Yaşamın ölümle, ölümün yaşamla taçlanmasına isyan eden aziz kapitalistlerin, kibar globalistlerin, şirin emperyalist reklamcıların, taşakbüzen deniz korsanlarının, çılgın güç sahiplerinin sahibelerinin tanrıya yakarmalarını, kurban adamalarını anlatan bölümlere sahiptir.
Yüce güç TV’nin alıkoyduğu suretlerini göremeyecek olan bedene hapsoluklanmış acı virtüözleri mütemadiyen yaşamak ve kendilerini tanrısal kılmak için nano teknolojinin kutsal kasesinden içiyorlar şu ara. Afiyet olsun. Ulu bireyin yaradılışından bu yana, modernite denilen kuyruğu kıvrık canavar malumunuz insan avındadır. Bilgi ve zeka, düzgün konuşulan diller ezberleyenlerce sürek avındaki köpekler gibi takip ediliyor. Kıstırılıyor, ya yere seriliyor orada ve katlediliyor ya da kahraman avcıların, şapkalı aristokratların salonlarındaki şöminenin üstünde tüketilene dek sergileniyor. Mesela asil ödül Nobel aşikar bir sürek avından başka nedir ki? Kutsal yaradılışlarına, kendilerine tapan seçkin budalaların zekerlerine su yürümesi için mutluluk çubuğunu icat eden bilim adamına verilen ödül, bu adamların ceplerinin dolmasına yarayacak basit bir çip, yaşamlarını uzatacak organ nakli, kimyanın kutlu geçmişini deşerek gözlerindeki çapakları, alınlarındaki kılları sökecek bir ilaç, bilimin mukaddes ilerlemesine ödenilen para ve altından bir madalya karşılığında kandırılan bilim adamının insanlığa olan hizmeti yerine birbirleriyle evlene evlene eblekleşmiş zenginlere adadığı keşfi ne ki? Sıradan ama yeni bir avı kendini her şeyi yapabilecek güçte gördüğünden deliren neoldumbudalası bireyin kutsal kasesini dolduracak olan şehvetli çil çil altınları bu keşifler bizim başımıza bomba veya bakkalda satılan coca cola, Teknosa’da satılan cep telefonu, Yataş’ta satılan plastik yastık, eczanede satılan ağrı kesici, benzinlikte satılan çocuk arabası, tiyatroda satılan gevrek kahkaha, kitapçıda satılan Kar romanı.
Ah edebiyatta kibar adı globalizm olan emperyalizmin ağına düştü düşeli mi diyeceğim sanıyorsunuz. Hayır, edebiyat şu geoid dünyamızda her daim canı sıkılan ve vakti bol olan zenginlerin oyuncağı olmuştur. Divan şiirlerinden Proust’a, Fuzuli’den Rimbaud’ya, Tolstoy’dan Orhan Pamuk’a, Selçuk Altun’dan Salinger’a bu nalet edebiyatı kullanan adamlar oldular. Talihsiz güzellik. Fuzuli’nin bir devlet memurluğu için atmadığı takla kalmadı ama zenginlerin gözüne budak olamadı. Onların hoşuna gitmeyen şeyler yazdığından tabi ki. Orhan Pamuk hemen zenginlerin bir numaralı yazarı oldu, onların hoşuna giden şeyler yazdığı için tabi.
Tolstoy dünya klasiği oldu, zengin olduğundan kimsenin hoşuna gitmek zorunda kalmadığı için istediklerini yazdı ve ta taa… zenginlik onun hoşuna gitmedi. Salinger zenginleri yazdı, derdi olan zenginleri. Yoksulları da yazdılar tabi bunlar, şiirsel ve ölüm yolunda acı çekerken. Zenginler sıcak koltuklarında okudular Necib Mahhfuz’un Mısırlılar’ını ve gittiklerinde Kahire’ye herkesi minnoş sandılar. Ne güzel dünya.
Yoksullar Kemal Tahir’in mayk hemırlarını ucuzundan alırlarken sokak sergilerinden paylarına zenginlerin para için nasıl katil olduklarını okumak düştü, amanin rezalet Agatha kıristiler acaip revaçtayken adalet yerini buluru öğrendiler. Oysa bu esnada zenginler ikinci kin dolu dünya savaşıyla varlıklarını katlayarak kesinleştirecek bir savaşla, eskaza zengin olmuş sıradışı yoksulları ezmekteydiler. İşte tüm bunlar olurken birden bire üstün zekası olduğu sanılan Orhan Pamuk Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazarak hayatımıza girdi pattadanak ve anımsattı bana edebiyatın ne de pahallı bir iş olduğunu.
Ama Edebiyat birçok şeyi anlatmadı. Kenan Kainat’ı ve uyguladığı zulumu da anlatmadı, Koç’un polislere ve askerlere satın aldığı evleri, arabaları, yatları anlatmadı. Bunlar yerine halkı tasvir etti. Halkın zihninin nasıl çalıştığını açıkladı sayın Orhan Pamuk ve onun romanları hemen asil insanların raflarında yer aldı. ” Bu türkler de pek safmış yahu!” diye kazıklamak için sıraya giren Du Pont ilaç firmasının yetkilileri, Ludhbeck sanayi sahipleri filan ipucu elde ettikleri romanlarla mis gibi bir tüketim toplumu, enayi pazarı buldular önlerinde. Nobeli hak edecek kadar iyi tasvir etmişti Orhan Pamuk halkını. Bir kahvede günlük yirmi liraya çalışarak felçli babasıyla anasına bakacak bir adam olmamayı ” Bu salaklıklara harcayacak zamanım yok.” diye kestirip atarken onun gibi aynı minvalde kelime kurşunu sektiren Perihan Mağden gibi cevval gözüken ama çıtkırıldım hanımevlatları türedi. Hiç yeni bir şey söylemediklerini ise kimse anlamadı. Olanı biteni gizli kapaklı söylemek kolaydı tabi. Her biri bir Sezen Aksu oldu çıktı. Işık doğudan yükselir. Ex oriente lux. Salak bir fransız şarkısını alarak anlayana budadılar ve Güneri Cıvaoğlu gibi bronz tenlinin önünde itleriyle oynadılar eski bir aşık sultanın yanık yalısında kırıttılar dünyaya.
Ah benim talihsiz güzelliğim edebiyat! Sanat. İçler acısı bir tüketim özgürlüğünün çapası olmuş, televizyondaki afiş, mafiş sanat programlarında ” Benim sevdiğim estetik estetik ve benim dinlediğim müzik müzik, resim resim, g.ttür” mottosuyla hareket eden paralı insan avcısı gazetecilerin yalakalandığı yaşayınca kıçı büyüdüğünden kendini sanat uydurmaya adamış insan tipi: Duyarsız onursuz, salak.
Dostoyevski’nin yirminci yy. insanının sahip olacağı tek özgürlüğün tüketim özgürlüğü olduğunu söylemesinin üstünden bir yüzyıl geçti. Derken hala insan karakterini deşifre etmeye çalışan adamlarla karşılaştık. Bunlar bilimi ve saatı bir güzel budadılar. Anlaşılamayacak hale getirdiler. Canları sıkıldıkça yeni ve iğrenç şeyler, nesneler arattılar tüketmek için. Arada bir yerde ”Müze çağdaş toplum için şarttır. Gerikafalılığın alemi yok. Bak Amerikaya her kasabada bir müze var…” diyen sahtekar edebiyatçılar türedi.
Bunlar ” Sen benim kadar ne biliyorsun yaşam, yiyecek, kadın, tarih, sanat, langırt ve play sation” hakkında diyecek kadar da gençleri boğmaya meraklı kulamparaydı. Mungan gibi biraz dramaturji, biraz acıklı Kürt şiiri, devrim şiiri filan karala… Ayyy aman, Oscar Wilde da senin gibiydi ya hu. Da herif yaşadığı toplumda bir devrim yapmıştı ayrı mesele. Bu yazı böyle sonsuza uzanır. Nefret dolu muyum neyim ben de anlamadım ki! Hayır gerçekler böyle olunca da susamıyor ki insan. Şimdi yazdıklarım birer palavra gibi geliyorsa size kolay incelemek: İnternet. Biraz parmak atın camekana pat görürsünüz son on yılda alem ne peşindeymiş. Yazı biraz magazine döndü gerçi ama ne yapalım yani? Magazin dedikleri şey sayesinde cezaevinde ölenleri, Irak’ta öldürülenleri, Batman’da aç kalanları, Siverek’de ağası yüzünden katil olan dokuz yaşındaki çocuğu unutmuyor muyuz? Ben dünyalıları iplemem birader, Bushgillerdenim ben hoop. Dağıtırım diyen maganda zenginler kadar, edebiyat okuyarak kibarca ” Affedersiniz ama söyledikleriniz hunharca bir tenkid ve aslında ben de insanları önemsiyorum ama vaktim yok. Çok çalışıyorum. Üretiyorum. Siz se oturmuş insanlar laf atıyorsunuz. Bir şey üretseniz belki daha çağdaş olabilirsiniz. Primitifsiniz canım aaa!”
Ne yazık ki dünyamız insanları artık gerçekleri sevmiyor. Eh onlara bireysel kurtuluş sunan nano teknolojiler, oyunlar, filmler ve güzel mi güzel romanlarla alışveriş merkezleri olunca ne gerek var şimdi yaşama! Gerçeğin güzel olmasına ve sevmeye. Boş verin siz. Kahraman roman yazarı, yüksek lisans yapan tarihçi, bilim adamı olun gidin Amerika’ya, İngiltere’YE gönüllü hizmetkarı olun sermayenin, ucuza kapatsın sizi aristokratlar.
Leon Felipe
İZDİHAM