Petersburg’da, Nikolayevski garında bir kış akşamı. Trenler Moskova’ya doğru yola çıkıyor. Büfede, yola hazırlıklı, kalınca giyinmiş, büyük bir telaşla yiyip içen yolcuların yarattığı gürültülü, kalabalık bir cümbüş hali. Yuvarlak kafalı Tatar satıcılar havasız, ağır, kokulu ve bunaltıcı havanın içerisinde deli gibi koşuşturup sağa sola yemek taşıyorlar. Kadın oldukça sakin bir şekilde yan masada oturuyor. Yemeğimi yerken bir yandan göz ucuyla onu izliyorum. Garnitürlü köfte sipariş etmiş, okuduğundan tek kelime bir şey anlamadığı, elindeki henüz satın almış olduğu gazeteyle uzaktan yakından alakası dahi olmadığı açıkça seçilmesine rağmen kaşlarını kaldırarak okuyormuş gibi yapıyor.
Ona karşı olan ilgimi ve gizli merakımı fark edip kendince yorumlayarak, sanki her an ona dönecek, “Affedersiniz, siz de Moskova’ya mı gideceksiniz yoksa Volga trenini mi bekliyorsunuz?” diyecekmişim gibi bekliyor.
Bense sessiz kalıyor, göz ucuyla bakmaya devam ediyor ve yemeğimi yiyorum. O ise tedirgin, kaşlarını daha da yukarı kaldırarak, daha da endişeli bir şekilde, önemli bir şey arıyormuşçasına gazete sayfalarını çeviriyor. En sonunda dayanamayıp “Affedersiniz,” diyor soğuk ve kederli bir sesle, “bugünün akşam postasında cepheyle ilgili yeni bir haber gördünüz mü? Kocam için endişeleniyorum, üç aydır tek bir mektup almadım. Kendisi gözü pek bir pilottur.”
“Akşam postasını okumadım, bu konuda size bir şey diyemem.”
“Yazık,” diyor sesi daha da soğuklaşırken. Kaşlarını kaldırıp indirerek gazetesine dönüyor.
Derken, parıldayan apoletleriyle ve yepyeni asker pardösüsünün içinde, umutsuzca oturacak bir yer kollayan genç, kızıl saçlı bir subay masaya yaklaşıyor. Yüzü kızararak elini şapkasının siperliğine atıyor, topuklarını birbirine vurup kadına selam veriyor.
“İzniniz var mı?” diye soruyor. Tedirginlikle kadının karşısına bir sandalye çekip oturuyor.
Beş dakika içinde hemen samimi oluyorlar. Kadın, dikkatini tamamıyla köftesine vermiş, serçe parmağı zarifçe dışa dönük halde tuttuğu çatal bıçağı ustalıkla kullanıyor, kaşlarını oynatarak kederli bir şekilde gülümsüyor. Genç subay daha da kızarıyor, gitgide daha da cüretkar bir tavır takınıyor, pardösüsünün düğmelerini çözüyor, sigarasını tüttürürken durmaksızın konuşuyor. Kadın ise ara sıra omuzlarını silkiyor, subayın, hayatın ne olursa olsun güzel olduğuna dair kurduğu kocaman cümleleri sakince karşılayıp yuvarlak cevaplar veriyor: “Kişiden kişiye değişir… Zevk meselesi… Hayatı bir çerçeve içine sığdıramazsınız…”
Genç subay hiddetlenerek dönüyor, “Ne kadar da kuşkucusunuz! Dışarıdan bakılınca nasıl da neşeli, hayat dolu görünüyorsunuz, Ne var ki…”
Kadın nazikçe bıçağıyla tabağa vuruyor, hüzünlü ve dalgın bir şekilde ayakçıyı çağırıp bir kahve sipariş ediyor ve iç çekerek “Hayır, ne yazık ki yanılıyorsunuz, aslında içim kan ağlıyor. Benim kocam da subaydır sizin gibi, topçu subayı, az önce aldığım korkunç habere göre cephede vurulmuş ve hayati tehlikesi bulunmaktaymış. Fakat ben, maskelerimi yüzümde çok iyi taşırım.”
İvan Bunin
İZDİHAM
Çeviren: Mehmet Kerem Baysal