Kader Çakır, Yalnızlığın Mucidi Bulundu
Edebiyatımız son dönemlerde popüler olan deneme türünde pek çok yeni eserle zenginleşti. Deneme türüne değişik bakış açısıyla, derinden ayna tutanlardan biride şüphesiz Bülent Parlak’ın Yalnızlığın İcadı (1984) kitabı. Yazarın “ 1984 benim için çok özel belki de hayatımın dönüm noktası.” Dediği kitabı, okuyucuyu birçok türü de içinde barındıran bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu deneme kitabının farkı, sayfalar ilerledikçe perspektif açıları dikkat çekiyor. Gerçek yaşam hikâyeleri ile harmanlanan satırlar, okuyucuyu içine çekmekle kalmayıp, konunun bir parçası haline geliyorsunuz. Anlatılanlar o kadar hayatın içinden o kadar olağan durumlar ki; Kendinizi ansızın bir kız isteme töreninin içinde bulabilir, uzaklardan kızınıza bir şiir gibi seslenebilir, annenizin ellerini ellerinizde bulabilir, en sevdiğinizin cenazesinde başrol olabilirsiniz. Şimdiden söylemekte yarar var bazı kısımlar yaşanmışlığın yoğunluğundan dolayı biraz ağır gelebilir. Hissetmek ve hissettirmek zahmetli bir süreçtir. Bu seyahate hazır olup olmadığınızı gözden geçirmenizde fayda görüyorum.
Kitabın asıl yazılma amacı eleştiri olmasa da her konu başlığının altında inceden bir gönderme söz konusu.
Bazı konu başlıklarını değerlendirirken özetlemenin yerine, Bülent Parlak’ın sıkı bir okuru olarak üzerimde bıraktığı tesiri ve bu tesire sebep olan cümleleri kullanacağım.
İki Yılda Bir Gün: Yazarın dönüm noktası olarak nitelendirdiği ve Millet olarak geleneksel anlayış çerçevesinde cenazelerle olan ilişkimizi yaşanmış bir hikâye ile ortaya koyuyor. Ölümün çocuk gözünde nasıl göründüğünü şu paragraflarla anlatıyor: “ Ölümün ne olduğunu bilmezdim o yaşlarda. Sanırdım ki; ölüm neremize çarparsa çarpsın yeryüzü konuşmasına devam edecek. Üstelik ölüm, çocuk aklımca fazla ürkütücü değildi benim için.”
Çocukluğun masumiyeti ve karşılaşılan sancılı süreci yine çocuk bakış açısının naifliği ile anlattığını görüyoruz.
“Bir hüznü en iyi anlatan şey sessizliktir.” Cümlesiyle ölüm karşısındaki çaresizliği gözler önüne seriyor.
Yazar bu satırları yazarken bir metni tasarlamanın çok dışında planlayarak ve kelimeleri ustalıkla harmanlarken çeşitli metaforları, imgeleri ve değişmeceli söylemleri bilinçli bir şekilde sunmuyor. Gerçekliğin ve yaşanmışlığın birikimiyle sözcükler kâğıt üzerinde kendiliğinden akıp, bir ressamın fırçasını kullandığı gibi kullanıyor kalemini.
“ Bir gün anladım ki; ne gidenin geldiğine şahit olan bir kimse var, ne de kalanların özlemini giderebileceği bir pazar. Benim aynadaki karşılıksız yüzüm, işte bu gerçeği anladığı gün bir daha hiç iflah olmadı. Yalnızlığın İcadı’ydı,1984.”
En başında anlatılmak istenen temanın sonda olmasından artık konunun sonlanması gerektiğini anlıyoruz.
Ölüm bir insan için bedenen nasıl son noktaysa, bu kitabın ortaya çıkışının sebebi ise bu sonun içindeki baş. Sadece iki yaprak olan bu konu başlığı hakkında, okuyucuya hissettirdiği manevi varsayım üzerine binlerce sayfa yazılabilir. Karşımızda az kelime ile çok şey anlatan hâkim bir anlatıcı var. Bize uzaktan el sallayan misafir çocuğu kadar yakın ve bir o kadar da uzak.
Gitmek, Asfalttan Çok Önce Vardı
“Tut ki yanlış bir çağdayız.” “ Ve kravatlar, evlerimize dönerken yırtılıp parçalanmayı yine de hak ediyor.” Vurucu cümlelerle başladığı yazı aslında içinde eleştiriyi barındıran belki de bazı kesimlere gönderide bulunurken o oklarla ilk ben vuruldum demek istiyor. Okların diğer ucunda çalışanın önemini işverene ne kadar kazandırdığı ile değerinin ilişkilendirildiğini görüyoruz.
Kendi değerlerini “Kendini iktidarlara koşulsuz teslim edenler asılmasalar bile itibarları her gün çarmıha gerilir.” Diyerek asıl köleleşenlerin en üstte yer alanlar olduğunu net bir ifade ile okuyucuyu kelime karmaşasına sokmadan ifade ediyor.
Cesur sözlerin geniş manası burada okuyucuyu durup düşündürüyor. Haksızlığa uğratanlarında haklı olmadığı bir davada beyhude savaşlarının anlamsızlığını anlıyoruz. Dipnot düşmek gerekirse; haksızlığın karşısında cümleleri ile buna dur diye bağıran ve bunu belirtirken büyük lafları sakınmadan ortaya koyan cesur bir anlatıcı ile karşı karşıyayız.
Sevgili Kızım
Konu başlığından da anlaşılacağı üzere samimi bir başlık ve okudukça dildeki samimiyet bizi karşılıyor. Okuyucuyu konunun içine çekmekle kalmayıp, konuya dâhil oluyorsunuz. Kızına seslenirken okuyucu duygu seline tutuluyor.
“Annene sürekli neden eve gelmediğimi soruyormuşsun. Annenin iki yıl önce kaleme aldığı ama henüz geçen hafta postaya verdiği mektupta öğrendim bunu. Üzgünüm!”
Hayal dünyasının çok dışına taşan bir önceki konu başlığını değerlendirirken de belirttiğim gibi gerçek bir dünyayı bize cömertçe vermekten kaçınmıyor. Kurgular gerçek. Bunu yukarıda alıntısını yaptığım cümleler bütününden de anlamak mümkün.
“Kızım, Beni yalancı çıkarmak isteyen herkes aslında biliyor ki; doğruyu ben söylüyorum.” Bize her şeyi anlatıyor yazar, saklanmadan değişmeceli söylemlere sığınmadan, hayal gücü ile perçinlemeden. Tekrara girmemek adına bu cümle hakkında daha fazla yorumda bulunmayacağım.
“Sevgili Kızım” adlı deneme yazısı daha çok mektup türünü anımsattı. Örnek vermek gerekirse; Franz Kafka’nın kaleme aldığı “Milena’ya Mektuplar” ve Nazım Hikmet’in “Nazım ve Piraye” adlı eserlerini okuyanlar bana hak verecektir.
“Sevgili Kızım,
Bir ölü, bir evden ancak bir kez dışarı çıkar. Sen hiç bilmedin ama ben hangi eve varsam oradan her gün ölü çıktım. Annene selamlar.”
Yukarıda belirttiğim gibi sevdiğinizden mektup alıyor gibi hissedebilirsiniz. Öyle içten, öyle samimi hem de biraz bulunduğu duruma sitemli. Okuyucuya özellikle bazı başlıklar altında hiçbir mesaj gayesi olmadan sadece içinden geldiği gibi, hatta bir hatıra bırakmak için kaleme aldığı söylersek yanılmış olmayız. Özellikle bunu sevdiklerine hitap etmek için kullanıyor. Bu yönü ile hatıra özelliği bile taşıyabilir.
Yazarımız ilk konu başlığını babasına, bu konu başlığını da sevgili kızına armağan ediyor. Birçok konu başlığında da bu tür çağrışımlara rastlamak mümkün.
Sevmediğim Atalarım
Her konu başlığı altındaki yazıları okudukça deneme olduğunu unutuyorum. Yazının bütününü okuduğunuzda denemenin hem içinde hem dışında kalan başka bir türe ait hissiyatı veren bir metinle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bir deneme kitabında roman, öykü, hikâye hatta yer yer şiirsel anlatım lezzeti alıyorsunuz. Eserin zengin dili ve çok türü içinde barındırıyor hissi okuyucuyu içine çekerek her türe doyuruyor. Her türün tadını almak okuyucuyu serüvenden serüvene sürükleyerek heyecan unsurunu taze tutuyor.
“Küçük olmanın en büyük şanssızlıklarından biri; ellerinden tutanların, onları bütün sevimli şeylerden çekiştirerek uzaklaştırmasıdır.”
Yazarımız okuyucunun da elinden tutarak tüm duygu seline kendiyle birlikte bizi de dâhil ediyor. Okuyucunun kendini bulduğu mısralar gündelik olaylar farklı sunumlarla ikram ediliyor. Okuyucunun elinden tutmakla kalmıyor çocukluğuna doğru yolculuğa çıkarırken yola nasıl ne vakit çıktığınızı yolculuk bittiğinde fark ediyorsunuz.
Ustaca kullandığı kelimelerden yaptığı tespitler, ne fazla ne az olarak aralara serpiştiriliyor.
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı üzere her konu başlığında insanı anlatıyor. Hatta Nasreddin Hoca’nın tutumunu eleştiriyor. Konuyu daha fazla uzatmadan aşağıya şu paragrafı bırakmak istiyorum.
“Parayı veren düdüğü çalar!” diyordu. Şaşırmıştım. Çünkü para veremedi diye kendisine hiç düşünülmeden, hiç umursamadan bir çırpıda söyleniyordu Nasreddin Hoca tarafından.
Eğer her türün tadını bir kitaptan almak istiyorum diyorsanız “ Yalnızlığın İcadı (1984)” doğru bir tercih olabilir. Kitabı okurken bir kalem bulundurmayı ihmal etmeyin. Zira hangi açıdan bakarsanız bakın bu kitap size altı çizilecek birçok cümle hediye ediyor. Hatta masa başına asılacak öğütler, tecrübe ile yaşanan acı tatlı gerçekler ve daha birçok konuda faydalanabileceğiniz bir eser. Ben bolca not aldım. Yeri geldi yazarın hayatında yer eden isimlerle tartıştım, uzun uzun konuştum. Birçok türün tadını aldığımı yukarda belirtmiştim. İnceden bir söyleşi havası da aldım ki bu beni çok mutlu etti.
Bülent Parlak’ın okuyucuya ne kadar değer verdiğini ve gönlünün ne denli zengin olduğunu bir okuyucu olarak eserini yorumlamam şansını vermesinden anlayabilirsiniz. Son olarak sevdiğim bir cümlesiyle “Yalnızlığın İcadı” kitabına veda edelim.
“Pencere kenarında sizi bekleyen kimse yoksa istasyonlara artık uğramasa da olur trenler.”
Kader Çakır
İZDİHAM