Öyle olaylar vardır ki, çok uzun süre beklendiklerinden, gün gelip gerçekleştiklerinde insanda artık hiçbir gerçeklik izlenimi uyandırmazlar. Yıllar ve yıllar boyu –üniversiteye ayak bastığımdan beri– milyonlarca yurttaşım gibi ben de bugünü bekledim durdum; Hıristiyanlığın benmerkezci görüşünde İsa’nın doğuşu gibi, yaşamımı, yaşamımızı “Önce-Sonra”, “Araf-Cennet”, “Düşüş-Yeniden Yaratılış” diye ikiye bölecek olan bu büyük günü.
Pek kinci biri değilimdir. İçtenlikle inanıyorum ki, kusurlarımın ya da kişiliğimin olumsuz yanları listesinde nefretin yeri yok. Hayatım boyunca İspanyol kültür yaşamındaki girişimlerimin yol açtığı ahlaksal ya da ideolojik çekişmelerin yozlaşarak kişisel çatışmalara dönüşmesini engellemeye çalışmışımdır, başarısız kaldığım zamanlarda –düşmanlık oluşturan ender durumlarda– da unutkanlığım hep öfkemden baskın çıkmıştır.
Öyleyse, o söz konusu olduğunda nefretimin böylesine ayak diremesini nasıl açıklamalı? Şu son haftalardaki upuzun, gerçekdışı cançekişmesi sırasında –o, kendisine yatağında, ihtiyarlıktan ölme iznini vermiş olan tarihsel-ahlaksal adaletsizliği dengeleyen bir tür tıbbi adaletin pençesi altında acımasız bir işkenceyle kıvranırken– nefretim bir an bile yakamı bırakmadı: illetlerinin sayısıyla orantılı olarak artıyora benzeyen bir doktor ekibinin resmi ağızlarının günü gününe verdikleri yeni ve şiddeti giderek artan acıların –gerçekten tüyler ürpertici– haberlerini okurken hiçbir acıma duygusu uyanmadı yüreğimde.
Şimdi burada onun iktidara yükselişinin kanlı tarihçesini çıkarmak niyetinde değilim, otuz dokuz yıl süreyle iktidarda tutunmak için başvurduğu baskı yöntemlerini de anmayacağım: İç Savaş’ın şu dillere destan bir milyon ölüsünü, savaş sonrasında tutuklanan ve kurşuna dizilen yüz binlerce kişiyi, aralarında Picasso’dan Casals’a, Américo Castro’dan Guillén’e, Buñuel’den Cernuda’ya değin, kültür yaşamımızın en seçkin kişilerinin yer aldığı bir milyon kadar İspanyol’un sürgüne gidişini. Onun önderliğinde, işçi sınıfına demir gibi bir askeri disiplinin uygulanması ve köylülere inanılmaz bir baskı yapılmasıyla gerçekleştirilen ekonomik kalkınmanın çelişkili olsa bile şaşırtıcı sayılmayacak sonuçlarına da değinecek değilim. O süreçle 60’lı yıllarda ülkenin bir modern endüstri toplumuna dönüşmesi hedefleniyordu: onun safında yer alan birçok İspanyol’un önlemek için savaştıkları korkunç gerçekti bu; geleneksel, durgun bir İspanya’yı savunan o insanlar böylelikle sonuçta nafile yere ölmüş oldular, içlerinden hayatta kalanlar ise ne Protestan Reformu’nun, ne Aydınlanma Çağı’nın, ne Endüstri Devrimi’nin topraklarımızda yeşertmeyi başaramadığı bazı ekonomik değerlerin görkemli zaferine tanık oldular. Zincirleme dönüşümler: her yıl otuz milyon turistin barışçıl istilası; Avrupa Topluluğu ülkelerine kitle halinde işçi göçü; yabancı, özellikle Kuzey Amerika kaynaklı yatırımların giderek artışı; ülkenin hızla endüstrileşmesi, kırsal kesimde ilkel üretim ilişkilerinden kopuş. Bu temel ve kesin dönüşümler, dinamik, hayat dolu bir toplum yapısıyla, köhnemiş bir siyasal üstyapı arasında giderek genişleyen bir uçurum açarak, onun rejiminin temellerini, görünürdeki gösterişli zaferi oranında, içten içe kemireceklerdi. Modern İspanya’nın hem celladı, hem istemeden yaratıcısı olarak son kırk yılda oynadığı gerçek rolü saptamak bana değil, resmi tarihin sahte dalkavukluklarına da, kara efsanelerin çarpıtmalarına da kulak asmayacak tarihçilere düşüyor artık.
Ölüm saatinin çaldığı şu anda, ben daha çok onun yaşamının İç Savaş sırasında çocuk olan bizler için ne anlama gelmiş olduğunu irdelemeyi diliyorum – bugün yetişkin birer erkek ya da kadın olan bizler, onun yüzünden, gençlik ve sorumluluk nedir bilmeden yaşlanmak gibi acayip bir konuma hüküm giydik. Belki de içinde yaşamak durumunda kaldığımız çağın ayırıcı özelliği de bu oldu: olayların özgür ve yetişkin yaşantısında benliğimizi gerçekleştirme, onun bir seferde sonsuza değin çizmiş olduğu yolun dışında toplumun yazgısını etkileme olanaksızlığı, her birimizin etkinlik alanını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, kendi özel yaşamımızın daracık sınırlarıyla kısıtlamamız ya da kişisel refahımız uğruna, kaba kuvvet yasasının geçerli olduğu bencil bir savaşa atılmamız sonucunu doğurdu. Salt anlık geçim sorununu çözümleme olanağının bile, ona ulaşmak için izlenen yordam ne denli haksız ve acımasız olmuş olursa olsun, savaştan önceki İspanyol toplumunda egemen koşullara kıyasla kayda değer bir iyileşme anlamına geldiği gözümden kaçmıyor; ayrıca İspanyollar’ın çoğunun, refah terimini özgürlük teriminden soyutlayarak, özgürlüklerin varlığını gerekli görmeyen bir “ilerleme”ye oldukça iyi uyum sağlamış olduklarını kabul etmeliyiz. Ancak, daha sonraki iki kuşağın toplumsal ve ahlaksal duyarlıktan az çok nasibini almış, eşitlik ve adalet istemlerini, hiçbir kalkınma ve az çok namuslu yoldan gelişme özgürlüğüyle karşılayamayacak olan erkekleri ve kadınları açısından sistem yıkıcı etki yaptı: tam bir ahlaksal soykırım. Onun kurumlaştırdığı baskı düzeneğiyle baş edebilmenin somut olanaksızlığı karşısında, hepimiz yaşamımızın belli bir anında ya bu diyardan göçmek ya susmamızı ve olduğumuzdan farklı görünmemizi, hatta ilkelerimizi terk ederek kendimizi öldürmemizi, baş eğerek kısırlaşmamızı, düşlerimizi yitirerek inançsız davranmamızı gerektiren bir duruma razı olmak ikilemiyle karşı karşıya kaldık. Ufak bir azınlık, büyük bir cesaretle, üçüncü ve daha güç bir yol seçti: yeraltı savaşının yüceliklerini ve sefaletini. O da sürgit kendi kendini yinelemesinden ve oyuna katılan güçlerin dengesizliğinden ötürü, yakın bir tarihe değin politikayı bir tür uyuşturucuya, muhalefeti İspanyol yaşamında pek sık rastlanan bir tür uyuşturucu bağımlılığına dönüştürdü: olayların çiğ gerçeğinin yalanladığı birtakım afur tafurdan oluşan laf ebeliği ancak o insanların onulmaz güçsüzlüğünün yansıması oluyordu ve mantıklı nedenlerden çok iradeden, hatta imandan kaynaklanan nedenlere dayanıyordu. Uzun süren sürgün, suskunluk, istifa ya da wishful thinking [temenni] sonunda mitomani’ye dönüşüyordu: yıllar ve yıllar süren acı, eziklik, burukluk; bu arada –çoğunlukla o insanların kişisel öngörü yeteneğiyle, hatta doğrudan doğruya İspanyol konjonktürüyle pek ilgisi bulunmayan nedenlerden ötürü– ülkenin genel görünümü değişmedeydi, fabrikalar, siteler ve turistik tesisler dededen kalma doğal görünümü yok ediyor, caddeleri ve karayollarını otomobil selleri dolduruyor ve ulusal gelir on yılda kişi başına 400 dolardan 2 000 dolara fırlıyordu.
Değişmeyen bir oydu: pulların, gazetelerin, devlet dairelerini süsleyen çerçeveli resimlerin Dorian Gray’i idi o; bu arada çocuklar delikanlılık dönemine geçiyorlar, gençler olgunluk çağına erişiyorlar, yetişkinlerin saçları, dişleri dökülmeye başlıyor, Picasso ya da Casals gibi, o yaşadıkça İspanya’ya dönmemeye ant içmiş olanlar, doğdukları ve doğallıkla üstünde yaşayıp kendilerini anlatacakları yer olan topraktan uzakta, mezarlarına giriyorlardı. Onun varlığı her yerde, her biçimde, yazgılarımızı kanun kuvvetinde kararnameyle yöneten iğdiş edici ve keyfi bir babanınki gibi olanca ağırlığıyla üstümüze bastırıyordu. Bugün gibi hatırlıyorum, yirmi yaşımda var-yoktum, onun iktidarını yeren safça bir öykü yazmış, hemen ardından da düşümde beni hapse attıklarını görmüştüm. Kurduğu rejim, kendi oluşturduğu sansürün yanı sıra, daha beter bir şey de yaratmıştı: İspanyollar’ı o dolambaçlı satır-arası yazma ve okuma sanatına, kendilerini sakatlayabilme gibi canavarca bir güçle donatılmış bir sansürcünün varlığını her an hesaba katmaya mahkûm eden bir özdenetim ve ruhsal körelme sistemi. Anlatım özgürlüğü kolayca kazanılan şey değildir. Deneyimlerimle biliyorum ki, ruhumun diyarından saygısız bir konuğu kovabilmek büyük çabalara mal olmuştu bana: görünürde kimse çağırmadan içime girip yerleşmiş olan polisi demek istiyorum. İspanyol gazeteci ve yazarları, o Süper-Ego’nun ağırlığını üzerlerinden atmış olarak yazı yazdıklarını fark ettiklerinde, herhalde benim o beklenmedik boşluk karşısında kapıldığım baş dönmesinin yol açtığı korkunun aynısını yaşayacaklardır – insanın ayakları dibine seriliveren özgürlüğün, düşündüğü şeyi lafı dolaştırmadan söyleyebilmenin korkusunu. Dışa karşı savaşım değil, içeride, ruhun içindeki, Freud’un ünlü deyişiyle “ruh düzeneğinin içindeki” sansür modeline karşı savaşım. Belki de benim çağımın birçok aydını için, kurtuluş çok gecikmiştir, artık sorumlu bir yazı biçimine asla alışamayacaklardır – artık sonsuza değin onun sınırsız gücünün içselleştirilmiş yansıması olan kısırlaştırıcı bir Süper-Ego’nun kurbanı olarak kalacaklardır.
Onun, vasiyetnamesindekiler türünden birkaç basit önermeye dayanan siyasal pragmatizmi –bu yakınlarda okuduğuma göre, “bir strateji uzmanları diyarında tek taktik uzman”mış– kayıtsız şartsız boyun eğmeden başka hiçbir ideolojik bağlılık gerektirmiyordu. Resmi erdemler ve liyakat ölçütlerinde yalnızca onun kişiliğine olan bağımlılık göz önüne alınıyordu. Bu durum, sonuçta –parasal desteklere ve arpalıklara kıskançlıkla el koyan bir yozlaşmış azınlığın yanı sıra– sonu gelmez bir yasal kısıtlılığa mahkûm muazzam bir yurttaş kitlesi yaratıyordu: oy vermek, hükümetinkinden farklı bir düşünceyi savunan bir gazete satın almak, sansürden geçmemiş bir kitap okumak ya da bir film seyretmek, aykırı fikirli başka yurttaşlarla bir araya gelmek, görevini kötüye kullananlara karşı çıkmak, sendikalaşmak hep yasaktı. Alışılmış yaratıcı çıkışlara yönelemeyen bu muazzam enerji potansiyeli kaçınılmaz biçimde nevroza, hoşnutsuzluğa, alkolizme, saldırganlığa, intihar dürtülerine, kişiye özgü minik cehennemlere dönüşüyordu. İspanyol psikiyatri bilimi günün birinde, böyle kendi kendilerinin yozlaştırılmış bir imgesini benimsemeye ve başkalarının karşısında bir sakat, çocuk ya da suçlu tavrını üstlenmeye zorlanan yetişkinler kitlesine yönelik bu hain korumacılığın verdiği sonuçları ciddi olarak incelemeli. Bugün bizi koşullandıran baskılar ve tabular, iktidara boyun eğmenin, resmi değerleri eleştirisiz benimsemenin yarattığı zihinsel alışkanlıklar bir günde kökünden sökülüp atılamayacak. Her bir İspanyol’a kendi hesabına düşünüp kendi hesabına davranmasını öğretmek çetin iş olacak. Korkusuzca okuyup yazmayı, tam bir özgürlükle konuşmayı ve dinlemeyi yavaş yavaş öğrenmek gerekecek. Neredeyse kırk yıl sorumsuzluk ve güçsüzlük koşullarında yaşamış bulunan bir halkın hasta bir halk olması kaçınılmaz, nekahati de hastalığının süresiyle orantılı olarak uzun sürecektir.
Birçok kez –ülkemden duygusal kopuşum gerçekleştikçe ve fiziksel uzaklığa ruhsal nitelikli yeni bir uzaklık eklendikçe– gölgesi yazgımda öz babamınkinden çok daha büyük bir ağırlıkla kendini duyurmuş olan o kişiyi düşünmüşümdür. Hiç yüzünü görmediğim, benim varlığımdan da habersiz biriydi, ama sürgüne gitmeme ve yazına yönelişime yol açan bir olaylar zincirinin kaynağıydı: İç Savaş’ın onulmaz travması ve annemin onun hava kuvvetlerinin yağdırdığı bombaların altında ölmesi; onun yandaşlarının beni uyarlamaya kalkıştıkları ve yaralarını hâlâ taşıdığım tek tip düzene karşı çıkışım; onun görüntüsüne uydurulmuş ve bağrında kendimi yabancı bulduğum bir ülkeden bir daha dönmemek üzere ayrılmak için genç yaşta duyduğum istek. Bugünkü benliğimi ona borçluyum. O beni bir Göçebe Yahudi’ye, hiçbir yere uyum sağlayamayan, hiçbir yerde kendini yuvasında duyamayan bir tür Yurtsuz Juan’a çevirdi. Daha çocukluğumdan beri, çevremle ve kendi kendimle olan çatışmalı ilişkimi yazın yaratısı yoluyla arıtmak için kalemi elime almaya itti beni.
Başkaları benim kadar talihli çıkmadı. Onun sayısız somut kurbanlarından söz etmiyorum; en soylu ideallerinin iflasını, kendi manevi ölümlerini kabullenmek zorunda kalan bütün o insanların vicdanlarında yaptığı yıkımdan ve çöküntüden söz ediyorum. Ya da İspanya’ya zorla benimsettiği düzenin devrilmesine bağlı istek ve umutların yıkılışından: birçokları o düzenin sonunu hiç göremediler. Dünyanın en modern cerrah ekibi onu yapay olarak yaşattığı sırada, Paris’te bir hastanede, kimliği bilinmeksizin, yoksulluk içinde ölüp giden Cumhuriyet Ordusu IV. Tümeni’nin komutanı Cipriano Mera’yı düşünüyorum. León Felipe’yi, Max Aub’u, Julio Alvárez del Vayo’yu ve uğruna özveriyle savaştıkları ilkelere bağlılıklarını sonuna değin koruyan daha nicelerini düşünüyorum. Onun –Goya’nın fırçasına ya da Valle Inclán’ın kalemine layık– uğursuz sonu onlar için çok geç geldi. Kimse onları geri getiremez artık.
Bana gelince, haber benim için de gecikmeli: Bir aşk önerisine, yapıldıktan çok uzun zaman sonra, yapan kişi artık beklemekten bıkıp yaşamını başka birine göre bir hale yola koymuşken evet denmesi gibi bir şey. Gereken çarpıcı etkiyi yapabilmesi için, bundan on beş yıl önce, ben henüz ülkeme olan tutkumu olduğu gibi koruyorken ve toplum yaşamına şimdikinden daha büyük inanç ve coşkuyla katılabilecekken gelmeliydi. 1975’te, şair Luis Cernuda’nın dediği gibi, “küskün bir İspanyol”um – başka şey olamayacağı için İspanyol olan bir İspanyol. Gördüğüm zararın onarılması olanaksız artık; hınçsız, özlemsiz, kendimce yaşayıp gidiyorum.
Hayata korkunç bağlılığı –bitmek bilmez cançekişmesine tanık olanları hayrete düşüren o inatçı direniş– daha birkaç hafta önce, tüm dünyanın protestolarına kulaklarını tıkayıp, tek suçları onun hükümetinin yasallaştırılmış şiddetine şiddetle karşı koymak olan beş genç yurttaşını soğukkanlılıkla ölüm mangasının önüne göndermiş olan o adamın kişiliğine büsbütün karanlık gölgeler düşürüyor.
Söylemesi güç geliyor, yine de kendi ağzımdan zorla çekip alacağım o alışılmış deyişi; ama, elbette ki, hükmetmeyi mezarından sürdürmemesi koşuluyla: onun varlığından sonunda kurtulmuş olan ülkenin yaşayacağı ve rahat nefes alacağı oranda, “huzur içinde uyusun” o da.
25 Kasım 1975
Juan Goytisolo
İZDİHAM