Louis-Ferdinand Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk
Mazide kalmış biçimler arasında el yordamıyla ilerlerken kaybolabiliyor insan. İnsanın geçmişinde artık kımıldamayan ne de çok nesne, ne de çok kişi var öyle, ürkütücü. Zamanın mahzenlerinde yitirilmiş canlılar ölülerle birlikte o kadar uyumla uyuyorlar ki daha şimdiden aynı gölge örtüyor gibi onları. Yaşlandıkça insan kimi uyandıracağını karıştırıyor, canlıları mı, ölüleri mi.
Yaşamı dansettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.
Türlü türlü düşlerin arasından ruhumuzu en çok ısıtanları seçeriz…
…bir mucizenin içinden neyi aklınızda tutabiliyorsanız onu alıp götürebilirsiniz ancak…
Belli imkanlardan yoksun insanların yaşamı, upuzun bir hezeyanın içindeki upuzun bir reddedilmeden ibarettir ve insan yalnızca sahip olabildiği şeyleri çok iyi tanıyabilir, yalnızca onlardan kurtulabilir. Kendi hesabıma, düşlere sarıla sarıla ve onları terk ede ede, vicdanım kevgire dönmüştü, binlerce oyuklar oluşturacak şekilde delik deşik olmuş, mide bulandırıcı şekilde bozulmuştu.
Artık gizem de kalmadı, avanaklık da, bugüne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiirini de tüketmiştir. Sıfıra sıfır elde var sıfır, işte yaşam.
Yoksul olmanın faciası karşısında, itiraf etmeliyiz ki, hatta bu bir görev addedilmelidir, her şeyi denemek gerek, elinizin altında ne varsa onunla sarhoş olmasını bilmek gerek, şarap, ama ucuzundan, otuzbir çekmek, sinema, ne olursa.
Cesaret affetmekten ibaret değildir, her zaman için gereğinden fazla affederiz!
Günün birinde anlatacak yalan kalmaması halinde en az iki üç kuşak boyunca dünyaya kepenk indirtmek gerekecekti anlaşılan. İnsanların birbirine söyleyecek hiçbirşeyi kalmazdı, neredeyse.
Savaş kimilerini yakmış kimilerinin içini ısıtmıştı, nasıl ki ateş bazen işkence eder bazen de ihya, bu içinde mi önünde mi olduğunuza göre değişir.
Yoksullar feleğin sillesini yemiştir. Sefalet devasadır, dünyanın pisliğini silmek için kullanır suratınızı toz bezi gibi. Yine de birazı kalır.
Bu şekilde gecenin sonuna itile itile, insan eninde sonunda bir yerlere varıyordur herhalde, diyordum kendi kendime. Teselliydi bu. “Cesur ol, Ferdinand, diye yineliyordum kendi kendime, kendime destek çıkmak için, her yerden kapı dışarı edile edile, mutlaka hepsini, o pisliklerin topunu birden o kadar korkutan o numarayı bulacaksın ve o da gecenin sonunda olsa gerek. İşte zaten onlar da bu yüzden gecenin sonuna gitmezler!”
Yaşam, yani gerçek erkeklerin gerçek metresi.
Alışkanlık edinmek cesaret etmekten kolaydır, özellikle de karnını doyurma alışkanlığı söz konusu olduğunda.
Yüca Tanrısı artık papazın aklının kıyısından bile geçmeyeli sittinsene olmuşken, kilisesinin ayak işerine bakan görevli hâlâ dini bütün değil midir… hem de imanına kadar? Gel de kusma!
Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbirşey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize.
İnsan dediğin, işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.
Dinlediğimiz tüm müziklerin özünde, aslında bizim için özel olarak bestelenmiş olan, o notasız ezgiyi duyabilmek gerek, Ölüm ezgisini.
Başınıza gelebilecek felaketlerin en sonuna vardığınızda öyle bir an gelir ki orada artık yapayalnızsınızdır. Dünyanın sonudur bu. Hüzünden bile, size ait olan hüzünden, yanıt gelmiyordur, bu durumda artık gerisin geriye gitmesini bilmek gerek, insanların yanına, kim olursa olsun. Bu gibi durumlarda kimse müşkülpesent değildir, çünkü ağlayabilmek için dahi her şeyin yeniden başladığı noktaya geri dönmek gerek, onlarla birlikte geri gitmek gerek.
…Korkaktı da, biliyordum, üstelik doğuştan böyleydi, o da, hep birilerinin onu gerçeklerden korumasını umuyordu, ancak düşünüyordum da, öte yandan, gerçekten korkak diye nitelendirebileceğimiz bir insan modeli var mıydı acaba…
Sonuçta, ölüm biraz da evliliğe benzer.
…Anıların bile bir yaşı, gençliği var… onları küflenmeye bırakır bırakmaz her tarafından bencillik, böbürlenme ve yalan sızan iğrenç hortlaklara dönüşüverirler…
Gecenin içinde yürümeyi öğrenmesi gerekecekti rahip efendinin, tıpkı bizler gibi, diğerleri gibi. Hâlâ tökezliyordu. Düşmemek için ne yapması gerektiğini soruyordu bana. Madem korkacaktı, gelmeseydi o zaman! Sonuna hep birlikte varacaktık ve işte o zaman öğrenecektik bu macerada ne bulmayı ummuş olduğumuzu. Yaşam bundan ibarettir, gecenin içinde son bulan bir ışık parçası. Kaldı ki, belki de asla öğrenemeyecektik, hiçbirşey bulamayacaktık. Ölüm de budur işte.
Korku insana evet de demez hayır da. O, yani korku, her şeyi alır, her aklınızdan geçeni, her ağzınızdan çıkanı.
İhanet etmek, bir hapishanede pencere açmaya benzer. Herkes bunu yapmak ister ama gerçekten yapabildiği nadirdir.
Sonuçta en keyifli dönem, gidilen her yeni yerde henüz bir yabancı olmaya devam ettiğiniz zaman dilimidir. Sonrasında aynı hırtlık yeniden başlar. İnsan doğası budur. İşin püf noktası, o sevgili dostlarımızın sizin zayıf noktanızı iyice bellemelerini gereğinden fazla beklememektir. Tahtakurularını sığınacakları çatlaklarını bulmadan önce ezmek gerek. Öyle değil mi?
Kimse Acı’sını yarı yolda bir yerlerde ekmeyi boşuna hayal etmemeli. Boş bulunup da evlenmiş olduğunuz çirkin mi çirkin bir eşe benzer, Acı denen o şey. Ömür boyu onu pataklamak uğruna kendini tüketmektense onu azıcık olsun sevmeye gayret etmek daha akıl kârı olabilirdi belki de.
İnsan gençken ve bilmezken her şeyi gönül yarası sanıyor…
Tüm insanlığı belden aşağısına, tek bir kişinin belden aşağısına, kutsal düşe, aşk hırsına sığdırmaya kalkışmak gençlere özgü bir takıntıdır.
O zaman da canı cehenneme aşk şarkıları söyleyenin! Aşk dediğin sefaletin ta kendisidir ve yalnızca da bundan ibarettir, odur hep gelip ağzımızda yalana dönüşen, dibi tutmaz, bu kadar işte. Girmediği yer yoktur o namussuzun, o sefaletini asla uyandırmamak gerek, şakacıktan bile. Şaka kaldırmaz o.
İnsan elinin altında ne varsa onla icra ediyordu sanatını.
Gençlerin sevişmek için o kadar acelesi vardır ki hep, eğlence olsun diye onlara yutturulan her şeyi havada kapmaya o kadar heveslidirler ki, duygu ve heyecanlarını pek de ince eleyip sık dokumazlar. İki düdük arasında, büfede önlerine konan herşeyi silip süpüren yolculara benzerler.
…Bu durumda gecenin içindeki yolculuğumuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare de kalmıyor. Gerçek yol arkadaşlarımızı yitirmişiz. Üstelik, henüz iş işten geçmeden, doğru soruyu, esas soruyu da soramamışız onlara. Onların yanındayken bilememişiz. Yitik insan. Zaten her zaman geç kalmaz mıyız? Bütün bunlar artık beş para etmeyen son pişmanlıklardır.
“Gerçek gençlik, biricik gençlik, Papaz efendi, herkesi ayırım gözetmeksizin sevmektir, bir tek budur gerçek olan, bir tek budur genç ve yeni olan.
İnsan yalnız yaşadığı andan itibaren kendi geçmiş yaşantısıyla ilgili konuların yükü altında ezilir. Bu yük onu sersemletir. Bundan kurtulmak için de bunun bir miktarını onu her görmeye gelenin üstüne sıvaştırır, bu da bu sefer onların canını sıkar. Yalnız olmak demek ölüme yönelik alıştırmalar yapmak demektir.
Çekildiğim inzivamda, evrensel bencilliğe bir ceza bulmaya çalışırken, aslında düş gücüme otuzbir çektiriyordum, hiçliğin dibinde arıyordum cezayı! Olmayan paralar yüzünden gezip tozma fırsatları seyrekse, hele kendi kabuğundan çıkma ve düzüşme fırsatları daha da seyrekse, insan elde ne varsa onunla oyalanıyor.
Eğer yeterince uzun bir süre yaşasaydık kendimize yeni baştan bir mutluluk başlatabilmek için nereye gideceğimizi şaşırırdık. Her tarafa serpiştirirdik o mutluluk ceninlerini, dünyanın dört bir tarafında leş gibi koksunlar diye ve artık nefes bile alamayacak hâle gelirdik.
Ne hoştur şu tanımadığınız kentler! Karşınıza çıkan insanların hepsinin de iyi olduklarını varsaymanın tam yeri ve zamanıdır. Düş kurma zamanı.
Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olağanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. Baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük bir evrensel ideal, birinci sınıf insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük kâbus.
Personelin müptezelliği her zaman için patronların yüreğine su serpmiştir. Köle ne pahasına olursa olsun biraz, hatta iyiden iyiye aşağılanabilir nitelikte olmalıdır. Süreklilik arzeden kimi küçük ahlaki ve fiziksel kusurların varlığı kölelerin kötü kaderini haklı çıkarmaya yarar. Böylece de dünyanın düzeni daha iyi işler çünkü herkes hak ettiği yerde duruyordur.
Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı?… Yanıt evetse, her şey yolunda demektir.
İnsan yaşamda yükselmez, alçalır. O artık daha fazlasını yapamayacaktı. Benim bulunduğum seviyeye kadar inemeyecekti… Benim çevremde onun dayanamayacağı kadar yoğun bir gece vardı.
Louis-Ferdinand Céline
İZDİHAM