Niye Otomatik Portakal?
Burgess yeni bir dil yarattığı en çok tanınan romanı A Clockwork Orange’ı 1962’de yazmıştır. Yıllar sonra Türkçe’ye Otomatik Portakal adıyla çevrilecek olan roman yayımlandığı günden itibaren okurların büyük ilgisiyle karşılandı, Otomatik Portakal Stanley Kubrick tarafından 1970’lerde filme uyarlanıp saatli bir bomba gibi patlayarak manşetlere çıktı. Ancak Burgess, kitabın “örnek okur”unu bulamadığını söylemiş, filmi de bizzat eleştirmiştir yazılarında. “Benim gözümde Otomatik Portakal iyi bir kitap değil.” demişti bir keresinde, “Çok didaktik, dil düzleminde çok teşhirci. Ancak bazı insanların ölümcül, bazılarınınsa böyle olmadığı düşüncesini iyi anlatıyor. Eğer elektro şoklar, uyuşturucular ve Pavlovcu saf şartlandırmalarla gençlerin anti-sosyal davranışları dizginlenirse işte ancak o zaman geceleri yatağımızda huzur içinde uyuyabiliriz!
Bence romanımda cinayetten tecavüze kadar hemen hemen tüm suçları işleyebilen bir gencin bu durumdan, anti-sosyal davranışlarından bir nevi terapiyle çıkması konu ediliyor.
Bu başlığı seçmemin birçok sebebi var: Cockney dilinde (İngiliz argosu), bir deyiş vardır: queer as a clockwork orange. Bu deyiş olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barından kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür yıllarca. Bir de tabii Malezya’da ‘insan’ anlamına gelen orang sözcüğü de var.
Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin tamda benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarına uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.”
Bir Manifesto Olarak Şiddet
Anthony Burgess, sanılanın tersine, Otomatik Portakal’ın ana temasının şiddet olmadığını söyler, onun için önemli olan cüzi iradeye dayalı olan bir felsefi söylemdir. Bir karakteri göstermek istemiştir; tamamen özgür olan ve bu özgürlüğü kendisini kötüye götüren, şiddet içeren eylemler yaptıran Alex’i…Diğer yandan İngilizce ve Rusçadan yola çıkarak, okuyucuyu ve söz konusu şiddet arasında iletişimi sağlayan bir diyalekt oluşturur. Filmde de bu dil kullanılır ancak Burgess’a göre aradaki fark, filmde şiddetin gözle görülebilen, somut bir eylem olmasıdır. Kendisini de bu şiddetin içine dahil edilmiş gibi hisseder: Filmi seyredenler sürekli olarak bu şiddet sahnelerini hatırlarlar, dolayısıyla roman hakkında da böyle bir fikirleri olur.
“Kitapta kullandığım şiddet öğeleri olağandışı fiziksel bir şiddet olarak algılanmamalı; şiddet fikriyle yönetilen bir düşünsel devlet yapısı şeklinde ele alınmalıdır. Söz konusu olağandışı şiddet, hiçbir engele sahip olmayan bireysel özgürlüğün manifestosudur.”
Alex’in Tartışmalı Sonu
“Alex filmde tüm fiziksel ve manevi özellikleriyle çıkar seyircinin karşısına. Kitapta ise, bir kurban olarak yansıtılmasına rağmen, onun bu konuda tamamıyla haklı olduğunu savunmak istemedim aslında. Kitap, İngiltere’de ve Amerika’da iki farklı şekilde yayımlandı, Amerikan baskısında bir bölüm eksikti. Alex, tamamıyla topluma entegre olan bir birey olur; evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, geçmiştekilerden daha yaratıcı işlerde çalışmak ister. Benim de tercih ettiğim son bu, zira, şiddetin, olumlu bir çıkış noktası bulamayan ve boş yere harcanan bu enerji patlamışının, aslında kişisel oluşumun bir parçası olduğunu düşünüyorum.”
Kitabın özgün Londra baskısı, romanın kahramanı Alex’in kanunlara uygun bir yaşam seçtiği bir geleceği gösteren son bir bölüm içeriyordu. Amerikan baskısı ise Alex’in doğal ve şeytani benliğine geri döndüğü bölümle sonra erdiriyordu.
Aslında Otomatik Portakal’ın başarısı Burgess’le tam örtüşmez; Burgess bu bağlamda her zaman biraz muhafazakar, biraz içine kapanık biri olarak değerlendirir kendini. Otomatik Portakal’da kullandığı, yarattığı dil olan Nadsat için kitabın arkasına bir sözlük koyma düşüncesine karşı çıkar: “Bir sözlük konulduğu takdirde insanlar kitabı yabancı dilde bir metin okuyormuş gibi okuyacaklardı. Oysa kitabı okurken kelimelerin anlamlarını kendileri bulsunlar istiyordum. Okumayı bitirdiklerinde yüze yakın Rusça sözcük öğrenmiş olacaklar.”
Alex, Otomatik Portakal ve Yönetmen Kubrick Hakkında Ne Diyor?
Stanley Kubrick hakkında:
“Eğer filmi aktörler olmadan çevirmek mümkün olsaydı eminim ki bunu yapardı. Her konu hakkında uzman olması gerektiğini düşünür ve eksiklikleri sinirini bozar, onu ters bir adama dönüştürürdü. Bazen ona ‘Stanley, sahneye koyan sensin, dolayısıyla benim ne yapmam gerektiğini sen söylemelisin’ derdim. O da kendisinin bir dramatik sanatlar profesörü olmadığını söyleyerek cevap verirdi.
Çok kötü bir oyuncu yönetmeniydi ama bir o kadar da görülebilecek en tuhaf insanlardandı. İnsanları anlamazdı, kayada değer tek şey filmlerdi onun için.”
Film hakkında:
“Filmi tekrar seyrettiğimde, önce ve sonra çekilen sahnelerimi kolaylıkla ayırt edebiliyorum: Çekim için harcanan onca yıllık bir zaman diliminde bahsediyoruz.
Çoğu zaman kendime şöyle derken yakalıyorum: Bu filmde bir daha asla yapmayacağım şeyleri yapmışım! Takma kirpikler gibi. Çektiğim acı gerçekten inanılmazdı, birisinin bunu bana tıraş bıçağıyla yaptığı hissine kapılıyordum. Duvarlara kafamı vuracak gibi oluyordum, deliye dönmüştüm. Doktoru çağırdım, geldi, gözüme pansuman yaptı ve morfin verdi. Gözümün saydam tabakası yırtılmıştı. Asansöre bindim, kapılar açıldığında karşımda Stanley vardı.
‘Stanley ben geliyorum,’ dedim.
Saatine baktı ve ‘Öyle mi, tamam, nasıl gidiyor?’ diye sordu.
Kötü Stanley! Yırtık saydam tabakam gözüküyordu. Allahtan anestezi sayesinde
bir şey hissetmiyordum.
Bana baktı ve ‘tamam, filme öteki gözünle devam ederiz’, dedi.
Ona küfrettim.
Bir gün Amersimth’e arabayla giderken birden beyaz melon şapkalar giymiş soyguncular gördüm. Kendi kendime “bu, iyiye işaret” dedim. Film piyasaya çıkalı daha bir hafta olmuştu ve insanlar karakterleri taklit etmeye başlamışlardı bile. İyi bir film olduğu ortadaydı. Bundan Stanley’e de bahsettim. Polisler için bir kolaylıktı aslında; beyaz melon şapkalı adamları yakalamak işlerini çabuklaştıracaktı. Ancak, Otomatik Portakal’ı seyretmiş olan birinin Alabama Wallace valisini öldürmeye kalkması onu bir miktar endişelendirmişti açıkçası.”
Alex, Nasıl Alex Oldu?
Bir anti-kahraman olan romanın baş karakterinin ismi olarak kullanılan Alex, etimolojik olarak “insanları koruyan” anlamına geliyor.
Bunun yanı sıra başka birçok yan anlamdan da bahsedilebilir:
A (İngilizce’de bir anlamına gelir) + lex (Latince kanun) =Kendi Kanunu Olan
Ya da
A (Yunanca yokluk bildiren ön ek) + lex = Kanunsuz
Ya da
A (bir) + lex (is) = Kelime Haznesi (sadece kendine ait olan, özgün kelime haznesi)
“Romancılar yarattığı kişiliklere isim verme konusunda genelde çok hassastırlar.
Alex, çok zengin ve soylu bir isim, bu ismi taşımasının ona sempati duyulmasına ve merhamet uyandırmasına yol açacağını düşündüm. Alex, sadece kötülük yapma kapasitesi olan biri değiş; müziği çok seviyor. Onun film seyrederken yaşadığı bunaltı sadece kanına karışan kimyevi maddeler sebebiyle değil, bunda dinlediği müziğinde etkisi var. Alex, Mozart’ı ya da Beethoven’i duyduğunda, tecavüze ve cinayete gösterdiği tepkiyi hissediyor içinde. Devlet, durmadan kötüyü seçtiğinin altını çizerek Alex’in sahip olduğu özgür iradesini yargılıyor.
Roman iyi anlaşılmadı. Okuyucular ve filmi seyredenler, benim içimde daha az şiddet olduğunu düşünerek yargıladılar eseri, oysaki bu yanlış…”
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Aperitif Kitaplar/2
“İZDİHAM