Yani ki, en iyi bildiğim şey sensizliğin dili; ondan da her gün sınıfta kalıyorum… Hasretle gözlerinden öpemem, selam ederim ancak. “En içten selamlarımla. Sizin F. Kafka”
Bu kitabı ne zaman okumaya başlasam aklıma hep “beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” dizesi gelir. Evet, Kafka’yla Yavuz Sultan Selim’in birbirini tanımış olma gibi bir durum ortada yok. Ama şiirdeki bu dizeleri alıp Kafka’nın yazdığı mektubun sonuna iliştirince sanki kitap tamamlanmış gibi oluyor. Sakın yanlış anlamayın, kitap zaten başlı başlına bir yapıt. Ama bu dizeler bir kelebek gibi konsaymış kitabın sayfalarına, resim tamamlanacakmış, renkler birbirine kavuşacakmış gibi.
Yine senin için tutuyorum elimdeki kalemi. Önce ona anlatıyorum yazacaklarımı. Duyunca şaşırıyor; bunca acıyı benim gibi aciz bir kaleme yüklemeye utanmıyor musun diyor? Ona sıra gelene kadar benim acım içimde kaç duraktan geçiyor nerden bilsin. O kadar mektubu bir defada okursanız olacağı budur işte. Sürekli bir mektup yazma isteği içinizi sıkıştırıp durur. Kendinizi Prag’da, üzerinde basılmamış bir karışı kalmayan sokak kaldırımı gibi hissedersiniz. Acınız da, taşın soğukluğunu deler geçer. Milena’ya Mektuplar’ı okumadıysanız bugüne dek, bu saatten sonra da hiç okumayın zaten. Acı nedir, özlem nedir, beklemek nedir şahit olmamanız en büyük kazancınızdır. Kitabın neresinden alıntı yapsanız, o cümle hakkında bir kitap yazılabilir. Hammaddesi kendi içinde öylece gizlidir. Dolu doludur; size ancak nefes alacak boşluklar bırakmıştır Kafka.
Kendisiyle çok barışık olmayan hasta bir adamdır. Gazetecilik yapan Milena’dan, öykülerini çevirmesini istemesiyle başlar her şey. Nisan ayında Milena’ya yazdığı ilk mektup da bu kısa ama ölümsüz aşkın ilk adımı olmuştur. “Yardım edin bana Milena! Söylediğimden fazlasını anlayın!” diye yalvarırcasına içinden dökülür cümleleri. Hayatta kalabilmenin anlaşılmaktan başka yolu yok, anlamıyor musun? Sen de beni anlamasan, bu zavallıyı anlamaya kimse tenezzül etmeyecek. “Uykusuz gecelerden ve baş ağrısından neredeyse saçlarım beyazlayacak.” diyorum ve sen hala “Gelmiyorsun; çünkü gelmeye kendin ihtiyaç duyana kadar bekliyorsun.”
Hep olmayacak zamanlarda, hep olmayacak günlerde, hep o gelmeyecek baharlarda ve o hep bir tarafı kırık banklarda imkânsızca oturuyorum. Mutlu olmayı bilmeyen birinden onun tarifini istiyorlar. Kimse anlamaz mı dert nedir, anlamaz mı halden; anlamak için kesilmiş vahiylerden idrak mı mayalamam gerek? “Üçüncü bir yolda ilerlemek istiyorum; sana ya da ona değil, yalnızlığa çıkan yolda.” Böylece biraz kendimle kalıp dindirebilirim sızılarımı. Hiçbir yara iyileşmesini bilmez Milena. Bunu, aklını yitirince anlayacaksın. Bu zavallı bedenim ciğerlerine söz geçiremeyecek kadar aciz. Öksürük nöbetlerinde kaç kez kendime yakalandım. Senden şifa bulmayı dilemiyorum, yanlış anlama; mektupsuz bırakma yeter. “Bu mektubu alınca bana bir telgraf çeksene! Bu bir rica değil, haykırış. Ancak içinden gelerek yap bunu.”
Ah Milena, zamanı gelmiş olsa da seninle şehrin sokaklarında çocukça koşup oynayabilsek. Sen görmüyorsun ama sana gelmek için kalkıyor içimden trenler. Bu bir, bu iki, bu üç… Yaramın acısından bir yaram olduğunu bile unutuyorum çoğu zaman. İnsan istese her şeyi bir hıçkırıkta silebiliyormuş, anladım. Acıyan her şeye senin sevgini sürüyorum: “Seni sevdiğim için (evet seni seviyorum budala; tıpkı denizin, kendi dibindeki küçücük bir çakıl taşını sevmesi gibi, işte sevgim seni öyle kaplıyor ve Tanrı izin verirse, senin yanında bu kez ben bir çakıl taşı olacağım) bütün dünyayı seviyorum.
Şimdi nasılsın diye sordu, ancak bu kadar imkânsız olunabilir dedim. Kapattık defterleri, oyunlar masada yarım kaldı. Ben yine sınıfta kaldım. Nerede o mâhûr beste, kim gelecek benimle ağlaşmaya? Karadır kaşların ferman yazdırdın bana Milena.
Kevser Tekin
İZDİHAM