“Kanserli kentlerin çığlığından son trenle ayrıldığı…” bir gün gelecek mi acaba? İstanbul’a fena halde benzeyen Teoman’da “Bir kenti tam kalbinden / Beyninden vurup gitmek” arzusu hep vardı, hep olacak. Fakat hiç kolay değil işi. Çünkü ruhu huzur istese de bedeni kargaşadan besleniyor.
İnternet dünyasının kült “klip”lerinden biri haline gelen “Teoman’dan magazinciye yumruk”la ilgili “hak etmiştiler, helal olsun” yorumlarının çokluğunu başlangıçta yadırgamadım değil. Sonra, sözlü saldırının biteviye hale gelmesinin insanda yarattığı psikolojik tahribatı pek güzel anlatan ünlü “Milanolu yakışıklı delikanlı” meseli geldi aklıma ve hayatında kimseye yumruk sallamamış biri olsam da Teoman’ı anladım. Hikâye şöyle:
Milanolu yakışıklı, zengin, sevilen bir delikanlı şehirdeki çirkin ve kambur delikanlıya her gün sataşır, onunla dalga geçermiş. Sonunda Milanolu kambur çekmiş bıçağını ve yakışıklı delikanlıyı öldürmüş. Mahkemede, sanığın avukatı savunmasına “Milano’nun saygıdeğer yargıçlarını saygıyla selamlıyorum” diye başlamış. O fasıl bitince duruşma heyetini, o fasıl da bitince savcıyı… Böyle giderken, duruşma yargıcı durdurmuş onu ve “Bırakın saygı sunmayı da savunmanıza geçin” diye azarlamış. Bunun üzerine avukat, “Sayın yargıcım, bakın saygı sunmak bile birkaç tekrarda sizi nasıl sinirlendirdi” demiş, “oysa öldürülen kişi yıllardır her gün müvekkilime ‘pis, çirkin kambur’ diye sataşmıştır. Savunmam bundan ibarettir.”
Hepimiz biliyoruz, Teoman sabaha karşı bir bardan çıkar, magazin muhabirleri peşine takılır ve… Sonunda bir şey olmaz, şarkıcı magazincilerin sorularına esprili cevaplar verir, güler ve gider. Fakat o yumrukla anlarız ki, mesele o kadar basit değildir; birikmiş bir zehir vardır ve o yumrukla o zehir akıtılır.
Zor bileşim
Yumruğu yiyen talihsiz magazinciyi, aslında Teoman’ın “huzursuzluk kaynağım” dediği metropol hayatının bir simgesi olarak da düşünebiliriz. Kabak, onun başına patlamıştır, hepsi bu.
Aşağı yukarı bütün şarkılarında gömülü olarak hissedilen büyük kentlerin insan ruhu üzerindeki yaratıcı yıkıcılığı, bazı şarkı sözlerinde iyice kristalize olur. Hiç şüphesiz en eski ve en iyi şarkılarından biri olan “Hiç Kimse Bilmez”deki şu satırlar mesela: “Yüzüm gözüm toz toprak / Yağmurların yıkamaz / Kalbim kabuk bağlar / İçim artık acımaz / Kanserli kentlerin çığlığından / Son trenle ayrıldığımdan…”
Teoman’da “Bir kenti tam kalbinden / Beyninden vurup gitmek” arzusu hep vardı, hep olacak. Fakat hiç kolay değil işi. Çünkü ruhu huzur istese de bedeni kargaşadan besleniyor.
Şarkı yazma serüveni söz konusu olduğunda, sevenlerinin çoğu gibi ben de “Ah, o eski Teoman” diyenlerdenim. Bu fasıldan söz söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum, başından beri izlediğim şarkıcılardan biri o. Fakat ne yapsam kendimi dizginleyemiyorum, onun bir şarkıcı olarak portresini yazmak, şu yukarıda sözünü ettiğim beden-ruh geriliminin öznesi olarak Teoman’ı yazmaktan daha cazip gelmiyor bana… Dolayısıyla oradan devam ediyorum:
Mutsuz olduğunu gizlemiyor, hayatı çok fazla sevmediğini de… Fakat çok yakın bir arkadaşının yaptığı gibi intihar etmek gibi bir niyeti de yok. Mutsuzluğunun bir kaynağı kanserli kent ilişkileri ya da ilişkisizliği ise, öbürü babasızlık. Aksiyon’dan Fatih Ural’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide, babasını çocukken kaybetmeseydi olacakları şöyle anlatıyor:
“Babamın kendisi gibi yokluğu da beni var etti. Yaşasaydı çok daha mutlu birisi olurdum. Bana hep şu söylenirdi: ‘Baban yaşasaydı, hayat çok daha güzel olacaktı.’ En büyük travmam oydu. Babam yaşasaydı bugünkü Teoman olmazdı. Şarkı yazmazdım; ama mutlu yaşardım.”
Teoman, aynı söyleşide “Mutluyken üretmek yerine yaşamayı mı tercih edersiniz” sorusuna da şu cevabı veriyor:
“Mutluyken elime kâğıt kalem gelmiyor. Ben ‘olacaklar olacak’ modundayım. Şimdiye kadar bir blokajla karşılaşmadım. Hep bir şeyler çıktı. Ama çıkarmasam ve hayatı yaşasam, daha memnun olurum. İnsan olarak hepimiz tatminsiziz. Deniz kıyısında beş saat denizi izleyen birisi, benim için bir sürü kitap yazmış birisinden çok daha değerli.”
Peki, bir gün çok sevdiği Cohen gibi her şeyi yüzüstü bırakıp gidebilir mi:
“Öyle biri olmak isterim. Umarım da olurum. 70 yaşıma gelmeyi aslında o kadar çok istiyorum ki… Çok hoşuma gidiyor o yaştaki insanlar. Benim istediğim hayat şu: Yaşlanmışım. Yanımda eşim, çocuklarım ve arkadaşlarım… Daha olgun insanlar, benim gibi albüm yapmıyordur. Yaşıyordur. Ve biz onları bilmiyoruz.”
İstanbul gibi sarhoş
Biliyorum, bazılarınız “karizma yapmanın yolunu yordamını çok iyi bilen” bir ustanın tuzağına kolayca düşmüş biri muamelesi yapıyorsunuz bana. Fakat hiç kusura bakmayın, onun “samimiyetsiz, dürüst olmayan” bir tutum içinde olduğuna dair sayısı hayli fazla yorumlara itibar etmem mümkün değil. Bence Teoman’ın en önemli özelliklerinden biri, başta kendisine karşı olmak üzere her zaman dürüst olmaya gayret göstermesi… Kaç söyleşide gördüm, insanların hoşuna gidecek şekilde konuşmak yerine ne hissediyorsa onu söylediğini:
“Tabii ki savaşlar, kıtlıklar, insanların acı hissettiği her şey beni de üzüyor. Beni bireysel olmakla suçladıkları zaman ben de onlara diyorum ki, kendinize karşı dürüst olun, bireysel problemlerimiz dünyanın problemlerinden daha önce gelmiyor mu? Öncelikle bunu kabul etmemiz lazım. Ben savaş karşıtı gösterilerde en önde bayrak taşıyabilirdim hatta bu eylemim bana ticari açıdan da faydası olabilirdi. Bense riskli bir yönü seçip bunun tam tersini savundum. Açıkçası benim derdim bu konularda daha dürüst olmak.”
Başlangıçta “rock yıldızı” rolünü oynamaktan ve şöhretten memnun olduğunu, fakat zamanla bunların anlamsızlığını fark ettiğini söylediğinde de inanıyorum kendisine. Zaten utangaç bir adam kalabalıklardan uzun sürelerle hoşnut kalamaz. “İçki içince samimileşiyorum, insanlarla ilişki kurmam kolaylaşıyor” demişti bir defasında. Kalabalıklara ancak böyle tahammül edebiliyor belli ki. Aslında yabani ama “sosyal” olması gerekiyor, eh bu da içkisiz olmuyor. Ben bilmiyordum, aslında içkinin tadını sevmezmiş, sırf “kolaylaştırıcı” özelliği nedeniyle müracaat edermiş ona.
Zaten İstanbul’a bu kadar çok benzeyen bir şarkıcının İstanbul gibi “sarhoş” olmaması tuhaf olurdu. Ekşi Sözlük’te bu benzerliği anlatan pek güzel bir “entry” var, yazarına teşekkürle aktarıyorum:
“İstanbul’a benzetiyorum bu adamı: Karanlık, pis, suçlu, ezik, darmadağınık, fakir sokak araları ve diğer yandan güneşli, erguvanlı, boğazlı, tarihli, kültürlü, oturmuş, aklı başında, güzel, temiz, görmüş geçirmiş, kendine özgü yanları, kendi bireyselliği içinde var olan bir adam.”
“Benim istediğim hayat şu: Yaşlanmışım. Yanımda eşim, çocuklarım ve arkadaşlarım… Daha olgun insanlar, benim gibi albüm yapmıyordur. Yaşıyordur. Ve biz onları bilmiyoruz.”
Alper Görmüş- Yeni Aktüel-2008
İzdiham