Osman’ın, üstüne geçirebileceği bir hikayesi yoktu. Köyden getirdiği bir düzine türkü, setre, gömlek, bir çift papuç, şapkası ve bir denk yorgandan gayrı kimi kimsesi yoktu.
Bir yazarın kağıtlarla konuşması gibi gün yoldaşı köpeğiyle konuşuyordu. Dilsiz kağıtlar bir gözle karşılaşır karşılaşmaz nasıl dile gelirse Osman’ın göz ışığı köpeğin gözlerine değmeye görsün kuyruğuyla, kulağıyla, patisiyle köpek dile geliyordu da, Osman bu koca şehirde derdini dile dökeceği bir çift göz bulamıyordu. Kaç zamandır kimsenin gözlerine bakmaz olmuştu. Kendi kendinin, kendi gözünün, kendi sözünün yabancısı olmuştu. İçine kötülük birikmiyordu, günden güne suskunlaştı yalnızca.
Fırın önlerinden, kalabalık caddelerden, çocuklu annelerin yanlarından geçerken dahi “çekirdek…”, “çukulataa…”, “tıraş sabunu.”, “yeni hayaat”, “bisküvii…”, “yok mu istiyen” diye seslenmiyordu. Boynuna asılı tablası, arkasına takılan köpeğiyle yürüyor, yürüyor, ayaklarında derman kalmayıncaya, deniz kıyısında bir ağaç sessizliği buluncaya dek yürüyordu. İçinde bir suskunluk büyüyor, sözleri ufalıyordu. Günlerce konuşmadığı olurdu Osman’ın. Günden güne türkçeye ihtiyaç duymaz oldu. Topu topu bir iki sözcük, olmasa da olurdu. Aç biilaç, işsiz, azıksız kaldığı gecelerde adını yedi Osman. Kaç aydır “Osman” diye seslenilmediğine göre adına da ihtiyacı yoktu. Arasıra bir iki türkü mırıldanır, kah neşelenir, kah durulurdu. Aklından neler geçerdi? Neleri hatırlardı Osman? Anacığını? Belki. Omuzlarına ağırlık çökerdi. Ayaklarını hızlandırırdı kaçarcasına.
Köpek de onunla birlikte hızlanır, yavaşlar, toprağa sünerdi. Gülhane Parkı’nda geceliyordu. –Köpeğine bir kulübe yapsa mıydı? İçini kaplayan sıkıntıyı dağıtmak için kimi geceler Sirkeci’ye yürür, otel ışıklarına, açılıp kapanan kapılardan içeri giren çıkan kadınlara, erkeklere anlamsız anlamsız bakar, gece köftecilerinin saldığı kokuları, dumanı genzine çeker, eğleşirdi. O gecelerden birinde demiryoluna inmiş, sırt üstü çimlere uzanmıştı. Aklından neler geçiyordu? Derken kendisine birinin baktığını sezdi, başını kaldırıp çevresine bakındı. Gecenin içinden bir çift göz ışıldıyordu. Sol dirseğinin üzerine abanıp kaykıldı. Baktı. “Kuçukuçu!” diye seslendi. O güne dek işitmediği tatlı sözlerin anlamını sezmeye çalışan köpek kulaklarını sarkattı, başını yana eğdi, yaklaştı. Yaklaştı. Osman doğruldu. Kollarını açtı. Köpek yanaştı. İki can birbirini ısıttı. İki bedbaht böyle tanıştı. Osman’ın gözünden iki damla gözyaşı aktı. Köpek Osman’ın yanağını yaladı.
O güne dek “hoşt!”lara alışmış, “kuçukuçu”yu ilk kez duyan köpek ile bilinmez bir kabahat işleyip gurbete düştüğünde bu köpek gibi İstanbul sokaklarında sürte sürte neşesi solmuş Osman dost oldular, gün yoldaşı oldular. Bu köpek de nasıl olmuşsa yurdundan kopup bu yaban ellere göçmüş, o da sıla özlemi çekiyor, buraların suyuna, havasına ısınamıyordu. Bu yüzden böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, her şeyi garipsiyordu. O gece kuşların bir başka cıvıldadığını işitti Osman. O gece bir başka havladı köpek.
Osman ve köpek Gülhane Parkı’nda koştu, dile kavuştu. Yıldızlar göz olup sustu. Ağaçlar, otlar konuştu. Osman konuştu köpek konuştu hayat konuştu. Sirkeci’de otel odaları konuştu. Unkapanı’nda hanlar, Beyoğlu’nda kapanan meyhane kapıları konuştu. Sabah ezanında müezzin konuştu. Türkçenin ağzı bağlı, hep susuyordu. İki dert ortağını zaman gitgide birbirine benzetmişti. Ama türkçe değişiyor, her ikisinden de kopuyor, erguvanlar şehrine öykünüyordu.
İlyas Bingül
İZDİHAM