29 Haziran 2016

John Berger, Buluştuğumuz Yer kitabından

ile izdiham

Lizbon.

Lizbon’daki bir meydanın merkezinde Luzitanya (yani Portekiz) servisi denen bir ağaç var. Dalları göğe doğru değil de, dışa doğru, yatay olarak gelişecek şekilde yetiştirildiği için, çapı yirmi metre uzunluğunda, su geçirmez dev gibi bir şemsiye oluşturuyor. Yüz kişi kolayca sığınabilir bu şemsiyenin altına. Ağacın boğum boğum kütlesel gövdesinin çevresinde daire biçiminde düzenlenmiş metal çubuklar taşıyor dalları; ağaç en az iki yüz yaşında. Ağacın yanında da üzerine geçenlerin okuması için bir şiir yazılmış, resmi bir ilan tahtası var.

Durup çözmeye çalıştım şiirin bir-iki dizesini:

… Ben senin çapanın sapıyım, evinin kapısıyım, beşiğinin de, tabutunun da tahtasıyım…

Meydanın başka bir yerinde tavuklar bakımsız otların arasındaki solucanları gagalıyorlardı. Masaların başına oturmuş adamlar da sueca oynuyorlar, seçtikleri kâğıtları bilgelik ve uysallık karışımı bir ifadeyle masaya bırakıyorlardı.

Burada kazanmak sessiz bir hazdı.

Mayıs sonunda hava sıcaktı – belki de 28°C. Bir-iki hafta içinde, bir anlamda Tagus’un karşı kıyısında başlayan Afrika, uzaktan da olsa varlığını belli ölçüde duyuracaktı. Şemsiyeli yaşlı bir kadın parktaki banklardan birinde hiç kımıldamadan oturuyordu. Hareketsizliğinde dikkatleri üstüne çekmek isteyen bir hava vardı. Orada parktaki bankta otururken varlığını fark ettirmeye kararlı görünüyordu. Bavullu bir adam her gün verdiği bir randevuya gidercesine meydanı uçtan uca geçti. Daha sonra kucağında küçük bir köpekle, köpeği de kendisi gibi üzgün görünüşlü bir kadın, Avenida da Liberdade’ye doğru yürüdü. Banktaki yaşlı kadın gösterişçi hareketsizliğini hâlâ sürdürüyordu. Acaba kimin görmesini istiyordu bu hareketsizliği?

Birden, ben kendime bu soruyu sorarken, kadın ayağa kalktı, dönüp şemsiyesini bir baston gibi kullanarak bana doğru gelmeye başladı.

Yüzünü görmeden çok önce tanıdım bu yürüyüşü. Gideceği yere bir an önce varıp oturmayı düşünen birinin yürüyüşüydü bu. Gelen annemdi.

Bazen düşlerimde annemle babamın oturdukları eve telefon edip aktarma yapacağım aracı kaçırdığım için geç kalacağımı kendilerine bildirir ya da bu bilgiyi bir başkasına iletmelerini isterdim. O anda olmam gereken yerde olmadığım konusunda uyarırdım onları. Söylediklerimin ayrıntıları düşten düşe değişirdi, ama onlara söylemem gereken şeyin özü hep aynıydı. Aynı olan başka bir şey de adres defterimin yanımda olmayışı ve onların telefon numaralarını hatırlamak istememe ve birçok numarayı çevirmeyi denememe karşın doğru numarayı bir türlü bulamayışımdı. Bu da gerçek hayatımda onların yirmi yıl boyunca oturdukları ve benim bir zamanlar ezbere bildiğim numarayı unutmuş olmamla bağlantılıydı. Ne var ki, benim düşlerimde asıl unuttuğum şey onların ölmüş olduklarıydı. Babam yirmi beş yıl önce öldü, annem de ondan on yıl sonra.

Meydanda buluşunca annem koluma girdi, ikimiz de anlaşarak karşı sokağa geçtik ve yavaş yavaş Mãe d’Agua’nın başına doğru yürüdük.

Bak John, unutmaman gereken bir şey var – çok unutkansın. Bilmen gereken şey şu: ölüler gömüldükleri yerde kalmazlar.

Annem konuşmaya başladığında, bana doğru bakmadı. Büyük bir dikkatle birkaç metre önümüze bakıyor, ayağının bir şeye takılmasından korkuyordu.

Cennetten söz etmiyorum. Cennete bir diyeceğim yok, ama ben başka bir şeyden söz ediyorum!

Sustu, sanki ağzındaki kelimelerden birinin kıkırdağı varmış da, yutulmadan önce biraz daha çiğnenmesi gerekiyormuş gibi ağzındakini çiğnedi. Sonra devam etti:

Ölüler öldükleri zaman Yeryüzü’nde nerede yaşamayı sürdürmek istediklerini seçebilirler, yeter ki Yeryüzü’nde kalmaya karar versinler.

Yaşarken mutlu oldukları bir yere mi dönerler demek istiyorsun?

O anda merdivenin başına gelmiştik, annem sol eliyle merdivenin parmaklığına tutundu.

Sen her şeyin yanıtını bildiğini sanıyorsun, her zaman öyleydin sen. Oysa babanı daha çok dinlesen iyi olurdu.

Birçok şeyin yanıtını biliyordu o. Bugün bunu daha iyi anlıyorum.

Merdivenden üç basamak indik.

Sevgili babanın birçok konuda kuşkuları vardı, bu yüzden her zaman onun arkasında durmam gerekiyordu.

Sırtını sıvazlamak için mi?

Biraz da onun için, evet.

Dört basamak daha indik. Annem elini tırabzandan çekti.

Ölüler kalmak istedikleri yeri nasıl seçiyorlar?

Annem karşılık vermedi, bunun yerine eteğini toplayıp merdivenin bir alt basamağına oturdu.

Ben Lizbon’u seçtim! Sanki çok bilinen bir şeyi söylermiş gibi söyledi bunu.

Buraya hiç gelmiş miydin –duraksadım, geçmişle şimdiki zaman arasındaki ayrımı daha çarpıcı göstermekten çekiniyordum– daha önce?

Gene sorumu duymazdan geldi. Sana daha önce söylemediğim bir şeyi öğrenmek istiyorsan, ya da unuttuğun bir şey varsa, bunları bana sormanın zamanı da, yeri de burası, dedi.

Bana o kadar az şey anlattın ki, dedim.

Herkes bir şey anlatabilir! Anlat! Anlat! Ben başka bir şey yaptım. İşaret edercesine uzaklara, Tagus’un karşı kıyısına, Afrika’ya doğru baktı. Hayır, daha önce buraya hiç gelmedim. Başka bir şey yaptım dedim ya sana.

Babam burada mı?

Başını salladı.

Nerede?

Bilmiyorum, sormuyorum da. Belki de Roma’dadır.

Papa yüzünden mi?

İlk kez dönüp bana baktı, gözlerinde muzip bir pırıltı vardı.

Yok canım; masa örtüleri yüzünden!

Kolumu omuzuna doladım. Yavaşça elimi omuzundan kaldırdı ve bırakmadan kendi eliyle taş basamağın üstüne götürdü.

Ne zamandan beri Lizbon’dasın?

Bunun böyle olacağını sana söylemiştim, hatırlamıyor musun? Söylemiştim böyle olacağını. Günlerin, ayların, yüzlerce yılların, zamanın ötesinde.

Gene Afrika’ya doğru bakıyordu.

Demek zaman değil, yer önemli? Bunu onu kızdırmak için söylemiştim. Yetişkinlik çağına geldiğimde onu kızdırmaktan hoşlanırdım, o da sesini çıkarmaz, ikimize de geçmiş bir hüznü yaşattığı için buna razı olurdu.

John Berger, Buluştuğumuz Yer kitabından

İZDİHAM