Hatta kal Anna, yazının sonunda “Tanrı bizimle de konuşur belki.”
Besmele çekip eline kalemi alan yazar, daha ilk cümlesinde “yakama yapışan cümleleri yazdım” diyorsa anlayın ki ne büyük acılardan bahsedecektir ilerleyen sayfalarda. Sizi, ta başta samimice uyarıyor. Diyor ki, acı bilmeyen, acıdan anlamayan bir sonraki sayfayı açmaya yeltenmesin. Gördüğü, duyduğu, yaşadığı her ne varsa yazarda öyle izler bırakmış ki, onları, teninde bir ten saymış besbelli. Bu yaşanmışlıklara şahit olunsun diye de 2010 yılında çıkarmış “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak” adlı kitabını.
Kitap, ismini Yâsin Sûresi’ndeki bir ayetten alıyor aslında. “Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve “Ey kavmim!” dedi. Şehrin uzağından gelen ve ona “kahramanım” diyen yazar, kitabın daha ilk sayfalarında O’na olan özlemini dile getiriyor. Öyle ki bu özlem sadece kendisinde olan bir sızı değil, birçok insanla ortak olduğu bir iç çekiştir. Son Peygamberin boşluğu bu… Kan ter içinde koşarak gelse şimdi, oturduğu yerden bu kitabı alsa eline acaba okudukları karşısında ne derdi? Hele şu satırlar: “Bir çay ocağında otursak. Hani o oyunsuz olandan, hani o tabureleri olandan, hani o Fatih’te Malta’dakine benzer birinde. Otursak ve onu dinlesek. Terini silse, demli bir çay söylesek ve anlatmaya başlasa.” Bu samimilik sizin de içinizdeki kelebekleri ölümsüzleştirmiyor mu?
İki sayfayı geçmeyen ufak denemeleriyle okuyanın dünyasında pudra şekerine batırılmış çilek etkisi yapıyor adeta. En son bir söyleşine gitmiştim. Uzun saçlarını arkadan bağlamıştı. Siyah ceket yine yapacağını yapmış ve kepekleri gün yüzüne çıkarmıştı. -Okuduğuz kitapların yazarlarını muhakkak tanımaya çalışın. Onları gökte bir yerlere oturtursanız, omuzlarına düşen kepekler sizde hayal kırıklığı yaratabilir.- Uzun uzun konuşmuştu o sohbetinde. Yağmurlu bir gündü hem de. Altını çizdiğim şu satırlar “Her insanın ömrü boyunca ezberinde tutacağı bir yağmur olmalı. Elifbayı ezberler gibi, bir kısa sureyi ezberler gibi, bir şiiri ezberler gibi ezberlemeli yağmuru. İnsan bir yağmuru ezberinde tutmalı.”önümde açık dururken düşündüm; benim ezbere bildiğim tek bir yağmurum yoktu. Ben buluttan başkasını bilmem ki zaten. Yağmura sahip olmak zor olanıydı. Bir de unutmadan, her söyleşisinin bir başlığı oluyor. Ona göre giderseniz ayazda kalmazsınız. Neden mi peki? Bundan epey önce başlığı “Yaşamak mı zor yoksa Çince mi?” olan bir söyleşisi olacaktı. İsmine aldanıp Çin Dili ve Edebiyatı okuyanlardan bir gurup gelmişti. Ve konuşmalarda kendilerine uygun bir sıcaklık bulamayıp ayazda kalmışlardı. Siz cevap verin hadi; yaşamak, trigonometriden, limitten, parabolden, pi sayısının sonsuzluğundan zor değil midir?
Yazara göre “Modern dünya bir ağrı kesicidir.” “Eğer kalbinizde birikmiş cümleler, aklınızı işgal etmiş fikirler kağıda dökülmezse, bir başkasına aktarılmazsa, içten içe sizi çürütmeye başlar.”der kitabın ortalarında. Zaten hepimizin bildiği en büyük gerçeklikte bu değil midir? Ya okuduklarımız bize yük oluyor bir zaman sonra, ya da yaşadıklarımız. Hepsine ayrı ayrı yer açıp içimizde ağırlamaktan yorgun düşünce de kaçacak, sığınacak yer arıyoruz. Yazar burada havadan ve karadan olmak üzere iki seçenek sunuyor bize: “İnsan, zekâsıyla değil kalbiyle uçmayı öğrenebilir…” “İnsan, çok uzaklara gitmeye karar verdiğinde denizi tercih etmeli bana kalsa. Kara, gözden kayboluncaya kadar denizde yolculuk etmeli.” Yani ki, ya kalbimizle uçsuz bucaksız uçacağız, ya denizlerde ufuklara kadar kaybolacağız. Ama bir parantez açıyor burada: ”Sevgiliden ayrılmak bir deniz yolculuğuna çıkmaktır. Deniz kör eder, mavi kör eder, ufuk kör eder, martılar kör eder, gece kör eder, bir daha göremez insan.” Bir Beşiktaş taraftarı için ümit etmek nasıl bir duygudur herkes anlamaz. Tüm zorluklara rağmen sezona sıcak evinde başlamaya özlem duymak ne demektir bilmez herkes. Yazarın Beşiktaşlı olduğunu da sohbetlerinden duyan vardır muhtemelen. Ama kitapta Kadıköy-Beşiktaş vapurundaki kısa bir anısını anlatışı var ki, sanırsınız dördüncü yıldızı almış takımı. “Bir siyah beyaz atkımız olsun yeter diye geçti aklımdan. Hiçbir soğuk işlemez yüreğimize.” Düşünsene, ümitli bir çığlık yükseliyor, kanatlarında uçan bizmişiz.
Bazen de değişmeyen gerçekler çıkıyor karşımıza kitapta. Belki de değişmeye direnen gerçekler. Kendisini gerçekliğe o kadar kazımış ki, sökmeye kalksak yara içinde bırakıyoruz her yanı. Her sene yeni yıla giriyoruz ama sanmayın ki yeni bir yıl. Aslında hala karanlık çağın dehlizlerindeyiz: “Sanayi devrimi bitmediyse, kara kıtanın çocukları evlerine dönmediyse, Gazze’de sürtüp duran serseri duvar, defolup kendi cehennemine dönmediyse, bu yılın yeni olduğu yaygarasını koparan kim?” Tabii o günlerde acının çıkış yeri Filistin’di en çok. Belki de bu yüzden , “Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir.” diye yazmıştı yazar da. Ama şimdi kitabın sadece bu kısmı güncellenecek olsa neler eklenirdi bir düşünelim… Artık çocukların ölümle tanışma yaşı dörtlere, beşlere kadar inmişken onların yüzüne nasıl bakıyoruz? Bakabiliyor muyuz ya da? “İnsan bakışlarını kaçırmaktan bu kadar yorulur mu dersin?” diye sorunca yazar, siz ne cevap verirdiniz? Sizi bilmem ama ben buradan Hira’ya kadar yoruldum. Keşke kaçıracak gözlerim de olmasaymış. Keşke iki göz yerine iki yürek olsaymış da, onlar için çıkıp lanet okumaktan daha faydalı işler yapabilseymişim.
Gelelim Anna’ya. Bir zamanlar birçoğumuzun ezbere okuduğu o ahenkli yazıya. Meksika Sınırı adlı programda İsmail Kılıçarslan öyle güzel yorumlamıştı ki, sigara içenlerin güzel şiir okuduğunu bir kez daha görmüştük. Kitap, Anna yazısıyla selam veriyor okuyucuya. İnsanın gönlü karıncalaşır mı diye soran olursa ona Anna’yı okumasını söyleyin. İçinin zerrelerinde “İnsaf et Anna! Gidelim buradan” haykırışı yankı bulunca, nereye kaçabilir ki insan? Hem de öyle bir kaçış ki, “Hesap etmeden, haritaya bakmadan…” Anna’yı, Lili’yi, Sophie’yi ayıla bayıla okuyup ama kızlarına Aleyna, Beren, Seda isimlerini koyan kim varsa hepsine inat kızım olursa bu üç isimden birini koyacağım. İsimler çok güzel ama ya kaderleri de onlara benzerse diye korkuları var galiba. Doğru ya, onların zaten yaralı bir hikâyeleri var. Çocuklarına da bulaşsın kim ister ki? Ama sen yine de küsme bize. Sen bize bakmazsan yaralarımız kabuk bağlamaz ki Anna. Çünkü “Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek. Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna.”
Şarkıda da geçiyor ya hani, “gün geceye kavuşur, yüreğin uyuşur, el çekersin bütün dünyadan” diye, işte böylece veda ediyor yazar da. Hatta mısın Anna? Hattasın biliyorum ama Tanrı bizimle neden konuşmadı? Yoksa Yusuf olup kuyuya mı düşürdük güzelim yüreğimizi?
Kevser Tekin
İZDİHAM