Can tatlıdır. İnsanoğlu şiire gelinceye kadar canının kıymetini bilir. Herkesin bünyesinde hayvanlık temelinden yükselen bir “kendi olma” hali şiirle tanışma öncesinde hükümranlığını gösterir. İnsanın insan olarak, yani ulvî ile süflî arasındaki yerini tanıyarak kendisi olması için şiir uğrağından haberdar edilmesi elzemdir. Hal ve hareketini katıksız şehvet hazinesinden devşirmek hayvanlara bırakılmıştır. Diğer yandan melekler mevcudiyetlerini katıksız akıl dairesi içinde bulur. İnsanın şehvetten ve akıldan aynı anda nasiplenmesi insanlığına delil teşkil eder. Aynı andadır nasiplenme ve fakat aynı miktarda, hele de eşit miktarda asla değil. Şiir insandaki şehvetin ve aklın birbiri karşısında nispetine mebnidir. İnsan kıymet bilme hasletinin hangi kaynaktan fışkırdığını şiire gelince öğrenir. İnsanın insan olarak devamlılığı şiir onun bünyesinden sıyrılıp gidene kadar geçerlidir. İnsanoğlu şiir sayesinde canlı kalır.
Hadise bütün çağlarda, bütün iklimlerde, bütün topluluklarda böyle mi cereyan etmiştir? Evet. Yaşadığımız günlere hangi değeri atfedeceğimiz meselesi de gerek bütün iklimlerde, gerekse bütün topluluklarda doğrudan şiir açısından anlam ifade eder. Aklınızı “Kim takar şiiri? Şiir dediğin kimin umurunda?” tarzında sualler meşgul ediyorsa, bilin ki bir zaman sonra içinizi şiir endişesi kemirecektir. Çünkü “Şiir de neymiş?” diyenler sadece kendi zombiliklerinden korku duyanlardır.
Para ve şiir geçinemezler. Birinin üstünlüğünün hissedildiği mekândan diğeri hızlı bir biçimde uzaklaşır. Paradoks odur ki paranın ve şiirin yuvalandığı yer insandaki aynı yerdir. Şimdi merak ediyoruz: İnsanın neresi hem paranın, hem de şiirin yuvalanmasına müsaittir? Şiir ve para kendi başlarına hiçbir şey ifade etmedikleri halde, onları devreden çıkardığınızda bütün ifade imkânınızı kaybettiğiniz iki şeydir. Sessiz kalmağa sadece şiiri ve parayı kaybetmemek için katlanırız. Sessiz kalmamız şiirimiz ve paramız olduğu (ya şiirimiz ya paramız) müddetçe canımızın yanmadığı bir durumdur. Şiir ve para noksanlığı nutuk attırır insanlara, söz verme yarışı başlattırır, yalvartır, haykırtır, canavarlaştırır, gülünçleştirir insanları.
Biz Türklerin başından İnebahtı hezimetiyle başlayıp Tanzimat Fermanı’nın okunuşuna kadar geçen iki buçuk asır kendimize mahsus sessizliğe katlanma çağıdır. Katlandık, tahammül ettik çünkü çağlayarak akan şiirimiz bizimleydi. “Biz” oluşumuz pırıl pırıl parlıyordu. Tanzimat Fermanı’ndan bu güne ne oldu? Sönerek fısladık mı? Paranın başına gelenlere bakarsak öyle dememiz zaruridir. Şiirin başımıza getirdiklerine baktığımızda ise bambaşka ve harikulade bir harita açılacaktır gözlerimizin önüne. Modern zamanlar işlerin para gücüyle yürüdüğü Batı’da ve şiirden kazanılan can vasıtasıyla dik durulan Türkeli’nde farklı aktı.
Sermaye hâkimiyeti Batı’yı belâdan belâya sürükledi. Bu sürüklenişe karşı olduğu, bu cendereye sığmadığı nispette şiirin milleti Batı’yı istiskal ederek yükseldi, irtifa kazandı. Türklerin modernleşmesine hudut 14 Mayıs 1950 günü kondu. Hududu koyan bizzat Türk milletiydi. Türk milleti başında kimleri görmek istemediğini 1954 Hıristiyan yılında teyit etti. Aynı yıl Türk şiirinin modernleşme istikametindeki son safhasını idrak ettiği yıldır. Okuma bilirseniz Türkeli’nde sermaye hâkimiyetine meydan okuyan şiiri okumağı becerebilirsiniz. Türk halkının davası ile Türk halkının zevki arasındaki tenasübü keşfe her Türk memur ve muvazzaftır.
İsmet Özel, 14 Temmuz 2016, İstiklal Marşı Derneği SitesiİZDİHAM