1949′un Ocak ayı. Filiz Ali, henüz 12 yaşında. Okulda İngilizce dersindeyken sınıfa koşarak bir lise öğrencisi girip öğretmenin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Gazeteciler gelmiş, avluda Filiz Ali’yi bekliyorlarmış. Dışarı çıkar çıkmaz gazeteciler hiçbir şey söylemeden flaş patlatıyorlar. Filiz Ali’nin o an hissettiği; ‘Rüyada gibiyim.’ Fotoğrafını ertesi gün gazetelerde görüyor. Altında şöyle bir yazı; ‘Öldürülen Sabahattin Ali’nin küçük kızı Filiz.’
Müzikolog Profesör Filiz Ali, 1948′de Türkiye’den ayrılmak için Bulgaristan sınırına doğru yola çıkan ama sonrasında kayıplara karışan babası Sabahattin Ali’nin ölüm haberini almasını böyle anlatıyor. Kendisi küçük bir kızken babasıyla ilişkisini, onunla geçirdiği günleri, uzaklarda ya da hapishanedeyken duyduğu hasreti anlattığı kitabı ‘Filiz Hiç Üzülmesin’ yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmıştı.
Gazeteci yazar Sabahattin Ali, romanları, öyküleri ve şiirleriyle, siyasi mizah geleneğimizin zirvelerinde duran Marko Paşa Dergisi’yle, öldürülmesinin üstündeki sis perdesiyle Cumhuriyet tarihimizin önemli kişilerinden… Çoğumuz kendisini yeterince tanımasak da eserlerine fazlasıyla aşinayız. Örneğin ‘Gramofon Avrat’, ‘Kuyucaklı Yusuf’ filmleri onun eserlerinin uyarlaması. Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Volkan Konak gibi müzisyenlerin seslendirdiği ‘Leylim Ley’in, ‘Aldırma Gönül Aldırma’nın, ‘Geçmiyor Günler’in, ‘Benim Meskenim Dağlardır’ın, ‘Göklerde Kartal Gibiyim’in sözlerinde hep onun imzası bulunuyor.
Eserleri epey popülerlik kazanmış Sabahattin Ali’yi biraz yakından tanımak için bugünlerde bir vesile daha var; Kadıköy’deki Caddebostan Kültür Merkezi’nde geçen hafta açılan ve 3 Mart’a kadar sürecek fotoğraf sergisi. ‘Bir Fotoğraf Camı’ adlı sergide fotoğrafları eşliğinde gazeteci yazarın hikayesi; ailesini, arkadaşlarını, gezdiği yerleri gösteren kendi çektiği fotoğraflarla bazı kişisel eşyaları yer alıyor. 18 Şubat’ta Filiz Ali’nin katılımıyla bir sergi turu ve söyleşisi düzenleneceğini söyleyelim.
Yukarıda bahsetmiştik; Sabahattin Ali, öldürülmesiyle ilgili belirsizliklerin çözülmediği bir faili meçhul olarak, siyasi tarihimiz açısından da önemli bir isim. Onun hikayesi, son yirmi yıldır sıkça telaffuz edilen ‘derin devlet’in sürekliliğinin bir kanıtı biçiminde görülüyor. Hakkında çıkan haberlerden komünist olarak damgalanmasına; öldürülmesinin ardından olayın açığa çıkmasının görünmez bir el tarafından sürekli engellenmeye çalışılmasından, katilinin mahkemedeki şovlarına kadar hemen her şeyin, örneğin ‘Hrant Dink olayı’yla neredeyse aynı olduğunu görüyorsunuz.
10 yıl önce bir kadın bana yaklaştı ve.
‘Sabahattin Ali’nin ölümüyle ilgili netleşmeyen çok şey var. 10 yıl önce annemle Kırklareli’nde ‘Sabahattin Ali Günleri’ne gittiğimizde bir kadın yaklaştı. Dedi ki, ‘Babanızın fotoğraf makinesi benim babamda.’ Şaşırdım, ‘Anlamadım’ dedim. ‘Benim babam, babanızın fotoğraf makinesini o zaman polisten satın almış’ dedi. ‘Ama nasıl olur’ falan derken kız yok oldu. Aradık, bulamadık. Yalan söylüyor gibi değildi…
Öldürüldükten sonra babamın fotoğraf makinesi bize verilmemişti. ‘Demek ki eşyaları Kırklareli’nde satıldı’ şeklinde düşünüyorsun ama olacak iş değil. Çünkü bize denilen, gazetelerde yazan şuydu; Sabahattin Ali’nin eşyaları Ali Ertekin’in İstanbul’daki evinde bulundu. Kendisi mi almıştı? Kırklareli’nde bulunduktan sonra mı ona verilmişti? Yoksa bize söylenenler, o haberler sadece bir aldatmaca ürünü müydü? Geri verilmeyen o eşyalar hep soru işaretidir kafamda.’
Şiirleri ve romanları gibi bir yaşam
Yaşamında, bazı başlıklarla hızlı bir tur atalım; 1907′de doğmuş, babası piyade yüzbaşısı olduğu için savaş yıllarında Trakya’nın farklı yerlerinde büyümüştür. Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra bakanlığın açtığı sınavı kazanarak 1928′de Almanya’ya gider. Burada sol düşünceyle tanışır. Dönüşünde Anadolu’nun farklı yerlerinde öğretmenlik yapar. Sol fikirlere eğilimi bulanan çoğu kişi gibi ona da komünist damgası vurulacaktır. Okuduğu şiirler, yazdığı yazılar gibi nedenlerle yolu mahkemelere, hapishanelere düşer. 1945′te Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’le birlikte Marko Paşa Dergisi’ni çıkarır. Kapanmalar ve yeni isimlerle çıkmalar birbirini takip eder; Merhum Paşa, Malum Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Öküz Paşa…
1948′de üç ay kaldığı Paşakapısı Cezaevi’nden çıkınca yazacak yer bulamaz, işsiz kalır. Kamyonla nakliyecilik yapar. Çareyi yurtdışına gitmekte bulur ama pasaport alamaz. Kaçakçı Ali Ertekin’le anlaşıp kendisini Bulgaristan’a çıkarmasını ister. 19 Mart 1948′de kamyona atlar ve Kırklareli’ne doğru yola çıkar. Bir daha kendisinden haber alınamaz. 9 buçuk ay sonra cesedine ulaşıldığında bir sürü soru işareti belirir; Ali Ertekin kimdi? Eşyaları neden onun evinde bulunmuştu? Sabahattin Ali sınırda mı, Kırklareli polis karakolunda mı öldürülmüştü? Teşhis için ailesi neden çağrılmamıştı? Mezarı niçin kaybedildi? Mahkeme boyunca şov yapan, Sabahattin Ali’yi yoldayken yaptıkları konuşmalardan dolayı ‘milli hisleri kabardığı için’ öldürdüğünü söyleyen Ali Ertekin, hafifletici nedenlerden dolayı 4 yıl ceza alır. Geride cevapsız sorular kalır.
Kürk Mantolu Madonna: Hâlâ çok satan ve en çok filme çekilmek istenen roman
Adını çok satan klasik romanlar arasında gördüğümüz ‘Kürk Mantolu Madonna’, Sabahattin Ali’nin en önemli eserlerinin başında gelir. Sabahattin Ali, İtalyan ressam Andrea Del Sarto’nun aynı adlı tablosundan esinlenerek 1943′te yazdığı romanda, bir aşkın etrafında insan ruhunun, ilişkilerin derinliklerine iner.
Malum; bir süredir edebiyat eserlerinden uyarlanan diziler fazlasıyla popüler. Geçen yıl bu sayfalarda çıkan bir haberde bazı sanatçılara, ‘En çok hangi romanın dizisini görmek istersiniz?’ sorusu sorulmuş ve en fazla ‘Kürk Mantolu Madonna’ cevabı alınmıştı. Filiz Ali’ye bu durumu nasıl karşıladığını sorduğumuzda, 1970′ten beri bu konunun azımsanmayacak sayıda senaristin ve yönetmenin gündemine geldiğini söyledi. Fakat öneriler önce annesinin, ardından da kendisinin içine sinmediği için böyle bir proje gerçekleşememiş. ‘Belki de o romanı çok sevdiğimiz, sakındığımız için kolay beğenmiyoruz’ diyor Filiz Ali.
Tomris Giritlioğlu gibi, diziye çekmek isteyenler de çıkmış fakat yine anlaşamamışlar. Dileği; romanın bir kısmı Almanya’da geçtiği ve başkarakterlerden biri Alman olduğu için filmin Türkiye-Almanya ortak yapımıyla çekilmesi. Onat Kutlar’ın bu tür bir fikri olduğunu, fakat senaryoyu tamamlayamadan hayatını kaybettiğini söylüyor.
Eyüp Tatlıpınar
İzdiham