Site icon İzdiham Dergi

Korhan Kandemir: Gidenlerin Ardından

Ağlatmayacakdın, yola bakdırmayacakdın

Ol va’de-i tekrâr-be- tekrârı unutma

Esrâr Dede

(Gidiyorsun güzelim, çare yok. Ben bu ayrılığın dayanılmaz acılarına katlanayım çaresiz, tamam; ama sen de lütfen verdiğin ikrarı, tekrar tekrar verdiğin sözleri unutma; ki ağlatmayacaktın, yola baktırmayacaktın…)

Gitme(k)!

Ne uzun kelime… Altı harf ve iki hece. G i t – m e (k).

Heceleyerek de olsa yine de çok uzun. Ana rahmine düştüğümüz vakit başlıyor bu kelimeyle olan ünsiyetimiz. Her gelme, gitmenin habercisi ya. Giden zaman oluyor ilk başta. Daha doğar doğmaz başlıyoruz yitirmeye zamanı. Önce ebeveynimiz saymaya başlıyor gelişimize kalan vakti; sekiz ay kaldı, beş ay kaldı, bir ay kaldı… ve geldi… Hızla eriyor avuçlarımızda olan bir buz tanesi gibi. Zaman ardına bile bakmadan gidiyor. Gelmemizi heyecanla sayanlar da gün geliyor gidenler kervanına katılıyor.Ve gidenler oluyor hayatımızdan!

Tüm gelmeleri yanlarında götüren gidenler… Sanki hiç gelmemişçesine, sanki hiç olmamışcasına gidenler… Bu bazen dünya ayrılıkları, bazen gönül ayrılıkları, bazen de yol ayrılıkları oluyor. Gidenlerin ardından ya hasret yüklü sözler ya da sitem dolu şiirler, türküler söylenir. Peki her gidiş neden birbirine bu kadar benzer ki?

Gün olur, dilime bir şiir takılır ve günlerce çiğnerim ağzımda. Gönlümde dolanır, her köşesine çarpa çarpa. Aklımda gezer beynime vura vura… Son zamanlarda da dilimde Neşâtî’nin o muhteşem serzenişlerle dolu, ayrılığı damarlarında hissettiren:

Gitdin amma ki kodun hasret ile cânı bile

İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile

beyti dolanıp duruyor… Neşâtî bunu nasıl bir ayrılık karşısında yazmış, ne derin, ne büyük bir ayrılığın kollarında kalmış da gönlünden dökülmüş,  muamma. Ama iyi ki de yazmış dedirtiyor insana. Çok mu acımasız olacak bilemiyorum ama neyden, kimden ayrılmışsa ne iyi yapmış da bize böyle bir gazel bırakmış. Hani büyük şair, üstadımız, Urfalı Yusuf  Nâbî’nin evini yıktırmıştı Çorlulu Ali Paşa. Bunun üzerine o asırları aşan muhteşem “görmüşüz” redifli gazeli yazmıştı Nâbî. Sonra gelenler de “keşke Nâbî’nin yüz evi olsaydı da yüzü de yıkılsaydı, bize de böyle yüz gazel kalsaydı” demişlerdi. Bizimkisi de o hesap işte… Biz yine Neşâtî’ye dönelim. Bazı şiirleri anlamasak da, manasını kelime kelime çözemesek de bu durum gönlümüze dokunmasına mâni değil öyle değil mi?  Yani Neşati:

“Gitdin amma ki kodun hasret ile cânı bile

İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” dediğinde bu kalbimize dokunuyorsa -ki dokunuyor-  orada kendimizden bir şey buluyorsak zaten anlamışsızdır, hissetmişizdir, zevk etmiştir.

“Gitdin ve hasretinle beni baş başa bıraktın. Bundan sonra sensiz hiçbir dostun sohbeti bana iyi gelmez, zaten istemiyorum da…”

Ve bu gazelin bir de:

Bâğa sensiz varamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handân-ı değil sevr-i hırâmânı bile

beyti vardır. “Gül bahçelerine sensiz gidemem. Zîrâ, bahçelerin gülen gülleri değil, salınan servileri bile gözlerime ateş görünür; renkleri ve sensiz güzellikleriyle gözlerimi yakar.” demek ister. Neşâtî’nin bu ateş dolu beyti bana hep Hazret-i Pîr’in (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî):

Demek sen böyle salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın cânı.
Ey, dostlarının canına cân katan, 
Gül bahçesine böyle bensiz gitme istemem.

İstemem, ey gökkubbe, bensiz dönme
İstemem, ey ay, bensiz doğma.
İstemem, ey yeryüzü, bensiz durma
Bensiz geçme, ey zaman, istemem.

Sen benimle beraberken
Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.
İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen, 
O dünyaya bensiz gitme, istemem…

şiirini hatırlatır.  Ne sıcak, ne samimi, ne vefâkâr, şimdilerde bulamadığımız bir temizlikte yakarış değil mi? Mevlânâ Hazretleri, Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin gidişiyle sarsılmış ve bu içten gelen, kalbe dokunan hasret dolu şiiri terennüm etmişti. 

         Bir de kavuşmaları ayrılık olmayan yere bırakanlar vardı. Sonsuz birlikteliğin, muhabbetin olacağı kavuşmalar; Ebu’l-Vefâ Hazretlerinin kapısına geliyor cennet mekân Sultan Fâtih. Ziyaret etmek istediğini bildiriyor. Talebeleri içeriye giriyor “efendim sultan kapıda” diyor. Devlet başkanı gelmiş kapıya. İstanbul fatihi gelmiş de ziyaret edecek. Ne yapılır? El-ayak olunur, bir telaş olur falan. Öyle olmuyor. Gelen haberciye diyor ki Ebu’l-Vefâ Hazretleri; “Bildiriniz sultanımıza, meşgulüz, görüşemeyeceğiz. Müsait değiliz”. Mesajı alınca Sultan Fâtih anlıyor tabiî; gözleri doluyor. Yanındaki lalasına dönüp diyor ki: “Aşılmaz denilen Bizans’ın surlarını aştık Biiznillah. Ama bir dervişin tahta kapısından geçemiyoruz bak. Olmuyor işte.” Olmadı da. O hüzünle geri döndü. Haberi getiren de geri döndü baktı, Hocası Ebu’l Vefâ da ağlıyor. Efendim siz de üzülmüşsünüz o da üzüldü. Bir kabul etseydiniz olmaz mıydı? Teşehhüd miktarı bir sohbet olsaydı gelmişken. “Evlat! Bu dünya tüm arzuların tecelli mekânı değil ki. Sebepler var, hikmetler var… Gelir de buranın tadını alırsa sultânımız, buradan hiç ayrılmaz tâcı-tahtı bırakır; Halbuki o orada lâzım. Dua askerinin işi başka, gaza askerinin işi başka. Herkes işini yapacak. Onunla öyle bir yerde buluşacağız ki ayrılık olmayacak. Randevu verdik biz; o da anladı ve gitti…”

         İşte “gitmek” böyle dostların gidişi gibi olacaksa yakışıyor, bir ma’na kazanıyor. Yoksa insana sormazlar mı; “Dünyânın kendisi yalanken, sen hangi gerçeğin peşine düştün de gittin?”

Hâmiş;

Ahvâlimi yazdım bütün evrâk-ı dilimde 
Destindeki mecmûa-i nâçârı unutma  -Esrâr Dede

(Bütün durumumu gönül yapraklarına yazdım; 
elindeki bu zavallı mecmuayı unutma. )

İZDİHAM



Exit mobile version