Jean-Louis Mattei, Latin Şiiri Antolojisi
700 yıldan daha geniş bir süreyi kapsayan Latin şiiri, dünya yazınında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Sümer, Mısır, İbrani, Çin… vb. eski kültürlerin yanı sıra, bu şiir de, büyü ile dine dayanan kökleri ve ilgi çekici yazınsal özellikleri bakımından insanlığın kültür tarihini derinden etkilemiştir.
Bu şiir, Arap aruzuna benzeyen vezniyle, Yunan şiirinin -özellikle Homeros’un ve İskenderiye şiirinin- devamı sayılmaktadır. Fakat öykünmek bir şey, yaratmak ise bambaşka bir şeydir. Latin şairleri yaratıcıydılar, çünkü duygu yüklüydüler ve en önemlisi seviyorlardı. Yunan uygarlığı ile köklü bir temas kurulunca, şaşırtıcı güzellikte yapıtlar ortaya çıkardılar. Sözgelimi Lucretius (M.Ö. 98-55), şiirin eğitici ve öğretici işlevine sevimlilik kazandırmayı başarabilmiş çok değerli bir şairdir. O, kendi dünya görüşünü bize açık yürekliliğiyle sezdirirken, Epikuros felsefesinin yaman bir savunucusu olmaktan da geri kalmaz. Düşünce açısından biraz soyut sayılsa bile, şairin biçemi, kendisinden sonra gelen sanatçıları derinden etkileyecektir.
Catullus (M.Ö. 87-54), şiirleriyle, bize tamamen farklı bir kişiliğin varlığını haber verir. O, sanki hem sevmek, hem yargılamak, hem de üzülmek için yaratılmıştır; çok yönlü bir yeteneğin sahibidir, açıkçası. İulius Caesar ile yaşıt olup, o dönemdeki Roma uygarlığının ilgi çekici bir yansımasını oluşturur.
Vergilius (M.Ö. 70-19) ise, en ünlü Latin şairi olarak taçlandırılmıştır. O’nun başyapıtı Aeneis’tir, kahraman Aeneas’ın serüvenlerini anlatan bu destan, İlyada ve Odysseia’nın bir uzantısı gibidir. Fakat O’nun amacı, her şeyden önce, Augustus hanedanının temelini sağlamlaştırmaktadır. Kör bir dalkavuk olduğu için değil, iç savaşlardan yorgun düşen Roma uygarlığının ancak bu hanedanla yaşayacağına inandığı için Augustus’u savunur. Böylece Aeneis ile özgün bir yapıt ortaya çıkar. Daha önce yazdığı Bucolica ve Georgica’nın, Aeneis kadar olmasa bile, ondan sonra en çok öykülenen klasik yapıtlar arasında yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
O dönemde, Vergilius’un dostu Horatius (M.Ö. 65-8) da, esnek ve ilgi çekici kişiliğiyle, Augustus hanedanını desteklemiştir. Öte yandan, bu güçlü şairin ‘Carpe diem’(Gününü gün bil) anlayışına bağlılığını dikkate alarak, O’nu, Epikuros felsefesini belki pek iyi anlamayan ve fakat bu felsefeyi kendine özgü bir tarzda yorumlayan Romalılardan biri saymak da mümkündür. Horatius bundan dolayı Augustus’a bağlı generallerin savaşlarını övmekten kaçınmış, şiirlerinde günlük hayatın problemlerinden ve yaşadığı aşklardan söz etmeyi yeğlemiştir.
Aynı dönemde yaşayan Tibullus (M.Ö. 54-19)’un en büyük özelliği, içtenliğidir. Şair, yazdığı dizelerle bize aşklarını aktarmaya ve rahat, sade, tasasız bir hayatın özlemini duyumsatmaktadır. Dili, yalın ve durudur.
Propertius (M.Ö. 47-16) da, Augustus yüzyılının önemli şairlerindendir. Genç denece yaşta ölen şair Cynthia’ya duyduğu aşkla ünlendi. Propertius’a yöneltilebilecek tek eleştiri, şiirini gereksiz şekilde ve çok sayıda mitolojik ögelerle doldurmasıdır, denilebilir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz şairlerle yaşıt olan Ovidius (M.Ö. 43-M.S. 17), Ortaçağ’da yazarların hayranlık duyduğu bir kişilikti. Ne var ki daha sonra şiddetli eleştirilerin boy hedefi haline geldi. Kendisini ölçülü bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Ovidius hercaimeşrep olma ününe sahip ama, unutamayalım ki, bugün çok sayıda Eskiçağ söylencesini ancak bu şair sayesinde algılayabiliyoruz. ‘Şair Tibullus’un Ölümü Üzerine’başlıklı elegia, -ki Antoloji’mizde ona da yer verdik-, Ovidius’un içtenlikli ve dokunaklı şair kişiliğini yansıtmak bakımından ilgi çekicidir. Aynı şekilde, uğradığı haksız sürgünün de onu sevimli kıldığına muhakkak gözüyle bakılabilir.
Latin şiiri, yaşadığı bu Altın Çağ‘dan sonra tıkanmıştır ama, onun nefes almakta güçlük çeker hale geldiğinden de kuşku duyulmaz. Persius veya Silius İtalicus gibi şairlerle Antoloji’mizde yer vermek istemeyişimizin sebebi, başka ne olabilir?
Bununla birlikte, Lucanus (M.S. 39-65)’un Pharsalia’sını önemle belirtmemiz gerekiyor. Destan şeklinde yazılan bu yapıtın konusunu, Caesar ile Pompeius arasında geçen iç savaş oluşturmaktadır. Mitolojiyi ölçülü bir şekilde kullanmayı başaran şair, bu yapıtında fantastik ögelere başvurmayı tercih etmiştir. Kendisi, Neron’a karşı birçok ünlü kişiyle beraber komplo kurduğu savlanarak idam edildiği için, Pharsalia’yı maalesef tamamlayamadı. Lucanus’un bizlere bıraktığı en büyüz izlenim, çok değerli bir stoacı şairin sahip olduğu ödün vermez kişiliğidir, diyebiliriz
Yunan şiirinin ve Catullus’un izinde yürüyen Martialis (M.S. 40-140) ise, epigram’ları ile büyük bir üstünlük sağladı. Şairimiz, her şeyden önce, taşlamaları ile ünlendi. Bize Roma kültür ve uygarlığının çok ilgi çekici bir görünümünü çizen Martialis, hiç kuşkusuz, Latin şiirinin en iyi temsilcilerinden biridir. Martilalis’in yaşıtı olan İuvenalis (M.S. 60-130)’e gelince, bu şair de Traianus zamanında saturalarıyla şiirinin zirvesine ulaştı. Yaşadığı devri ve öncesini acımasız şekilde eleştiren İuvenalis, Roma İmparatorluğunun yavaş yavaş çöküşünün sebeplerini, en belirgin şekilde gözler önüne serdi.
Latin şiiri, bu zerveden itibaren inişe geçerek bir çöküşün yolunu tuttu. M.S. III yüzyılın sonunda söz edilmeye değer bazı kişilikli şairlere rastlayabiliyoruz. Bunlardan Ausonius (M.S. 310-395), ilk Hıristiyan şairdir ama, esin kaynakları eski Roma’ya dayanmaktadır. Şiirleriyle, ailesini ve yurdunu çok evsen, ağır başlı bir ihtiyar izlenimi uyandırır. Çok özgün bir şair olmasına rağmen, Ausonius’un yapıtı, Roma İmparatorluğunda meydana gelen belirli bir rahatlamanın belgesini oluştur.
Antoloji’mizin son şairi Claudianus (M.S. 370-412?), çok farklı bir kişiliğe sahiptir. Bir pagan olan şair, Hıristiyan İmparator Honorius’un övgücüsü kesilmiştir. Ausonius’un tam tersi Claudianus’un şiirinde, Roma’nın artık önlenemez çöküşü dile getirilmektedir. Germenler yavaş yavaş Roma İmparatorluğunu çökertme başarısını gösterirler. Bazı’yı yöneten Honorius ile Doğu’nun başında kalan Ancadius arasında sonsuz anlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Arcadius’un bakanları olan Rufinus’a Eutropius’a saldıran Claudianus, bu karmakarışık devrin iyi bir yansıtıcısıdır.
Özetlersek, Roma’da İtalya’da ve genel olarak bütün Roma İmparatorluğunda şiir çok yaygındı. Örnekse, Pompei’de duvarlara Aeneis’ten yazınla dizeler keşfedildi. Latinler şiirle iç içe yaşamaktadırlar. O devirde günümüzdekine benzer şekilde kitap oluşturulamıyordu. Söz konusu tomar veya rula, okunduktan sonra, birkaç kitabı içerebilen silindir şeklindeki bir kutuya veya yatay bir durumdaki öteki tomarların üzerine konmaktaydı. Kitapçılar, dükkanlarının önündeki levhalar aracılığıyla yeni çıkan şiirlerin reklamını yapıyorlardı. Bazen de şairin büstü altına, son yarattığı dizeler yazılıyordu.
Latin şairler, müsvette yerine genel olarak balmumuyla kaplı tabletler kullanmaktaydılar. Ucu sivri bir şişle yazıp öteki ucuyla siliyorlardı. Böylelikle şairlerimiz sokakta, hamamda, yolculukta, kısacası her yerde yazabiliyorlardı. Öte yandan, şiir okuma seansları galerilerde, portiklerde, forumlarda veya kütüphanelerde gerçekleştirilmekteydi. Ayrıca yazınsal toplantıların yapıldığı salonlarda da şiir okunabiliyordu. General Messalla’nın salonu ünlüydü. Söz konusu salonlarda Romalı hanımlar, sevdikleri şairleri alkışlıyor ve destekliyorlardı. Eğitimde şiirin payı büyüktü. Kısacası, okurumuzun da kolayca saptayabileceği gibi, şiir hayatı Roma İmparatorluğunda çok renkli geçmekteydi. Latin şiiri, elbetteki Claudianus ile ölmedi. Bütün bir Ortaçağ boyunca etkisini sürdürmeye devam etti, oradan günümüze ulaştı. Şu da var: Oldukça yakın bir tarihe kadar, Avrupa liselerinde Latince şiirler yazmak, eğitim programlarının bir parçasını oluşturuyordu. Onun içindir ki, başyapıtlarıyla Eskiçağ dünyasını, bu dünyanın kültür ve uygarlığını daha iyi tanımamıza yardımcı olan Latin şairleri, aynı zamanda modern şiirin oluşumuna da büyük katkı sağladı ve dünya yazınının vazgeçilmez bir parçası olmaya hak kazandı.
Ahmet Necdet
İzdiham