İlk antidepresan hapımı yuttuğumda on sekiz yaşındaydım. Londra çarşılarından birindeki bir eczanenin dışında, cılız İngiliz güneşinin altındaydım. Beyaz ve ufak bir haptı; yutarken kimyasal bir öpücük gibi gelmişti.
O sabah doktoruma gitmiştim. Uzun bir ağlama nöbetinin içimden sarsıla sarsıla dışarı çıktığını hissetmediğim tek bir günü bile hatırlamakta zorlandığımı söyledim ona. Çocukluğumdan bu yana –okulda, üniversitede, evde, arkadaşlarımın yanında– sık sık ortadan kaybolur, bir köşeye çekilip ağlardım. Dökülen birkaç damla gözyaşı da değildi. Düpedüz hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Gözyaşları dökülmediğinde dahi, neredeyse hiç kesilmeyen kaygı dolu bir monolog zihnimi işgal ediyordu. Sonra kendi kendimi azarlıyordum: Hepsi kafanın içinde. Aş bunları artık. Bu kadar zayıf olma.
O zamanlar söylemeye utanıyordum, şimdi yazmaya.
Depresyon ya da şiddetli kaygı yaşamış olanların konu hakkında yazdığı kitaplarda, yazarın yaşadığı sıkıntının derinliğini –gitgide daha abartılı bir dille– tarif ettiği uzunca bir azap pornosu mevcuttur hep. Bir zamanlar, depresyonun ya da şiddetli kaygının nasıl bir şey olduğunun diğer insanlar tarafından bilinmediği dönemde buna ihtiyaç vardı. Uzun yıllardır bu tabuyu yıkan insanlar sayesinde ben artık böyle bir kitap yazmak zorunda değilim. Burada yazdıklarım bununla ilgili değil. Ama inanın bana: Sahiden canınız yanıyor.
O doktorun muayenehanesine girişimden bir ay önce, Barselona’ da bir plajda üzerime çarpan dalgalar eşliğinde ağlarken aklıma ansızın –bunun neden olduğuna ve dönüş yolunu nasıl bulacağıma dair– bir açıklama gelmişti. Bir arkadaşımla birlikte çıktığımız Avrupa seyahatinin tam ortasındaydık, o yaz sonrasında ailemde havalı üniversitelerden birine giden ilk kişi olacaktım. Öğrenciler için olan ucuz tren kartlarından almıştık; yani bir ay boyunca Avrupa’daki herhangi bir trende bedava yolculuk yapabilecek, yol boyunca da gençlik pansiyonlarında kalabilecektik. Hayallerimde sapsarı plajlar ve yüksek kültür vardı – Louvre, cigaralar, seksi İtalyanlar. Ama yola çıkmadan hemen önce, gerçekten âşık olduğum ilk insan tarafından reddedilmiştim; utanç verici bir koku gibi her zamankinden daha fazla duygu sızdırdığımı hissediyordum.
Yolculuk planladığım gibi geçmedi. Venedik’te gondolda gözyaşlarına boğuldum. Matterhorn’da feryat figan ağladım. Prag’da
Kafka’nın evinde titremeye başladım.
Benim için sıradışı bir durumdu, ama o kadar da sıradışı değildi. Hayatımda baş edilmesi mümkün değilmiş gibi gelen bir acı hissettiğim, dünyadan izin almak istediğim böyle dönemler olmuştu. Ama Barselona’da ağlamayı bir türlü bırakamadığımda arkadaşım bana şöyle dedi: Çoğu insanın böyle yapmadığını biliyorsun, değil mi?
Devamında hayatımın çok nadir aydınlanma anlarından birini yaşadım. Arkadaşıma dönüp şöyle dedim: “Depresyondayım ben! Bunların hepsi kafamın içinde değil! Mutsuz değilim, zayıf da değilim – depresyondayım ben!”
Kulağa tuhaf gelecek ama o an bir mutluluk şoku yaşadım – kanepenin arkasında yüklü miktarda para buluvermek gibiydi. Bu hissin karşılığı olan bir terim vardı! Şeker hastalığı gibi, hassas bağırsak sendromu gibi tıbbi bir durumdu bu! Elbette daha önce işitmiştim, kültürümüzün dört bir yanında yıllardır gezinip duran bir mesajdı bu; ama şimdi yerine oturmuştu. Kastettikleri bendim! Yine o an birdenbire depresyonun bir çözümü olduğunu hatırladım: antidepresanlar. Bana lazım olan buydu işte! Eve döner dönmez o haplardan alıp normalleşecektim, depresyonda olmayan diğer taraflarım da zincirlerinden kurtulacaktı. Depresyonla hiç ilgisi olmayan dürtülerim olmuştu hep – insanlarla tanışma, dünyayı tanıma, anlama dürtüleri. İşte bunlar serbest kalacak, dedim, çok yakında.
Ertesi gün Barselona’nın merkezinde bulunan Güell Parkı’na gittik. Antoni Gaudi tarafından alabildiğine tuhaf olması için tasarlanmış bir park bu – her şey perspektife aykırı, lunaparklardaki aynalardan birine girmiş gibi oluyorsunuz. Bir noktada, içindeki her şeyin sanki dalga vurmuş gibi bir açıda durduğu bir tünelden geçiyorsunuz. Başka bir noktada, neredeyse hareket halindeymiş gibi görünen binaların yakınında yükselen ejderhalar var. Hiçbir şey olması gerektiği gibi görünmüyor. Etrafta dolanırken şöyle düşündüm: Benim kafam da böyle işte – şekilsiz, yanlış. Ve çok yakında düzelecek.
Her aydınlanma ânı gibi bu da birden gelmiş gibiydi, ama aslında uzun zamandır yoldaydı. Depresyonun ne olduğunu biliyordum. Pembe dizilerde sahnelendiğini görmüş, kitaplarda okumuştum. Kendi annemin depresyon ve kaygıdan bahsettiğini işitmiş, bunun için haplar aldığını görmüştüm. Tedavisini de biliyordum, çünkü daha birkaç yıl öncesinde küresel medyada ilan edilmişti. Benim ergenlik dönemim Prozac Çağı’na denk geliyor – ilk defa depresyonu felç edici yan etkiler olmadan tedavi etmeyi vaat eden yeni ilaçların doğduğu zamana. 1990’ların çoksatan kitaplarından birinde bu ilaçların insanları “iyiden de iyi” yaptığı, sıradan insanlardan daha güçlü ve sağlıklı kıldığı yazıyordu. [1]
Üstünde hiç durup düşünmeden tüm bunları özümsemiştim. 1990’ların sonunda bu tür muhabbetler çok fazlaydı; her yanı sarmıştı. Ve şimdi –nihayet– bunların benim için de geçerli olduğunu anlamıştım.
Muayenehanesine gittiğim o öğleden sonra, doktorumun da tüm bunları özümsemiş olduğunu gördüm. Küçük ofisinde bana neden böyle hissettiğimi sabırla açıkladı. Bazı insanların beyinlerinde serotonin adlı kimyasalın doğuştan düşük düzeyde olduğunu ve depresyona –geçmek bilmeyen o tuhaf, inatçı, arızalı mutsuzluğa– yol açanın bu olduğunu söyledi. Neyse ki, tam da yetişkinlik çağıma denk gelen dönemde, serotonini normal insanlardaki düzeyine çıkaran yeni kuşak ilaçlar çıkmıştı – Seçici Serotonin Gerialım İnhibitörleri (SSRI). Depresyonun bir beyin hastalığı olduğunu, tedavisinin de bu olduğunu söyledi. Eline bir beyin resmi alıp ondan bahsetmeye başladı.
Dediğine göre, depresyon sahiden yalnızca kafamın içindeydi – ama bambaşka bir şekilde. Hayal ürünü değildi. Gayet gerçekti ve beyinde meydana gelen bir arızaydı.
Hiç çaba harcaması gerekmemişti. Ben bu hikâyeye çoktan inanmıştım.2 On dakika içinde cebimde Seroxat (ya da ABD’de bilinen adıyla Paxil) reçetemle birlikte oradan ayrıldım.
Bundan ancak yıllar sonra –bu kitabı yazdığım sırada– biri çıkıp doktorumun o gün sormadığı onca soruya dikkatimi çekti. Mesela: Bu kadar sıkıntılı olmanın bir sebebi olabilir mi? Hayatında neler oluyor? Canını yakan, değiştirmek isteyebileceğimiz bir şey var mı? Doktorum bu soruları sormuş olsaydı dahi yanıt veremezdim sanırım. Yüzüne boş boş bakardım tahminen. İyi bir hayatım olduğunu söylerdim. Bazı sorunlar yaşamıştım elbette; ama mutsuzluğumun –hele bu ölçüde bir mutsuzluğun– herhangi bir nedeni yoktu.
Her halükârda, o sormamıştı, ben de nedenini merak etmemiştim. Bunu takip eden on üç yıl boyunca doktorlar aynı ilaç için reçeteler yazmaya devam etti ve hiçbiri de bu soruları sormadı. Sormuş olsalardı içerleyip şöyle derdim muhtemelen: Mutluluk yaratan doğru kimyasalları üretemeyen arızalı bir beynim varsa şayet, böyle sorular sormanın ne anlamı var ki? Zalimlik değil mi bu? Bunamadan mustarip olan bir hastaya anahtarlarını nerede bıraktığını niye hatırlayamadığını sormazsınız. Aptalca bir soru bu. Tıp fakültesine gitmediniz mi siz?
Doktor ilaçların etkisini göstermesinin iki hafta süreceğini söylemişti, ama o gece, ilaçlarımı eczaneden aldıktan sonra, içimde ılık bir dalgalanma hissettim – beyin sinapslarımın gıcırdaya gıcırdaya doğru yerlerine oturması diye düşündüğüm hafif bir tıngırtı. Yatağıma uzanıp eski bir karışık kaseti dinledim; artık uzun bir süre ağlamayacağıma emindim.
Bundan birkaç hafta sonra üniversite için yola koyuldum. Korkmuyordum; yeni kimyasal zırhımı kuşanmıştım. Üniversitede antidepresanların havarisi haline geldim. Ne zaman bir arkadaşımın üzgün olduğunu görsem denemesi için kendi haplarımdan teklif eder, doktorundan da bunlardan istemesini söylerdim. Artık depresyonda olmadığım gibi daha iyi bir durumda olduğuma emin olmuştum – bunu “antidepresyon” diye düşünüyordum. Kendi kendime alışılmadık ölçüde dayanıklı ve enerjik olduğumu söylüyordum. İlacın bazı fiziksel yan etkilerini hissetmiyor değildim – çok kilo alıyor, birdenbire ter içinde kalıyordum. Ama etrafımdaki insanlara sızdırdığım üzüntünün önünü kesmenin yanında ufak bir bedeldi bu. Hem –bakın!– artık yapamadığım bir şey yoktu.
Birkaç ay içinde, beklenmedik biçimde geri dönen üzüntü kabarmalarını fark etmeye başladım. Açıklanır bir tarafı yok gibiydi, düpedüz akıldışıydı. Tekrar doktora gittim ve ilacın dozunu artırmamız gerektiğine karar verdik. Günde 20 miligram 30 miligrama çıktı, beyaz haplarımın yerini mavi haplar aldı.
Ergenlik dönemimin sonları ve yirmili yaşlarımın tamamı böyle devam etti. Ben söz konusu ilaçların faydaları üzerine vaazlar verdikten bir süre sonra üzüntü geri dönüyor, ilacın dozu daha da artıyordu; 30 miligram 40 oldu, 40 miligram 50 oldu ve en sonunda günde 60 miligrama denk gelen iki büyük mavi hap almaya başladım. Her seferinde daha da şişmanlıyordum; her seferinde daha da terliyordum; her seferinde tüm bunlara değdiğine emindim.
Soran herkese depresyonun bir beyin hastalığı olduğunu, tedavisinin de SSRI’lar olduğunu açıklıyordum. Gazetecilik yapmaya başladığımda, gazetelerde bunu halka sabırla açıklayan makaleler yazdım. Geri dönen üzüntüyü tıbbi bir süreç gibi tarif ediyordum – beynimdeki kimyasallarda kontrol edemediğim ve anlayamadığım bir azalma oluyordu belli ki. Neyse ki, diyordum, bu ilaçlar acayip kuvvetli ve işe yarıyor. Bana bakın işte. Kanıtı karşınızda duruyor. Ara sıra kafamda bir şüphe beliriyordu – ama o gün fazladan bir-iki hap daha alıp geçiştiriyordum.
Ben hikâyemi bulmuştum. Aslında şimdi bakınca bu hikâyenin iki parçalı olduğunu görüyorum. İlki depresyonun nedenine ilişkindi: serotonin eksikliğinin ya da zihin donanımındaki başka bir hatanın yol açtığı bir beyin arızası. İkincisi ise depresyonun çözümünün ne olduğuna ilişkindi: beyin kimyasını onaran ilaçlar.
Bu hikâyeyi sevmiştim. Bana mantıklı geliyordu. Hayatıma kılavuzluk ediyordu.
Notlar
[1] Bu formülasyonun kaynağı için bkz. Peter D. Kramer, Listening to Prozac: The Landmark Book About Antidepressant and the Remaking of the Self, New York: Penguin, 1997.
Johann Hari, Kaybolan Bağlar kitabından alıntıdır.
İZDİHAM