27 Şubat 2016

Jean Baudrillard, Siyah Anlar

ile izdihamdergi

Foucault’nun ölümü. İnsanın kendi dehasına duyduğu güveni kaybetmesi. Mutlak referans olmak ölüm tehlikesi getiriyor beraberinde. Her tür cinsel görünümün dışında bağışıklık sistemlerini kaybetmek, diğer sürecin biyolojik çevriyazısı halini alıyor. ”Kendini ölüme terk eden” Barthes’ın da başına aynı şey gelmişti.

Sartre’ın ölümü görkemliydi. Barthes ve Foucault gizlice ve erken öldüler. Şöhreti neşeyle karşılayan büyük edebiyatçıların ve retorikçilerin çağı geride kaldı. Medya çağının keskin düşünürleri buna tahammül edemiyorlar. Düşüncelerin sonuç yaratmadığı ve olayların çabuk unutulduğu demokratik bir toplumda, tapınma nesnesi olmayı ve iktidarın kullanılmasını göze almak zorlaşıyor. Durumun böyle olması, soyut ve buyurgan kimliği yüzünden seçilmiş bir simanın çevresinde bir tür gönüllü köleliğin billurlaşmasına acillik kazandırıyor -Foucault’nun başına gelen de bu. Ne var ki, saf bir aydına yönelen şöhret, onu yok olmaya da mahkum ediyor. Yapmacık bir biçimde tanrılaştırıldığını düşünen insan, dayanılmaz bir utanç duygusu yaşamaya başlıyor. Vicdani rahatsızlık duygusunu inceleyen Sartre, Foucault’dan çok daha az acı çekiyordu; çünkü Foucault, paradoksal bir biçimde hiç sevilmediğini ve kendisine eziyet edildiğini düşünüyordu. Ona eziyet edenlerse yandaşları ve işgüzar dalkavuklardı; onu, kendisiyle ilgili en berbat duygularına kadar soyup soğana çevirdiler; için için onları kendine yakıştırmıyordu kuşkusuz (en azından, yakıştırmadığı umulur). Foucault’yu unutmak ona hizmet etmekti, pohpohlamak ise ona zarar veriyordu.

Bir kitabına karşı erken, körü körüne ve abartılı olarak duyulan hayranlık ile ölümü çakıştı; kitabını bitirmesi beklentisi bile, başlı başına bir sorunsal olarak yaşandı. Bu kitapla bunca uzun süre oynadıktan sonra, kendisi ne bekliyordu ondan? Kendi ölümüyle de böyle oynamadı mı? Ölümü bu abartılı, iddialı şöhret karşısında verilebilecek en zarif cevaptı -ve düşünsel bakımdan kutsallaştırılmasının kırıcı bir biçimde yalanlanmasıydı- ve aptalların ustalarını ezmelerine yarayan ölümü düşünmesi için efendilerinin üstüne gidiyorlardı. Saygın biri olarak yaşanabilir; saygınlık denen şey insana, kendisiyle denk olanlardan gelir ve yine onlara döner. Ne var ki, kölelik yapanların size dayattıkları iktidar karşısında kendinizi savunmanız imkansızdır. Çünkü, Foucault’nun da denediği gibi, onları sistematik olarak hayal kırıklığına uğratmak cesaretlerini kıramaz. Kısacası köpeklerden kaçabilmek için, kaçmayı bilmek gerekir, ya da onlara köpek muamelesi yapabilmeyi bilmelidir insan ve bu yetenek herkeste yoktur.

Foucault buyurgan, zorba, keyfi davrandıkça entelektüel çevrelerindeki otoritesi de arttı. Bu kadarı bile, entelektüel çevrelerin içinde bulunduğu sefaleti anlatmaya yeter. Belki, “rock music” ortamında bulunanların durumu da bundan pek farklı değildir. Entelektüel ustalıkla yapay kesinlik arasındaki dengesizlik; düşüncenin bağımsızlığından ileri gelen otorite azaldıkça büyüyen kült.

Zorlanıma dayanan bir inancın nesnesi olan insan düşünsel bağışıklığını kaybeder. Kendi gözünde yok olur; tıpkı, şansı yaver gittiği için ezilen bir kumarbaz gibi; tıpkı isimleri bile kendilerine ait olmayan idoller ve starlar gibi. Bütün toplumlar bu tür kolektif -eskiden ritüel- kurbanlara ihtiyaç duyarlar. Dalkavukların bayağılığını kınamak ne işe yarar? Kurban törenini yönetmekten başka bir şey yapmıyor ki onlar. Burada asıl acımasız olan şey, bütün bir süreç aslında. Topluluklar güç birliği yaparak içlerinden birini göklere çıkarıyor, hemen sonra duydukları hayranlıkla onu boğuyorlar. Eskiden bunlar bir şenlik havasında olup biterdi, bugünse sıkıntıya ve gerilemeye yol açıyor. Zorbalığın ve gönüllü köleliğin işi bu. Zihinlerinin özgür olmasıyla böbürlenen entelektüel çevrelerde yaşananların tek bir farkı var: o da karikatür halinde yaşanıyor olmaları. Anlamsız bir şeyin, o güzelim hayranlık tutkusunun insanın ruhuna yerleşip nasıl çürüdüğünü anlamak için, koltuklarına gömülüp saatlerde yaşlı Lacan’ın iradesiz sessizliğini gözetleyen binlerce kültürlü beyni görmek yeter.

Foucault: Hep daha belirginleşen bir kaynak arama saplantısı; önceden var olan belli bir nesnelliği tüketerek güncel bir vadeyi, hep biraz daha bilgince saf dışı bırakma. Hiçbir zaman aşamayacağı bir engel karşısında dönüp duran bir düşünce gibi -hiçbir zaman kendi gölgesini, yaratma usüllerini, geçmişle bağlarını aşamayacak bir düşünce. İşte böyle, mutlak referans oluyor insan; bilginin değişmez mirasına ve zaman içinde, ister istemez olabildiğinde uzaklarda temellenmeye çalışan bir otoriteye bağlanarak. Öncelemeyi, hatta şimdiki zamana girmeyi yasaklayan; türün yasalarını ihlal etmeyi kendine yasaklayan çetin bir süreç: Hep öne sürülen doğruluğundan emin olmak lazım. Hiçbir düşünce kendi başına güvenilir ve kullandığı düzeneklerin bilincinde olamayacağına göre bütün bunlar bir aldatmaca. Söylediklerini ihtiyatlı olmaktansa söylemediklerinin riskini alabilmeliydi. Her ne kadar Foucault’nun ihtiyatlı tutumunun nedeni büyük bir nesnel edep duygusu olsa da, onun dramı, başka bir iktidar desteğiyle bu savunma hattının dışına hiç çıkamamış, kendine özgü ayrımcılıklara kendini hapsetmiş olmasıyla başladı. Foucault, bütün bilgisini, bütün enerjisini kullanarak bu isteği inşa etti; elde edeceği bilançoya karşı güvenini her geçen gün yitirdi ve şöhret abartıldıkça kafası karıştı. Sonsuza çekilerek öldü, yok oldu, bize ve kendisine en küçük bir umut yaratmadan; Yüksek Bilgi’nin belirsiz sınırlarında.

Bartes’in, Lacan’ın, Foucault’nun (hatta Althusser’in) metinleri, yok oluşun felsefesi değil de ne? İnsanın, ideolojinin silinmesi. Yapının yokluğu, öznenin ölümü, eksiklik, aphanisis. Onlar da bu yüzden öldü zaten ve onların ölümü bu insanlık dışı görünümün ayırt edici özelliklerini barındırıyor. Onların ölümü Büyük Feragat’ın, kopuşun, iradenin hesaplanmış yanılgısının, arzunun hesaplanmış zayıflığının izlerini taşıyor. Sessizlik, bütün biçimleri kullanarak onları sona sürüklüyor ve kelimeler birer birer geri çekiliyorlar. Onların düşünceleri mutlu yarınları dile getirmediği gibi, yandaşlarının bütün üzüntüsüne rağmen bir sonuç da barındırmıyor. Çünkü bunlar incelikli düşüceler; kendi izlerini bile inceltiyorlar ve sonuç olarak hiçbir zaman yapıcı bir etki yaratmıyorlar (en azından, yaptıkları en iyi şey bu değil). Düşünceleri hümanist, liberal hatta düzenle oynayan bir bağlamda köklenenler (Levi-Strauss, Lefebvre, Aron ve hatta Sartre) varlıklarını çok daha iyi sürdürebiliyorlar. İster hayatta olsunlar ister ölmüş, onlar diğerleri gibi ”yok olmadılar”, virüsten zarar görmediler, yazdıkları onların kalıcı olmalarını sağlıyor ve başarıları eskiden olduğu gibi sürüyor. Oysa bütün bir kuşak, ifade ettiği ve sezdiği insanlık dışı ne varsa, bununla tam bir uyum halinde yok oldu. Onlar ironik işaretler bıraktılar. Müthiş bir hayal kırıklığına uğrayan yandaşlarının yapacağı tek iş, zarafete ve yok oluşlarındaki üsluba aldırmayarak olumlu anıtlar verebilmektir.

Jean Baudrillard
İzdiham