“Onunla çalışmak değildi olay. Önemli olan içten dostluğumuz ve birbirini tutan frekansımızdı. Bir araya gelmekten çok zevk alır, aynı hayalleri gerçekleştirmek için çalışırdık”. -Preisner-
‘Sinemanın dünyayı değiştirebileceğine’ inanan Angelopoulos’u anlattıktan sonra, ‘sinemanın dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olabileceğine’ inanan bir yönetmene, Kieślowski’ye sıçrıyorum…
Elbette her sinema tutkununun, filmlerinde aradığı bir şeyle karşılaşabileceği nadir yönetmenlerden birisidir Kieślowski. Çocukluk hayali sinema olmayan, kendisini bildi bileli yönetmen olmak istemeyen, 3. defasında inatlaşarak kabul aldığı bir film okuluna (lodz) bir tanıdığı vesilesiyle kaydolan bu adam, sinemaya dışarıdan, daha uzaklardan, daha sonradan bulaşan muazzam bir yönetmendir. Bu mesafe, sanılanın aksine, seyirci beklentisini de ekler senaryosuna, sahnelerine ve o kimi kusursuz olan filmler bu membadan çıkar…
Kieślowski sinemasının en büyük ayırdı, sinema ile arasındaki bu kısa mesafeye felsefeyi, edebiyatı, hususen şiiri sıkıştırmasıdır. Bu kadar rasyonel bir adamın ‘Sinemanın Şairi’ olarak betimlenmesi tabii ki tesadüf değildir. Öyküyü hem kendi penceresinden hem kimsenin olmadığı bir yerden seyretmesi, dâhiyane düzeyde detaylara imza atar. Onun için vazgeçilebilir her şey daha doğru bir taslağa, tekniğe ve görselliğe dönüşebilir. Elleri titremeyen bir cerrahın sükûneti vardır adeta sinemasında…
Başlangıcı, belgesel filmlerine dayanan sinemacıların o rasyonel bakış açısını filmlerine eklemiş, fakat şiirselliğin de büyüsünden sıyrılamamış Kieślowski, bu yönüyle -tamamen- yeri dolduralamayacak bir yönetmendir. Ve aynı zamanda insanlığın, yaradılışın, kâinata ait duyguların en derin filmlerini yaparken, ruh ikizi bir besteciyle çalışarak filmlerinin çoğunu bir şahesere dönüştürmüştür.
Polonya televizyonu için çektiği 10 filmden oluşan Dekalog’lar (The Ten Commandments), Veronika’nın Çifte Yaşamı, (La double vie de Véronique) ve Fransız bayrağının renklerine verilmiş anlama atfen çektiği Üç Renk (Trois Couleurs) filmografisinin zirve noktalarıdır. Bu filmlerin harikalığına Preisner melodileri ekleyerek unutulmayacak bir görsel şahikaya dönüştürmüştür. Kieślowski imzalı tam 17 film Preisner’in müziğiyle taçlanmıştır.
Preisner, ki kendisine “Çağın Bach’ı” diyenler de oluyor… Sadece Kieślowski filmlerine müzik yapmakla yetinmeyip başka yönetmenlerle de çalışmış, bir sürü belgesele sürreal bir akışkanlık katmış, 40 yılı aşkın müzikal serüveninde hep yükselen bir ivmeyle hafızalardan çıkmayacak bestelere imza atmıştır.
Çok iyi arkadaş olan iki insan, aynı ruha, beklentiye, inanışa sahip iki insan… Birisi susarken diğeri konuşur, birisi yazarken diğeri anlatır, birisi hayatı müziğe çevirir, diğeri müziği hayata… Öyle bir arkadaşlıktır ki, yıllarca yan yana, aynı yöne bakarak…
Kieślowski öldüğünde ardında ağıttan bir albüm, dinmeyecek bir sızı, her fırsatta dile gelecek bir öykü ve emrine sadık kalınan bir vasiyet bıraktı. Requiem For My Friend Kieślowski’nin bir kalp ameliyatından sağ çıkamayışını, onun -artık- olmayışını içselleştiremeyen bir besteci dost için, Kudüs Film Festivali’ne gittikleri esnada toplama kamplarında ölmüş iki çocuğun günlüklerini birlikte okuyarak Holokost şarkıları besteleyeceğine söz verdiği arkadaşına adadığı can yakıcı bir ağıt, bir hüzün, yitirilmeyecek bir vefanın devamına ön peşrevdir.
https://www.youtube.com/watch?v=dz9eCLiTvDc
İnsanlık için, ortak acılar, haksızlıklar,kader, tesadüfler gibi ortak kavramlar için film yapan Kieślowski’ye, aynı hissiyatla müzik yapan bu adam şöyle düşünür;
Kieślowski, Veronika’nın İki Yaşamı” filminde, üçlemenin olmayan dördüncü rengini boyamıştı filmografisinin paletine. Filmlerinde yazı tura ile imgelediği şans-kader dilemması ve her filmde bir yöneticiye, kader belirleyiciye öykünerek kavramsallaştırdığı Tanrı inancı, Kukla oynatan adam ve kuklası ile dile geldi… Kuklaya çocuklar uzun uzun baktı, kuklayı yönetene odaklanan ise Veronika’ydı…
Preisner, “Kimi insanlar kötümser kimileri de iyimser olarak doğarlar. Ben kötümser doğanlardanım. Bu elimde olan bir şey değil. İyimserlerin bu hayatı daha iyi geçirdiklerine inanıyorum.” der ve filmin müziklerine imza atar.
https://www.youtube.com/watch?v=PI_BIS4DLZE
1993 yılında Kieślowski’nin filmografisinin zirvesi olan üçlemeler çekilir. Mavi (Bleu) bir çok sinema yazarına göre kült bir filmdir. Mavi’nin hüznüne ve huzuruna boyayarak anlattığı bu filmde yine acının maksimumuna doymuş bir kadının sancılarında hayatı sorgularız… Binoché’un oyunculuğu ve tamamen mavi notalarla bestelenmiş bu filmin müzikleri adeta filmin diyaloglarıdır. Sadece müziği bile başlı başına bir senaryodur.
https://www.youtube.com/watch?v=dz9eCLiTvDc
Üçlemenin ikincisi Beyaz (Blanc), eşitlik temasını işlemeye ironik bir dille yeltenmiş, üçlemenin diğer ögelerine nazaran kendisine kara mizahı da eklemiş, eşsiz mekan ve Polonya görselleriyle benim gibi bir arka plan takıntılı sinema izleyicisine beyaz bir doyum sağlamış filmidir. Kieślowski’nin “İnsanlar eşit değil ve eşit olmak istemiyorlar. Eşitlik de bu filmin konusu. Kahramanımız diğeriyle eşit değil.” diyerek, eşitliği asla eşit olunamayacağı gerçekliğiyle yüzümüze vuruyor. Patolojik ve kara mizah dolu bir evlilik, intikam ve yabancılık öyküsü…
Preisner’da yine bu filmin temposuna müziğini kaptırmıştır. Ritim başlarda yavaştır. Kahramanın hayal kırıklığına ve terk edilişine atıfla, daha sonra beliren intikam duygusuyla birlikte hızlanma başlar. Ve sonu tangoya kadar varan bir devinime şahit oluruz. Preisner yine bir şaheserdir. Sorunsuz çalışan bir müzik makinesi…
Üçlemenin üçüncü ayağı Kırmızı (Rouge), kardeşlik temasına dayanarak İrene Jacob’un oyunculuğu ile yeniden yazgı ve kader ağları ile örülmüş, yönetmenin vazgeçemediği tesadüfler (Haneke’de de defaatle izlediğimiz bu değil midir?) ile bezenmiş ve geçmişi, sonradan edinilmiş vicdan ile sorgulama üzerine kırmızının bu sefer daha da gözümüze sokularak resmedilmiş filmidir.
Yargıç şöyle buyurdu:
“Şimdi bana neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek bir alçakgönüllülük eksikliğiymiş gibi geliyor.”
Preisner, Mavi’de olduğundan daha farklı tonlarla filme girer. Soprano çığlıkları yerini sakin bir erkek sesine bırakmıştır bazen. Daha aşk ile, daha sakin, biraz daha anlamış ve fark etmiştir hayatı.
Preisner 40 yıldır devam ettirdiği müzikal yaşantısını verdiği sözde de durarak bir holokost albümüyle –Diaries of Hope– ile devam ettiriyor. Pink Floyd’un David Gilmour’u ile albüm yapıyor, Dead Can Dance’nin Lisa Gerard’ıyla Umut Günlükleri albümünün konserlerini veriyor, film festivallerinde jüri üyeliği yapıyor. Radiohead ve Adele dinliyor.
Hayattan çok beklentisi yok.
“Allah’tan çok teknolojiye inanıyoruz; artık mektup yazmıyoruz, konuşmuyoruz, göz göze bakmıyoruz. Hep çok acelemiz var. Günün birinde birileri uyduları kapatacak, her şey çökecek. Şahsen teknolojinin iflasını bekliyorum ben. Sekiz dönümlük bir arsa aldım, patates ekip, keçi besleyeceğim,” diyor.
Bıkmadan şu şarkıyı dinleyeceğiz.
Anlayacağız ki iyi film, iyi müziklerle örülü bir ağdır. En azından Kieślowski’de…
Şule Demirtaş
İZDİHAM