeydi ki, oyunbazlar ellerinde sağlam adam olup olmadığının sağlamasını iki bakımdan yapmak zorunda kaldı: 1) Namaz kılıyor mu? 2) Karısının başı örtülü mü?
Kılınan namazlar, örtülen başlar bir siyasi manevra malzemesi biçimine sokulunca Türk toprakları aleyhine işlenen suçları görünmez hale getirmek kolaylaştı. Muktedirler tebaalarını bu suretle kırbaç-havuç diyalektiği ötesine geçmiş bir büyülü değnekle sevk etme rahatlığı ele geçirmiş oldu. Hadis-i Şerif “Hayâ imandandır” buyuruyor. “Utanmak da devrimci bir duygudur” diyor Karl Marx. İki hüküm arasındaki geçişmeyi anlamak için Türk varlığının hayâsızlık sebebiyle uğradığı zararı fark etmek elzemdir. Hiç fütur etmeden Türkmüş gibi, Müslümanmış gibi yapıp yalnızca kendinizi değil, kendinizle beraber size ilgi duyan herkesi kandırmanız mümkündür. Bir kandırmacanın apaçık keyfini sürüyorsunuz, bir sahtekârlığın her bakımdan tadını çıkarıyorsunuz diye ne Türk olabilirsiniz, ne de Müslüman.
-Mış gibi dahi olsa bir Türkiye kalsın, haritadan silinmesin diyorsanız, bilin ki, korktuğunuz başınıza gelecek. Eğer –Mış gibi Türkiye’nin yerini Türkeli aldığında Türk düşmanlığı sükût edecek fikrine sahip iseniz başını örten kızın felsefe bilmesinin yolunu açacaksınız. Yol açmak? Yoldaşsız yol açmanın mümkünü var mı?
İsmet Özel, 5 Ekim 2017
-MIŞ GİBİ TÜRKİYE’NİN SONU (III)
Aldığım terbiye çığır açan bir önder olma fikrinin aklımın köşesinden geçmesine engel oldu. Üzerime milletimin sıradan bir ferdi etiketi yapıştırılmasına peşinen razı idim. Giderek bu etikete özendim. Onu ele geçirmenin çaresini bulma derdine düştüm. Binaenaleyh, ömrüm tükendi ise içimde özgün bir yol açma düşüncesi barındırmadığım veçhile tükendi. Öncelikle asıl yola girmek, o yola gelmek istiyordum. Yolun açık olduğu mesabesindeki avuntu kolayca oyaladı beni. Sırasıyla şair, komünist, Müslüman kıyafetine girmem bunlar dışında bir şey, bunlardan başka şey olacağım da yolsuz kalacağım tehlikesini atlatmam demekti. Her safhada tehlikeyi atlatan ben idiysem yanında bulunduğumun ve benim yanımdakinin de kendini emniyette hissetmesini işin tabiatı sayıyordum. Kazın ayağı öyle değilmiş. Beni kim ettiyse her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır atasözüne kurban etti. Has yiğidin yoğurt yiyişine bakılmazmış. Meğer her yoğurt kendini kim yediyse onu yiğit ilân ediyormuş. Kısa bir müddet veya daha kısa bir müddet yakınımda duranlar benim açık sandığım yoldaki yoldaşlarım değillermiş. Onlar benim bir belâyı savuşturmakla meşgul olduğumun farkına varmayarak, kendileri gibi bir dünyalık hevesiyle iştigal ettiğim fikrine saplanmışlar. Dolayısıyla onlara dünyanın fenalığı beka hissi bindirmiş. Zamana uymak adına başlarına gelen her şeyi nimet biliyorlar.
Nimeti elden kaçırmamak kastıyla kazık çakmağa kalkışılan dünyada insanlar yoldaş aramak haricinde bir şeyler yapıyor. Yapan kişi ve yapılan şey hakkında Karl Marx’ın “Brumaire’in 18’i” kitabında yer alan pek ünlü beyanı şöyledir: “Hegel bir yerde dünyanın bütün büyük vakıa ve şahsiyetlerinin kendilerini tarih sahnesinde iki kez gösterdiklerini belirtir. Ne var ki, Hegel bunların kendilerini ilkinde facia, ikincisinde ise kepazelik olarak sahnelediklerini ilâve etmeği unutmuştur.” Bilmemiz menfaatimiz icabıdır ki, bütün insanlık ilk görünüşlerden, bütün facialardan müteessir oldu. Gelin görün ki, kepazeliğin samur kürkünü kimse üzerine almıyor. Şimdilerde insanın hem ABD’nin, hem de TC’nin Suriye’de kepaze olduğunu görmemesi ilginçtir. Kepazece bir şahsiyete sahip çıkmak kimin işine gelir? Oysa tarih sahnesi ne dekorda, ne de kostümde sıkıntı çekmiştir. Sahnelenen oyun hiç de girift değil. Dikkatinizi fiyakalı aforizmalardan sadece biri gibi görünse de Türkiye’nin akıbetine atıfta bulunması bakımından en isabetli şu ifadeye çekmek isterim: “En doğru olanı Amerikalılar yapar. Bütün muhtemel sair seçenekleri ortadan kaldırıp yok ettikten sonra”. Amerikalılaşma Türkiye’nin Batı ile münasebetinin ne olacağı hususunda Fransızların, Britanyalıların, Almanların heveskâr çabalarını sollayıp ana akım haline gelerek elinde birçok koz tutan Türkiye resmini silip süpürdü.
Türk varlığını bir türlü mesele haline getirme başarısına eremeyen Dünya Sistemi son deminde Suriye’yi bir mesele haline getirmek mecburiyeti altında kaldı. Son demin son perde olup olmadığından emin olamıyoruz; ama hem ABD, hem TC adına kepazeliklerin sahnelenmenin de ötesinde sergilenip pazarlandığı kesindir. Suriye bariz bir biçimde ABD’nin ikinci Vietnam’ı oldu. TC için ise Suriye “ikinci” barış operasyonu özelliği taşıyor. TC’nin ilk barış operasyonu 1974 yılındaki Kıbrıs çıkarması olarak gerçekleşmiş idi. TSK Kıbrıs çıkarmasına garantör haklarına istinaden giriştiği günlerde ben otuz yaşında müptedi bir mühtedi idim. O sırada Dokuz Işık doktrinine bağlı (Olması gereken!) Devlet Bahçeli 26, iktidara CHP yedeğinde iliştirilen Millî Görüş sularında kulaç atarsa istikbalini teminata bağlayacağı ümidini ihtirasla besleyen Recep Tayyip Erdoğan 20 yaşında idiler. Gözümüzü şundan ayırmak aleyhimizedir ki, bir hadisenin hissedilişi, kavranışı ve bu ikisine rapt edilmiş haliyle yorumlanışı hangi yaşta olunduğundan tecrit edilemez.
Dokuz Işık doktrini 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin yönetimini ele geçirdi. Alpaslan Türkeş’in “Biz hapisteyiz, fikirlerimiz iktidarda” sözü buna delildir. Hasan Mezarcı’nın, Nazlı Ilıcak’ın milletvekili seçilmesinde sorumluluk payı inkâr edilirse konumu tespit edilemez Recep Tayyip Erdoğan ola ki, Kıbrıs çıkarması vesilesiyle edindiği mafevke sadakate merbut görüş zaviyesinden Suriye’ye bakıyor. Bilhassa XIX. Hristiyan asrından itibaren ABD’nin hayatiyet aşıladığı Siyasal İslâm’ın kendini bağlı hissettiği yeşil türbe yeşili değil dolar yeşili idi. Şaşkınlıktan beri kalmak için Pax Americana ibaresinin anahtar ifade olduğu gerçeğinin künhüne varalım. Neyi açacak bu anahtar? Kimin, kimi ve/veya kimlerin neyi, nereye nasıl kilitlediğini size tarih öğretecek.
-Mış gibi Türkiye “Yaşasın Wilson prensiplerinin 12. Maddesi!” nidalarının aks-i sedasından başka bir şey değildir. Türk kadınının nikabı başını örten kıza bir surette bu suretle inkılap etti. Pax Americana’nın dünyanın her yerinde olduğu gibi Balkanlarda, Orta-Doğuda da işlev sahibi olması finans kapitalin yapışılacak yegâne kapı kalışındandır. Finans kapital Pentagon tarafından yönlendiriliyor diyecek olursanız herkesi kendinize güldürürsünüz. Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyiyle bütün Avrupa kıtasının 1945’ten itibaren finans kapitalin müstemlekesi olduğunu fark edişiniz de sizin acı tebessümünüz olacak.
İsmet Özel, 11 Ekim 2017
İsmet Özel, Kaynak: www.istiklalmarsidernegi.org.tr
İZDİHAM