Sene 1939. İkinci Dünya savaşı başlamış. Sartre 34 yaşında, asker. Kendisiyle 1975 yılında yapılan bir söyleşide Jean Paul Sartre, savaşın hayatını ikiye böldüğünü söylüyor: “34 yaşımdayken başladı, 40 yaşımdayken bitti ve benim için hakikaten gençlikten olgunluk çağına geçiş oldu.”
1939 yılında, Sartre ilk başarısını “Bulantı” ile yakalamış, aynı anda hem ikinci romanı hem de felsefi eser üzerinde çalışan hırslı genç bir entelektüeldir. Ve seferberlik anı gelip çatar; onu korunaklı dünyasından çekip alıp birden bambaşka bir gerçekliğe atar: “O zamana kadar, kendimi her şeye hakim sanıyordum” diyor aynı söyleşide. “Dünyanın, diğer herkesle ilişkilerimin ve diğer herkesin benimle ilişkilerinin ağırlığının bilincine varabilmem için kendi özgürlüğümün inkarı anlamına gelen seferberlikle karşı karşıya kalmam gerekiyormuş demek ki.” Sartre’ın biyografisini yazan Annie Cohen-Solal, savaş öncesinde neredeyse toplumdışı yaşayan, bireyci, dünya işleriyle ilgilenmeyen, tamamen apolitik bir yazar olan Sartre’ın savaş sırasında birkaç ay içinde nasıl politikaya atıldığını uzun uzun anlatıyor.
Sartre, bütün varlığını etkileyen bu dönüşüm sürecini yaşadığı 1939 yılının eylül ayından 1940 haziranına kadar düşüncelerini ve yaşadıklarını 15 deftere kaydediyor: “Tuhaf savaş”. Bu günlüklerde, savaş, asosyal bir yazarın ölüm karşısında ve içinde bulunduğu tarihsel şartlardaki tuhaf durumu, arkadaşları, gençlik, kadınlar, ateizm konularında sayfalarca yazıyor. Günlüklerden beşi Sartre’ın evlatlık edindiği kızı Arlette Elkaim-Sartre tarafından 1983 yılında, yazarın ölümünden üç yıl sonra Fransa’da yayınlanmıştı. Diğerleriyse ortada yoktu, kim bilir belki savaş sırasında, belki daha sonraki yıllarda kaybolmuştu. İşte bu kayıp günlüklerden ilki – eylül-ekim 1939 – geçenlerde ortaya çıktı. 30 yıldır bu defteri elinde tutan bir koleksiyoncu günlüğü Fransız Ulusal Kütüphanesi’ne sattı. Ve Fransız Gallimard Yayınevi de 14 şubat günü Sartre’ın günlüğünü yayınladı.
Bu günlükte Sartre’ı daha önce hiç görmediğimiz gibi görüyoruz. Sartre tanıdığımız, bildiğimiz yaşamının henüz eşiğinde. Görevli olduğu askeri meteoroloji biriminde yine bol bol okuyor, romanı “Akıl Çağı” üzerinde çalışıyor, mektuplar yazıyor, günlüklerine notlar alıyor ve doğal olarak en çok savaşa, savaş-öncesindeki görüşlerine, 20’li yıllardaki pasifizmine, 30’lu yıllardaki kayıtsızlığına (“Asla politika yapmak istemedim”) değiniyor.
Sartre asker kaçaklığındansa, cepheye gidip çarpışmayı tercih etmesini, içinde bulunduğu dönemi kabul etmekle açıklıyor, asker kaçağının ‘bugün’ü reddettiğini, geleceğe seslendiğini söylüyor. “Ben bugüne seslenmek istiyorum. Tutucu bir insanım. Dünyayı olduğu gibi tutmak istiyorum, bana nasıl güzel görünüyorsa öyle değil – tam tersine onu kıyasıya eleştiriyorum – çünkü dünyanın içindeyim ve kendimi de onunla birlikte yıkmadan, onu yıkamayacağımı biliyorum.”
Bu yazdıklarına rağmen, kısa bir süre sonra, Simone de Beauvoir’a yazdığı bir mektupta “Kendimle ilgili olarak düşüncelerim çok net: savaştan nefret ediyorum; ama 1920-1939 arasında onu engellemek için kılımı bile kıpırdatmadım. Bugün, hiç yakınmadan, bu öngörüsüzlüğün bedelini ödüyorum. Hatayı nerede yaptım? Kesinlikle savaşın olduğu şu günlerde ya da engellenmesinin mümkün olmadığı yıllarda değil. Henüz kötü bir rüya olarak belirmeye başladığı, üzerine akıl yürütebileceğim ve politik bir yaklaşım geliştirebileceğim yıllarda hatayı yaptım.”
Bu konuda, Sartre daha sonra geliştireceği ünlü tezlerine bir giriş yapmaya başlayarak “çağı-içinde-varlık” teorisinin taslaklarını ortaya koyuyor bir anlamda: “Ben kendimi XX. yüzyılda seçtim. Heidegger gibi konuşmak gerekirse, XX. yüzyıl ve onun sorunlarıyla ben’im… Tarihsel olduğum için mutlak’ım. Söylemek istediğim şu: eğer tarih tarafından sürüklendiğim, bir anlamda ona maruz kaldığım düşünülürse, ben o zaman yalnızca göreceli olurum. Ama eğer, tam tersine, kendimi tarih içinde kurduğum anlaşılırsa, o zaman işte ben -yerimde- bir mutlak’ım.”
Buradaki Heidegger göndermesi de Sartre’ın o dönemde yaşadığı dönüşümün bir işareti aslında. Savaşın hemen öncesinde Heidegger okuması, kendi deyişiyle, Sartre için “gökten gönderilmiş gibi” olmuş. Ve savaştan sonra, Sartre artık Heidegger’in felsefesini – insanı savunmadan tabii – savunacaktır. 1943 yılında yayınlanan “Varlık ve Hiçlik” adlı yapıtının merkezini de Husserl’in düşüncesinin açmazlarından çıkmasına büyük ölçüde yardımcı olan Heidegger’in felsefesinden etkiler oluşturacaktır. Bütün bunlar Sartre’ın savaş sırasında yaşadığı derin dönüşümün sonuçlarıdır.
Sartre 23 eylül 1939’da Simone de Beauvoir’a şöyle yazıyor: “Kendimi ölümsüz sanıyorum. Bu belki o kadar da yanlış bir düşünce değil. Ölümü hiç hesaplamıyorum. Ayrıca bir şey daha var: yazılarımı hiç birbirinden ayrı ürünler olarak görmedim, onları tek bir yapıtın parçaları olarak tasavvur ettim. Bu yapıtın sınırlarıyla aynı. Yapıtın esasını hep 60’lı yaşlarım için yazacağımı düşündüm. Yetmiş yaşından önce ölmeyeceğimi bana düşündüren saçma ama derin çocukluğa bakarsak… Hayatımın sonuyla ölümümü birbirinden ayıran bir boşluk olacağını düşünüyorum. Bir başka deyişle, ölümümden önce hayatım bitmiş olacak. (…)”
Kehanet mi demeli? Hakikaten de Sartre, ünlü üç ciltlik “Flaubert” macerası hariç eserini 60 yaşında tamamladı. Daha sonra ise kör bir seyirci olarak kendi hayatını seyretti. Sartre özgürlüğe inanıyordu, ama aynı zamanda kadere de inanıyordu: özgürlük kaderle başedebilmenin kişisel bir yoluydu, onun varoluşçuluğunda.
Sartre’ın yaşadığı derin dönüşüme, hayatının en önemli, belki de tek dönüm noktasına ışık tutan bu güncesinden alçakgönüllülük ve kibir ile ilgili bir bölümü özetleyerek ilk kez Türkçeye aktarıyoruz.
13 Ekim cuma
Alçakgönüllülüğü tanımıyorum, ama bununla beraber, hatalarımı hiç de kem küm etmeden görebiliyorum, çünkü kendi kendimle aramda hiçbir maddi dayanışma yok. Alçakgönüllülükte, dünkü Ben’ini yaşamaktan gelen fazla mahrem, fazla hassas -aynı zamanda derinden ve canlı da- bir yan vardır. Bu suçu işleyen Ben, hatayı gören Ben’dir de. Burada belki bir de, göğüslenenden daha fazla içtenlik ve daha fazla cesaret, kendi kendini bir tür sürekli kılış vardır. Fakat hayatımın her anı ölü bir yaprak gibi benden kopup gidiyor. O derece ki, anın içinde yaşamıyorum, daha çok gelecekte yaşıyorum. Varılabilmek için aşılmış bir hayatı varsayan hedefimden ötürü… Ergenlik çağımdan beri beni meşgul eden, yakamı bırakmayan ilerleme yanılsaması yüzünden…
Bana söz edilen herhangi bir Ben için şöyle düşünüyorum: ben ondan daha iyiyim. Bana bir önceki günün hataları, düşüncesizlikleri hatırlatıldığında, bunu seve seve kabullenirim çünkü bir daha aynı duruma düşmeyeceğime ikna olmuşumdur. Sonuçta, aslında bunun tek bir nedeni vardır, onunla benim aramda hep zamansal bir mesafe vardır. İnsanın ya da geleneklerin ilemesine kesinlikle inanmıyorum – en azından böyle bir şeye aldırmıyorum – kendi bireysel ilerlememe inanıyorum. Bir önceki günden daha az zeki olduğumu, daha cesaretsiz olduğumu vs. düşünmek tahammül edilemez ve bunu her işitmek zorunda kalışım benim için bir yaralanma, bir şaşkınlık oluyordu. Olduğum durumdan, yaptığımdan sempatiyle söz etmiyorum, anlamak için neredeyse hiç çaba sarfetmiyorum. Onu gülüşlere terk ediyorum ve gülüyorum. Yalnızca ona saldıranların onunla aramda ortak çizgiler bulduğunu gördüğüm oranda onu savunuyorum. Dolayısıyla, kendimi hep, yaşamakta olduğum günde, hayatımın en yüksek noktasında buluyorum. Aynı zamanda, ve bizzat hatalarımı kabul etmemden ötürü, kendimi tarafsız bir seyircinin, bir hakemin mutlak alanına yerleştirmek üzere bendeki insanın derisini yüzüyor, kabuğunu soyuyorum. Bu seyirci “kendi” adamına bakan aşkın, etten kemikten sıyrılmış bir bilinçtir. Kendi kendimi tıpkı başkasını yargıladığım ciddiyetle yargılarım. Ama tam da işte o zaman kendi kendimden kaçıyorum demektir. Bizzat kendi kendini yargılama eylemi, büyük bir zevkle gerçekleştirdiğim bir “görüngesel indirgeme”dir.
Böylece, çok az bir bedelle kendimi bendeki insanın üzerine yerleştirebilirim. Çok ender olarak fırsat ararım. Bir tartışmada, kavgada, eğer haksızlık etmişsem, hemen sonra, hatalarımı kabul ederim, fakat bu itirafa rağmen, karşımdakinin benden daha fazlasını istediğini görüp derin şaşkınlıklara sürüklendiğim çok olmuştur. O zaman şöyle demek isterim: “Baksana, o artık ben değil; o artık aynı şey değil”. Her an, bir tür kendinden kaçış olan özgürlük teorimi bu denli aşikar kılan da kuşkusuz bu. Hiçbir zaman asla pişmanlık duymam. Ama bunu kesinlikle, durmadan bir dediklerini defalarca tekrarlayan, kendi kendileriyle aç gözlü bir dayanışma içindeki bazı görmüş geçirmiş ruhlar gibi değil, daha çok kendimi “yüzüstü bırakarak”, olayın içindeki mevcut Ben’i hissetmeden, kendime soğuk bir horgörüyle bakarak sağlıyorum. Kendimi tıpkı suç ortağını yüzüstü bırakır gibi bırakıyorum. Ve eğer bir başkasına karşı davranışlarımın sorumluluğunu taşıyorsam – en azından bundan eminim, her zaman böyle davrandım – bunu karşımdakine cömertçe ödediğim duygusuyla yapıyorum. Örneğin, bugün bir savaş olduğunu biliyorum ve bunu öngörmeyen – öngöremeden şüpheye düşen – Ben’le dalga geçiyorum. Kendi kendimle dalga geçiyorum çünkü mevcut Ben’imi geçmişe uzatarak, 3 eylülde savaşın patladığını bilen mevcut Ben’imin bunu hep bildiği izlenimine kapılıyorum. Bu da ona, 2 eylül günü hala şüphe içindeki zavallı kaybolmuş Ben’e göre büyük bir üstünlük sağlıyor.
Buradan görünüşteki alçakgönüllüğümün bir başka veçhesine geliyoruz: Şöyle ya da böyle davranmış olduğum ya da düşünmüş olduğum için beni övdükleri oluyor ve ben karşı çıkıyorum, her şeyden sonra, öyle olmadığımı söylüyorum. Geçmiş hayatımın en güçlü ya da en yüksek anları geçmiş oldukları andan itibaren beni artık ilgilendirmiyor. Doğal eğilimim, bugün çok daha iyi olduğumu düşünerek geçmiştekileri aşağı çekmektir. Stendhal’de çok dokunaklı olan kendi kendiyle dayanışma hali, onu en iyi anlarını tasvir etmekten alıkoyar çünkü onlardan söz ederek onların kendisi için değer kaybedeceğini düşünür, bence çok büyük bir hata bu. Benim hayatımın bu kadar açık olmasının bir nedeni de büyük ölçüde budur. Her şey benden kopup gidiyor ve ben herşeyi herkese veriyorum, çünkü zaten kopuyorum. Kendimin pruvasında derin bir yalnızlık… Öyle sanıyorum ki çok sayıda duygunun benden uzak olmasının nedeni bu(1).
Bunlar kibirim üzerine söyleyeceklerime bir giriş olabilir. Oldukça üzücü ve çöl gibi yalnızlaştırıcı bir kibir, yani işin aslı, kibirli kılan hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kimi kibirli kişilerin bedbaht ve kırılgan kibirinden tamamen farklı benimkisi(2). “Hiçbir şeyin” kibiri: ne zekamın, ki o konuda hiçbir fikrim yok, ne hemen benden kopuveren ve bir daha içine giremediğim yazılarımın, ne son zamana kadar hakkında düşünmediğim hayatımın ne de kendi kendimle dayanışmayı reddettiğime göre Ben’in kibiri bu. Zaman zaman müziğin, şarabın ya da bazı çok olağandışı koşulların etkisiyle başımın dönüp de kendi kendime “sen dahisin” dediğim ve tıpkı XVIII. yüzyıldaki gibi gözümden bir damla yaş süzüldüğü olmuştur. ama bu duyarlılık nöbetleri fazla uzun sürmez ve benim kibirimin altında yatan kesinlikle bunlar değildir. Hatta zaman zaman, kendime deha malederek, arzularımın altında bir seviyede kaldığım hissine kapılırım. Böyle bir şeyle yetiniyor olmak zaten küçültücüdür. Aslında bu kibir, dünya karşısında mutlak bir bilince sahip olmanın gururdur. Kah bir bilinç olmaya, kah bütün dünyayı bilmeye hayran kalırım. Dünyaya dayanan bir bilinç, işte kibirlendiğim şey bu. Ve nihayet, hiç bir duyguya kapılmadan ve çok katı bir şekilde kendi kendimi mahkum ettiğim zaman yine bu ilkel dayanma haline dönerim. Fakat şimdi, bu dünyaya dayanma halinin herkes için geçerli olduğu söylenebilir. Kesinlikle doğrudur. İşte bu nedenle de bu kibir denen şey her bilincin tekliği ile insanlık durumunun genelliği arasında salınır. İnsanlık bilincinin durumunu üstlenen bir bilinç olduğum için kibir duyuyorum. Ve bu aklı başında kibir bir anda erişilmez olur. “Gözde” nitelikleriyle, kudretiyle, güzelliğiyle, zekasıyla ve hatta erdemleriyle övünen kişi umutsuzluk ve alçakgönüllülük içinde bir öznedir, çünkü o, bu şekilde aynı zamanda, bir diğerinin yargılamasını ve kıyaslamasını kabul etmiştir.
Ama ben kibirimin nesnesini bir diğeirnin yargılamasından ve her tür kıyaslamadan kaçırıyorum. Çünkü benim gurur duyduğum şey, beni biricik kılan (herkes aynı şekilde, kendi türünde biriciktir) şey ve ilk başta diğerinin yargısında kaçan şeydir. Diğerinin varlığını benim için mümkün kılan da bilinçtir. Kosakiewicz’lerin bedenlerine, cazibelerine, merhametlerine kırılgan ve kıyaslanabilir nesneler olarak işleyen umutsuz kibir… Kosakiewicz’lerin hataları karşısındaki alçakgönüllülüğü… Ben hiçbir zaman alçakgönüllü değilim, hiçbir zaman umutsuz da değilim, çünkü kendimle gurur duymuyorum, – tam da kartezyen Cogito düzeyinde – bilincimle kibir duyuyorum. Varlıktan, varlığın mutlak teminatından ayrılmayan bir kibirdir bu. Benim varolma tarzım olan bir kibir. Bana onsekiz yaşımdayken, ölmemin büyük bir yanlış olacağını, benim ölemeyeceğimi, saflıkla söyleten kibir. Bu daha çok şöyle bir şeydir: böylesi bir mutlak yokolamaz. Böylesi bir varlık teminatı artık olamama endişesi barındıramaz. Ve bu hiçbir şeyin kanıtı değildir, çünkü yalnızca, bilinç kendi yokoluşunu tasavvur edemez demeye gelir. Şimdi herkesin bilinci olduğu söylenebilir. Peki herkesin kibirinin böyle olmaması nereden kaynaklanıyor? Benim kibirimi, dışarıda kaybolmak yerine, kendi kendini göğüsleyen bir bilincin yükselmesinin kalbinde diye tahayyül ediyorum. İşte bu nedenle de kibirimi metafizik olarak adlandırıyorum. Bu anlamda, benim metafizik iyimserliğimden, kaderime olan inancımdan hiç farkı yok. Bütün bunların hepsi bir.
Kibirimin sonucu olarak: moral varlık olma (kendi ilkelerime göre) kaygım kendimi yükseltmeyi değil, tam tersine, kendime layık olmayı hedefliyor. Sonuçta, yaratılıştan bir moral yetkinlik düzeyine eriştiğim yollu karanlık ve derin bir inanca sahibim. Söz konusu olan yalnızca, daha sonraki davranışlarımla onu hak etmektir. Her yeni durum, beni küçültebilecek ve kendime yaraşır bir şekilde kendimi göstermem gereken bir tuzak, bir pusudur.
(1) Onsekiz yaşındayken, Sartre günlüğüne şöyle yazıyordu: “Ben’imi aradım: onun, arkadaşlarımla, doğayla, sevdiğim kadınlarla ilişkilerimde kendini gösterdiğini gördüm. Ben’de kollektif bir ruh, bir grup ruhu, toprağın ruhu, kitapların ruhunu buldum. Ama asıl olarak Ben denen şeyi, insanların, eşyaların dışındaki, hiçbir koşula bağlı olmayan, gerçek Ben’imi bulamadım.” (Gençlik dönemi yazıları)
(2) Aynı günlükte Sartre şöyle diyor: “İnsanın kendisiyle kibirlenmesi için zeki, güzel ya da güçlü olduğunu sanması gerekmez. İnsan hem aptal olduğuna inanıp hem de kendisiyle kibirlenebilir. Kibir kendi kendini besleyen bir eğilimdir. Fakat kayda değer bir zihinsel inançla desteklenmeyen kibir, alınganlık, çekingenlik, kötülük verir.”
Jean Paul Sartre
İZDİHAM