İsmet Özel, Yabancı Yabana Gitti
Hayat tasarruf edilemeyeceğine göre sona erişi ben doğduktan bir sene sonrasına denk gelen II. Dünya Savaşı akabinde tanışıklık kurduğumuz “yabancı” elbette sarf edilecek, harcanacaktı. Yabancının harcanmasının içimizde bir eziklik yarattığını doğru buluyorsak belki bunun sebebini yabancıyı değerinin çok altında bir fiyatla elden çıkardığımızda bulabiliriz. Albert Camus ’nün bir romanının adı yabancı. L’étranger İngilizceye “The Outsider” olarak tercüme edilmiş. Eğer “stranger” veya “foreigner” denilmiş olsaydı seyahat meraklısı İngilizler kendilerini Fransızcada kast edilen anlamın çok uzağında bulacaklardı. Yabancılık kavramına insan olma endişesi taşıyanların savaş sonrası dünyada sahip oldukları hissi anlatma gayretiyle başvurulmuştur. Gerçekte savaş devam ederken ve bittikten sonra intiharı yegâne çözüm görenler az sayıda değildi. Yabancı intihar etmekten geri duran zihin erlerinin ihtiyacıydı.
Tarih sahnesinde zihin eri olmanın en has numuneleri olan biz Türkler gözlerimizi kendimize çevirmedikçe dünyanın ifade ettiği mânayı kavramakta yetersiz kalacağız. Ne yapacaksak yapıp kendimizi görmeliyiz; ancak ortamımızdan yalıtılmış bir kendilik icat etmemiz imkânsız. Aristoteles “Tek başına bir insan, ya Tanrıdır, ya hayvan” diyesiymiş. Bu yaklaşımı “zoon politikon” iddiasına destek olsun diye söylendiyse hesaba katabiliriz. Aklı başında bir kişi ne Yaratıcı Tanrı’nın, ne de beslenme mecburiyeti altındaki herhangi bir hayvanın tek başınalığını ciddiye alır. Dikkati hak eden her varlık hayatını idame ettirmek için bir çevreye gerek duyar. Çevremizi görmeksizin kendimizi göremeyiz. Yani gün be gün içinde kıvrandığımız dünyada dünyadan “découpé” bir Türk yok.
Dünyadan soyutlanmış bir Türk kimseyi tatmin etmeyeceği için saf bir ırk icat etme kastıyla dikkatimizi İskitlere veya Moğollarla harman edilmiş bir kavme çeviriyoruz. Böyle yapmağa icbar edildik. Çünkü modernlik daha baştan medenilik hevesindeki herkese Allah’ın askeri olmayan bir Türk gerektiğini telkin etmişti. Eğer Türkleri Allah’ın askeri olarak göreceksek Türkler karşısında savaşanlara ne isim verecektik? İşte tam burada bir millî unsurun işlev ihtiyacını anmak gerekiyor. “İşlev ihtiyacı” ibaresini garipseyebilirsiniz. Buna hakkınız vardır. Türk milleti tarih sahnesindeki yerini bir işlevi yerine getirdiği için aldı. Neydi bu işlev? Fransız dilinde “fonction” şeklinde yazılan kavram bir işleyişi dile getirir. Türklerin yürürlüğe koyduğu işleyiş İslâm’ın modern çağda neşet etmesine, çok kendine mahsus bir şekilde yayılmasına dairdi. İstanbul’u fethederek İslâm dünyasının makbul sahasını Bağdat-Şam hattından bu şehre taşıdık. Arap dünyasında İstanbulî dediniz mi cezbedici, alımlı, kendine mahsus çekiciliği olanı kast ediyordunuz. Dünya Türklerin hâkimiyet tesis ettiği yerlerde Helenleşme ve Romalılaşma tecrübesinden geçmiş bir güç gösterisine yeniden şahit oldu. İslâm’ın Avrupa’daki yeri Türklerin savaş gücüyle sağlanmıştır cümlesini yanlış buluyorsanız Pomakları, Boşnakları, Arnavutları nasıl açıklarsınız?
Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Müslümanlar Türklerin diğer kavimlerden daha yüksek bir mevkie sahip oldukları görüşünü yaygınlaştırdı. Niçin bunu yaptılar? Çünkü Bizans ordusundaki vurucu gücü yok ederek Küçük Asya’ya Müslüman nüfusun akmasına başka hiçbir kavim değil Türkler sebep olmuştu. Küçük Asya’nın yani Diyar-ı Rûm’un Dar-ül İslâm oluşunun temel sebebini ne Büyük Selçuklu İmparatorluğunda, ne Anadolu Selçuklularında arayalım. Topraklarımızı üstün kültürün Müslümanlarca tebcil edilen kültür olduğunu ispat ederek bize hediye eden Gaza Beylikleridir. Türk toprakları sözü Gaza Beylikleri sayesinde gerçeklik kazanmıştır. Osmanlı dediğimiz devletin ilk sultan sıfatını taşıyan hükümdarı Yıldırım Bayezid’dir. Memluklerin müsaadesiyle Sultan sayılan kişi aynı zamanda Osmanlı devletinin ilk döneminin son hükümdarıdır. Altı yüzyıl boyunca hangi sebeple kim kimden neyi aldı ve kim kime neyi verdi bilinmeğe değer.
Türklerin vatana sahip çıkışı tarihin insan hayatında tutacağı yer bakımından başlı başına bir hikâyedir. Bu hikâye tarihin gereksiz süslerden arınmış sahnesinde yerini ancak Türkçenin doğuşu aydınlığa çıkınca bulacak. Bulacak mı dersiniz? Ümit edelim ki, bulsun. Bugün İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rusça, Bulgarca konuşan insanlar Karamanoğlu Mehmet beyin Türkçe konuşmağı zorunlu kıldığı günlerde birbirleriyle anlaşmak için hangi dili kullanıyorlardı? O zaman yukarıda zikrettiğim diller henüz yoktu. Yabancının hali Türkçenin haline çok benziyor. Her şeyden önce Türkçe kelimesi bu dili konuşan insanlara yabancıydı. Arapçaya uyarak “Türkî” diyorduk. Arapça ve Farsça başta olmak üzere Soğdca, Gotça, İspanyolca, İtalyanca, Grekçe, Ermenice gibi dillerden; ama bilhassa Âyet ve Hadislerden süzdüğümüz dil konusunda bir şuurdan çok uzaklarda eğleşerek yüzyıllar geçirdik.
Yabancının hali Türkçenin haline ne bakımdan benziyor? Tıpkı Türkçenin bütün dünya dillerine yabancı oluşu gibi “Yabancı” da II. Cihan Harbi’nin galip müttefiklerine yabancıydı. II. Cihan Harbi’nin galipleri hangi yanlışın içinde olduklarını biliyorlardı. Hitler ortalama bir Avrupalının fikriyatının ötesine geçmeyen bir söylem tutturmuştu. Büyük Britanya’da Almanlar ne yaptılarsa biz de onu yapalım diyen güçlü bir muhafazakâr akım vardı. Bugün bile İsrail’de beyazların üstünlüğünü savunarak NAZİ ırkçılığı güden bir akım var. Roma İmparatorluğunu canlandırma hayali dikkate alınacak olursa Mussolini Alman milletine bin yıllık hayat sahası (Lebensraum) vaat eden Hitler’den çok daha “uçuk” bir siyasetçiydi. Yabancılık insan hissiyatını kalbura çeviren şartlara yabancılıktı.
İsmet Özel
İZDİHAM