Istırabı uyuşturduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Çılgın bir hızla, alabildiğine tüketerek, acıyan yerlerimizle yüzleşmekten kaçarak. Mutluluk tacirleri bize ıstırabı yok saymamızı, onu görmezden gelmemizi, inkâr etmemizi söylüyor. Oysa ıstıraptan da öğreneceğimiz bir şey var.
Hz. Eyüp’ün çilesinden öğreneceğimiz bir şey var. Mutlu hayat, aramakla bulunmuyor. Mutlu hayatı, ıstırabın her türlüsünden her ne pahasına olursa olsun kaçmak suretiyle edinemiyoruz. Bir mutlu hayat olacaksa eğer, o biraz da kendi ıstırabımızla yüzleşme, onu yaşama ve ondan öğrenme çabamızdan kaynaklanacak. İnsanız biz, kendimiz ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilince sahibiz. Bu farkındalıkla kendimizi, dünyayı ve etrafımızdaki insanları sıra dışı biçimde değiştirebiliriz. Bilinç yeteneğimiz iki ucu keskin bir bıçak gibi: Duygusal ve zihinsel başarılarımızın kaynağı olduğu kadar, bizi hayvanların muaf olduğu çetrefilli ve sancılı soruların da kucağına getirip bırakıyor. Hayatımın bir anlamı var mı? Niçin yaşıyorum? Neden varım?
Mutluluğun haz eksenli tarifi kusurlu. Bugün her türlü hazza zaman içinde alışabileceğimizi biliyoruz. Haz, insana sürgit bir mutluluk hissi vermekten uzak. İnsan ulvi saydığı değerlere sadakatten doğan bir mutlulukla da taçlandırabilir hayatını ve bu anlayış, ıstırabı umacı gibi algılamaz. Mutluluk; yüce değerler uğruna geçirilmiş erdemli bir hayatın hasılası olamaz mı? İnsanın kendisine ve en derinden savunucusu olduğu şeye sadakatten ve iç bütünlükten oluşan, değerlere bağlı bir hayat da pekâlâ mutluluğun anahtarı olabilir. Bu tür bir mutluluk; insanı dönüştüren, aldığı noktadan daha iyi bir noktaya götürüp bırakan, üretken bir ıstırapla mümkün olabilir.
Schopenhauer’in söylediği gibi, farkındalığın artışının bedelini ıstırapla öderiz. Bir hayvan ölüm üzerine düşünmez, ölümü üzerine kaygılanmaz. Ölüm ötesinde kendisini nelerin beklediğine kafa yormaz. Ölüm farkındalığı kısıtlı olduğu için yoğun bir ölüm korkusu taşımaz. Evet bilinçlilik ıstıraba gebedir ancak, bilincin bağışları için de ıstıraba değer. Sorunlarımızın pek çoğu, biz onlarla yüzleşemediğimiz için devam eder. Bir genç düşünün, mükemmel bir ilişkinin düşünü kuruyor ancak ilişkilerini geliştirmek için kılını kıpırdatmıyor ve sonunda koyu bir yalnızlığın ortasında kalakalıyor. Bir adam düşünün, kibri yüzünden herkesi itiyor ama bunu kendisine söyleyemediği, kendi kusuruyla yüzleşemediği için giderek yalnızlaşıyor. Bir asker düşünün, doğru bir amaç için savaşmadığını düşünüyor ve silah bırakmak istiyor. Savaşmayı reddediyor ve grubu tarafından dışlanıyor (üretken ıstırap) veya bilincinin onayı olmaksızın savaşıyor (üretken olmayan ıstırap). Bizi hiçbir yere taşımayan ve hayata hiçbir değer eklemeyen ıstıraba üretken olmayan ıstırap diyoruz. Üretken bir ıstırap için kendi benliğimizin zayıf, kırılgan, incinmiş ve örselenmiş parçalarıyla da karşılaşabilmemiz gerek. En önemlisi, ne kadar acı çeksek de kendi içimize çıplak gözle bakabilmemiz gerek. Çokları narsistik bir özsevi (kendine âşık olma) haline kaçarak, kırılgan taraflarıyla yüzleşmek istemez. Âşığı tarafından incitilmiş kişi, kurduğu yeni ilişkilerde soğuk ve mesafeli durmakla veya belki ilişkiden ilk ayrılan kendisi olmakla, yeni düş kırıklıklarına karşı korunduğunu sanır. Bir önceki reddedilişin acısı öyle büyüktür ki, kişi kendisini inciten kişiyle özdeşleşerek o acıyı reddetmeyi öğrenir. Sonuçta, başkaları onu reddetmeden onları terk eden bir ‘seri âşık’ olur çıkar. Seri âşık şifa bulmak istiyorsa eğer, kırık kalbiyle yeniden bağ kurmalı. Kişiliğinin kesilip atılmış parçasıyla yüzleşmeli ve bütünleşmeli. Fark etmeli ki, benliğinin o incinmiş parçasını reddetmekle sadece kendi sorunları katmerlenmiyor, başka insanların hayatlarına da olumsuz etkilerde bulunuyor. Yüzleşme ve değişme sancısından kurtulayım derken başka insanları acıya boğuyor.
DEPRESYON MUTLULUĞUN ZIDDI DEĞİL
Istırabın gerçekliği yeni bir biçimde tanımamıza yardım edebileceği fikri, bazı sanayileşmemiş toplumlarda zaten vardır. Güney Pasifik’teki İfaluk halkı üzerine yaptığı çalışmada antropolog Catherine Lutz, bu insanların depresyonu mutluluk arayışına zıt ve dolayısıyla değersiz bir durum olarak değil, kendilerini içinde buldukları durumları daha iyi anlamalarına yardım edecek bir duygu olarak gördüklerini göstermiştir. İfalukların depresyonu anlama biçimi, ‘depresif gerçekçilik’ olarak bilinen çalışmalarla da deneysel destek bulmuştur. Bu araştırma, çökkün (depresif) kişilerin hayatın bazı alanlarında daha doğru tahminlerde bulunduklarını göstermiştir. Depresyon insanın kendi lehine yonttuğu, annemin tabiriyle ‘herkesin kendi çanağına sağdığı’ iyimser tarafgirliği ortadan kaldırır. Başarıya dair gerçekçi olmayan beklentilere, depresyon tarafından kökten bir biçimde meydan okunur. Elbette bu bulgular, çökkün insanların gerçekliği her zaman daha doğru algıladığını göstermez ancak, en azından, çökkün olmayanların gerçekliğe daha yakın olduğu fikrini sorgular. Hülasa etmek gerekirse ıstırap, varlığın mutsuz taraflarına ışık tutar. Varoluşun aydınlık ve karanlık tarafları var, tatlı ve acı yanları var. Ruhsal durumunuza göre kendinizi bunlardan birine ayarlayabilirsiniz ama ancak ikisine birden alıcılarını açan insan, daha tam ve bütün bir insan deneyimine kendisini açmış olur.
Istırap, bizi diğer insanların ıstırabına daha duyarlı olmaya çağırır. Bir terapist olarak sözgelimi ben, insanların anne veya baba kayıplarını dinlerken, babasını kaybetmiş bir kişi olarak artık çok daha duyarlı olduğumu görüyorum. O acıyı yaşadığım için insanların ne hissettiklerini çok daha iyi anlayabiliyor ve onlara da anlaşıldıkları hissini verebiliyorum. Istırap, anlayışı keskinleştirir ve kalbi yumuşatır. Istırap, merhametin kalbinizde kök salmasına yardım eder.
Üretken bir ıstırapla daha önce düşünmediğimiz şeylerin bilincine varırız. Öteki insanların ıstırabına dikkat kesilerek merhametle donanırız. Kendimizden sakladığımız, yüzleşmekten kaçındığımız kişilik özelliklerimizle (bencillik gibi) yüzleşiriz. Ya da yoksulluk, toplumsal baskı veya adaletsizlik gibi sosyokültürel etkenleri fark ederiz. Bu özellik ve etkenler hep orada vardı ve duruyordu, sahne arkasından hayatlarımızı sevk ve idare ediyorlardı ancak çektiğimiz ıstırapla dikkatimizi çektiler. Bu farkındalık, eğer hayatlarımızı bozuyorlarsa onları düzeltmenin ve eğer bizi zenginleştiriyorsa onlarla bütünleşmenin ilk adımıdır. Yunus’u, Mevlânâ’yı, Kierkegaard’ı, Gazali’yi, Tolstoy’u ve daha sayısız ilim ve irfan ehlini pişiren, onları daha üstün bir varoluş boyutuna taşıyan unsurlardan birisi, hayatlarındaki ıstırap ve çiledir.
Üretken ıstırabın ilk evresinde hayattan koparız. Ortasında kim ve ne olduğumuzun bilgisi değişmeye başlar. Ve nihayet sonunda, yeni yaşantımızla bütünleşir ve yeni bir insan olarak dünyaya geliriz. Artık öncekinden farklıyızdır. Fena ve beka. Yok oluş ve yeniden doğuş. Bunun için deneyimin bizi büyütmesine izin vermemiz, ıstırabı değişik anesteziklerle uyuşturmamamız gerekiyor. Zira modern dünya, ıstırabı hızla üretken olmayan biçimlerde uyuşturmaya yelteniyor. Böylece ıstırap anlam ve değerini hayatlarımıza katamıyor. Istıraba verilen olumsuz tepki onu üretkenlikten uzaklaştırıyor. O halde, geldiğinde bize çok şeyler öğretecek olan acıya, hoş geldin diyebilmeyi başarmamız gerek.
Gelin bu farkındalık yolculuğuna, hayatın hüzün ve neşeyi içinde barındırdığını, hüzün ve neşenin birbirini tamamladığını kabullenerek başlayalım. İnsan neşeyi kaybetmekle hüzne gark olabilir, hüzünden bir şey öğrenmekle de ruh hali neşeye tebdil edebilir. Yaşama sanatı, ıstırabımızdan öğrenmek ve neşemizi besleyip büyütmekle hükmünü icra eder.
Burada bir okur bana şunu sorabilir: Istırabımızın üretken olup olmadığını nasıl anlayacağız? Kıstasımız şu soruda gizli. Istırabımız yararlı bir değişime öncülük ediyor ve onu kolaylaştırıyor mu? Eğer ıstırabımız bize işkence ediyor, bizi yerimizde saymaya icbar ediyor ve onu aşacağımız yeni yöntemler aramaktan vazgeçiyorsak, onun üretken olmadığını söyleyebiliriz. Üretken bir ıstırap aktif bir çaba içerir ve bizi daha iyi bir hale taşır, önümüzü tıkayan engelleri görerek onları aşmamızı sağlar. Bir nevi, büyüme sancısı. Üretken olmayan ıstırap, huzursuzluğumuzun kaynağına inmek ve onu anlamak çabasını içermez, o uyuşturulmanın derdindedir. Istırabımızı aşırı heyecan arayışı, kaçış zihniyeti, alkol, işkoliklik, takıntı veya iptila halleriyle uyuşturmaya çalışıyorsak, aman dikkat. Istırabımızın köklerini anlamak ve onları dönüştürmek için hiç çaba harcamıyoruzdur.
Üretken olmayan ıstırapta yas ve gözyaşı yoktur, çünkü yas bir manada ‘kayıp nesne’nin gitmesine izin vermektir. Bir yaşam biçimi, bir inanç türü, bir insan, bir meslek, bir alışkanlık, bir hayat safhası. Bunların gitmesine izin verebildiğimizde, bunun için acı çekip gözyaşı döktüğümüzde yaşadıklarımızdan bir şeyler öğreniriz. Nihayet: Istırabımızın içinden dünyayı sorgulayan bir tavır çıkarabiliyor muyuz? Mesela bir şeylerin yanlış gittiğini görüp de psikoterapiye yönelen insanlar böyle bir sorgulama niyetiyle terapi koltuğuna otururlar. Dünyaya soru sorabiliyorsak, acımız daha üretken olmaya başlamış demektir.
Kimileyin çok korkutucu, acı ve rahatsızlık verici olsa da ıstırabın bize öğretmesine izin vermemiz gerekir. Sabır, tahammül, kabulleniş, çevremize duyduğumuz ilgi ve merhamette yoğunlaşma, ıstırabın bize bağışladığı hassasiyetler olabilir. Istırabı olumsuz düşünce veya biyolojik yetersizliğin bir belirtisi olarak değil, içimizde sağlıklı kalan bir yerin bir neşidesi, bir haykırışı olarak da okumak mümkündür. Bu nazarla bakıldığında, acımızda bir hikmet saklıdır.
Hayat bir hikmet şöleni. Istıraplarımızdan öğrenmeye başladığımız gün, olgunluk yolculuğunda bir durağı geride bırakmışız demektir.
Kemal SayarİZDİHAM