Louis-Ferdinand Céline yirminci yüzyıl Fransız edebiyatının önde gelen yenilikçilerinden. Öfkeli ve dağınık üslubuyla dürüstlük, güzellik ve her türlü değerden yoksun dünyaları kasvetli bir hava içinde betimlemede usta bir yazar. Umutsuzluk, ahlak dışılık, şiddet ve pornografik öğelerle dolu yapıtlarında dünyaya ve insanlara duyduğu öfkesi her satırda hissedilir. Bir ara benimsediği Yahudi karşıtı tutumu ve Nazilerle işbirliği yaptığı için cezaevinde kalması 1930’lardaki saygınlığını azaltmıştır azaltmasına ama bu durum Céline’in pek de umurunda değildir zaten. Yayımladığımız söyleşiler Paris Review için yapılan söyleşilerin toplandığı Writers At Work (1967) adlı kitaptan.
(Söyleşi: 1 Haziran 1960)
CÉLINE: Size ne anlatayım ki? Okurlarınızı nasıl memnun ederim bilmiyorum. Bu insanlara karşı nazik olmamız gerek… Kendilerini incitmeden eğlendirmemizi beklerler bizden. Pekâlâ… Konuşalım bakalım. Bir yazarın içinde öyle çok kitap yoktur. Journey to the End of the Night(Gecenin Sonuna Yolculuk), Death on the Installment Plan, bunlar yeterli. Ben bu işe meraktan giriştim; merakın bedeli de ağırdır. Ben bir trajedi tarihçisiyim. Birçok yazar trajediyi arar, bulamaz. Trajediyle ilgisi olmayan küçük küçük kişisel hikâyeler gelir hatırlarına. Diyeceksiniz ki Yunanlar var. Trajik Yunanlar tanrılarla konuştukları izlenimine kapılırdı… Evet, tabii… İsa. Tanrılarla telefon görüşmesi yapmak öyle her gün başımıza gelen bir şey değildir, değil mi?
Peki sizin için günümüzün trajedisi nedir?
Stalingrad’dır. O nasıl bir katarsistir! Stalingrad’ın çöküşü Avrupa’nın bitişidir. Bir felaketti yaşanan; bütün bunların merkezi Stalingrad’dı. Bunun bittiğini, tamamen sona erdiğini söyleyebilirsiniz, Beyaz uygarlığın. İşte hepsi bu, biraz gürültü çıkardı, kasıp kavurdu, silahlar, çağlayanlar. Ben bunların içindeydim… Ben bunlardan kâr payı çıkardım. Bu malzemeyi kullandım, sattım. Besbelli, bu işlere karıştım ben, Yahudi meselesine. Aslında beni ilgilendirmeyen işlerdi, orada olmam için hiçbir nedenim yoktu. Gene de onları anlattım… kendi üslubumla.
Hani şu Journey’in ortaya çıkışıyla skandal yaratan üslubunuz. Tarzınız birçok alışkanlığı sarstı.
Buna “yaratmak” diyorlar. İzlenimcileri ele alalım. Güzel bir günde tuvallerini alıp dışarı çıktılar resim yapmak için. Çimlerin üstünde nasıl öğle yemeği yediğinizi bizzat gördüler. Müzisyenler de bunun üstünde çalıştı. Bach’tan Debussy’e kadar büyük bir fark var. Bu besteciler birtakım devrimler başlattı; renklere, seslere can verdiler. Benim içinse bu sözcüklerle, sözcüklerin konumuyla oldu. Mesele Fransız edebiyatı olunca, oradaki bilge adam ben olmalıyım, hataya yer yok. Biz dinlerin çocuklarıyız –Katolik, Protestan, Yahudi… Evet, Hıristiyan dinleri. Asırlar boyu Fransız eğitimini yönetenler Cizvitlerdi. Latinceden çevrilmiş tümceleri bir fiil, bir özne, bir tümleç, bir ritim ile mantıklı bir biçimde kurmayı öğrettiler bize. Kısacası şurada bir nutuk, orada bir vaaz, her yerde bir öğüt! Bir yazardan söz ederken, “Hoş bir tümce örgüsü var!” derler. Bense, “Bu okunmuyor,” derim. “Ne muhteşem teatral bir dil!” derler. Ben bakarım ve dinlerim. Düzdür, bir hiçtir, sıfırdır aslında öylesi. Ben konuşulan dili yazıya döküyorum; hem de tek bir hamlede.
Bu sizin “küçük müziğim” dediğiniz şey, değil mi?
Alçakgönüllü olduğum için “küçük müzik” diyorum, ama bu dönüşümü başarabilmek aslında çok zor. Bu, emek demektir. Bu haliyle hiçbir şeye benzemiyor gibi görünebilir, ama bu kalitedir. Benimkiler gibi bir roman yazabilmek istiyorsanız, sekiz yüz sayfa elde etmek için seksen bin sayfa yazmak gerekir. Kimileri benden söz ederken, “Doğal bir konuşma sanatı var… Konuşur gibi yazar… Bunlar günlük dile ait sözcükler… Hemen hemen aynılar… Kulağa tanıdık geliyor,” derler. Evet, işte, bu bir “dönüşüm”dür. Dönüşüm beklediğiniz sözcük, beklediğiniz durum değil belki de. Bu biçimde kullanılan bir sözcük her zaman karşılaştıklarınızdan daha samimi, daha gerçekçidir aynı zamanda. Kendi tarzınızı yaratırsınız. Kendinizde ifade etmek istediğiniz şeyin ortaya çıkarılmasına yardımcı olur bu sözcük.
Peki sizin ifade etmek istediğiniz nedir?
Duygu. Biyolog Savy’nin çok yerinde bir sözü vardır: “Başlangıçta duygular vardı, eylem yoktu.” Bir amipe dokunursanız geri çekilir; hisleri vardır, konuşmaz ama hisseder. Bebek ağlar, at koşar. Sadece bize, bize verilmiştir eylem. Budur bir politikacıyı, bir yazarı, bir peygamberi yaratan. Eylem korkunç bir şeydir. Koklayamazsınız. Ama bu duyguyu dillendirebilecek hale gelmek hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar zordur… Çirkindir… İnsanüstüdür… İnsanı öldürebilecek bir hünerdir.
Ama yine de, her zaman yazma ihtiyacı duyuyorsunuz.
Hiçbir şey karşılıksız yapılmaz. Bedelini ödemek zorundasınız. Kurguladığınız bir hikâyenin hiçbir değeri yoktur. Değer taşıyan tek hikâye, bedelini ödediğinizdir. Ancak bedelini ödediğiniz bir hikâyeyi dönüştürme hakkınız vardır. Öteki türlüsü rezil bir durum. Bana gelince, ben çalışıyorum… Bir sözleşmem var, onu yerine getirmek zorundayım. Şimdi altmış altı yaşındayım, yüzde yetmiş beşim iptal olmuş durumda. Benim yaşımdakilerin birçoğu emekli. Bense Gaillard’a altı milyon borçluyum… yani devam etmek zorundayım. Hazırlık aşamasında olan bir romanım daha var: daima aynı iş… Devede kulak. Bildiğim yalnızca birkaç roman var. Ama roman dantele benzer biraz… manastırlarla yok olmuş o sanata. Romanlar, arabalara, sinema filmlerine, televizyona, cümbüşe karşı savaş veremez. Karnı tok sırtı pek, büyük savaştan kurtulmuş bir adam akşamları eşinin yanağına bir buse kondurur, günü geçirmiştir artık. İşi bitmiştir.
(Söyleşi: 1960 yılında bir süre sonra)
Passage Choiseul’de uzun süre mi yaşadınız?
Evet, on sekiz yıl, orduya katılana kadar. Orada yoksulluk son safhadaydı. Yoksulluktan da beter bir şeydi; çünkü yoksullukta kafa dağıtabilir, hovardalık yapabilir, sarhoş olabilirsiniz, ama bu sonu gelmeyen bir yoksulluktu, köklü bir yoksulluk. Korkunçtu. Bütün hayatım boyunca noodle yedim ben. Annem yıpranmış dantelleri onaran bir kadındı. Bu dantellere koku bir sinerse bir daha hiç çıkmazdı. E tabii, kokulu danteller de satılmazdı. Kokmayan yiyecek neydi peki? Noodle. Taslar dolusu noodle yedim. Haşlanmış noodle, evet evet; bütün gençliğim noodle, lapa yiyerek geçti; kokmayan şeyler yani. Passage Choiseul’daki mutfağımız ikinci kattaydı, bir dolap kadardı ancak. İkinci kata dönen bir merdivenden çıkılırdı; noodle’ın kaynayıp kaynamadığına bakmak için sürekli inip çıkmak gerekirdi; katlanılmaz bir şey! Annem topaldı, bir bacağı sakattı; o haliyle o merdivenleri çıkmak zorundaydı. Günde yirmi beş kez tırmanırdık o merdiveni. Öyle bir çekilmez bir hayattı işte! Babam memurdu, beşte gelirdi eve. Annemin dantellerini dağıtırdı sonra. Ah ah, yoksulluktu bu, ağır bir yoksulluk.
Sizi etkileyen bir şok, yazınsal bir patlama geçirdiğinizi hatırlıyor musunuz?
Hayır, asla! Ben önce tıbba gönül verdim; edebiyata değil kesinlikle. Aman Allahım, asla! Bana göre hünerli insanlar her zaman Paul Morand, Ramuz, Barbusse’tur, edebiyat için yaratılmış adamlar yani.
Çocukluğunuzda, yazar olacağınız aklınıza gelmez miydi hiç?
Ah, hayır, hiç, asla, asla, asla. Doktorlara karşı inanılmaz bir hayranlık duyardım. Doktorluk bana olağanüstü gelirdi. Tutkum tıptı benim.
Çocukluğunuzda, bir doktor size ne ifade ederdi?
Hasta olan anneme, babama bakmaya Passage Choiseul’e gelen bir adamı sadece. Gerçek anlamda çalışmak gibi görünmüyordu yaptığı; insan vücuduna şaşırtıcı şeyler yaparak iyileştiren mucizevi bir adamdı benim gözümde. Mükemmel bir şeydi bu benim için. Adam çok bilgili görünürdü. Kesinlikle büyüleyici gelirdi bana.
Peki bugün bir doktor size ne ifade ediyor?
Artık doktorlar toplum tarafından hor görülüyor, herkes onlarla rekabet içinde; artık saygınlıkları kalmadı doktorların, hiç kalmadı. Kılığı benzincilerdeki pompacılara benzediği için, yavaş yavaş pompacıya dönüşüyorlar, yanlış mı? Artık söyleyecek sözleri kalmadı; ev kadınlarının bile Larousse Médical’i var artık. Hem sonra hastalıklar da eski saygınlıklarını kaybetti, sayıları daha az artık; frengi yok, bel soğukluğu yok, tifo yok. Antibiyotikler trajediyi tıbbın elinden aldı. Bu yüzden artık veba da yok, kolera da.
Doktorluk mesleği, kitaplarınıza da yansıyan bazı keşifler, deneyimler sunmuştur size.
Evet, evet. Otuz beş yıl doktorluk yaptım, tabii bunun da bir anlamı var. Gençliğimde çok koşuşturdum. Çok merdiven çıktık, çok insan gördük. Bu deneyimin bana her açıdan çok, hem de çok yardımcı olduğunu söylemeden edemem. Ama tıbbi romanlar yazmadım asla, bu acayip sıkıcı olurdu… Soubiran gibi.
Tıp aşkı çok erken yaşta içinize girdi, ancak bambaşka bir yolda devam ettiniz.
Evet, hem de nasıl! Satın alma görevlisi yapmak istiyorlardı beni, büyük bir mağazada tezgâhtar olmamı istiyorlardı. Çünkü hiçbir şeyimiz yoktu, ailemin durumu kötüydü. Görüyorsunuz ya yoksul geldim, yoksul gidiyorum.
Annenizin sizin üstünüzde büyük bir etkisi var mı?
Her şeyden önce, karakterlerimiz aynı. Öylesine sert, öylesine katlanılmaz bir kadındı ki! Evet, bir mizacı vardı, ama hayattan zevk almayı bilmiyordu, o kadar. Daima üzüntülü, daima trans halindeydi. Hayatının son dakikasına kadar çalıştı.
Size nasıl hitap ederdi? Ferdinand diye mi?
Hayır, Louis diye. Büyük bir mağazada, Hôtel de Ville’de, Louvre’da görmek isterdi beni, satıcı olarak. Onun hayaliydi bu. Babam da onun gibi düşünürdü, çünkü babamın edebiyat öğrenimi çok başarısız geçmiş. Dedem de doktora yapmış bir adam. Söylediklerine göre ikisi de o kadar başarısız olmuş ki hayatta, benim ticarette başarılı olacağıma inanırlardı.
Babanız öğretim hayatında daha iyi bir konuma gelemez miydi?
Gelebilirdi tabii, ama bakın ne olmuş: öğretmenlik diplomasına ihtiyacı varmış ama eğitim derecesi yeterli değilmiş. Parası olmadığı için de devam edememiş eğitime. Bir de babası ölüp geriye bir kadın beş çocuk bırakınca…
Babanız ne zaman öldü?
Journey kitabımın çıktığı yılda, otuz ikide.
Kitap çıkmadan mı?
Evet, hemen önce. Zaten sevmezdi o kitabı. Hem kıskanıyordu da beni; bir yazar olarak görmezdi de zaten. Ben de kendimi yazar olarak görmüyorum ya, en azından bir konuda aynı düşüncedeydik.
Anneniz kitaplarınızı nasıl bulurdu?
Kitap yazmanın tehlikeli, kötü olduğuna inandığı için sorun oluyordu. Bunun sonunun çok kötü olacağını düşünürdü. Çok tedbirli bir tabiatı vardı.
Kitaplarınızı okudu mu?
Okuyamadı, okuyamazdı. Okusaydı eğer, çok adi olduğunu düşünürdü. Hem zaten kitap okumazdı annem, kitap okuyan kadınlardan değildi. Kendini beğenmiş de değildi aslında. Ölünceye kadar çalışmaya devam etti. Cezaevindeyken öğrendim öldüğünü. Hayır hayır, Kopenhag’a gidiyordum öldüğünü duyduğumda. Korkunç, iğrenç bir yolculuktu. İğrençti; ama unutmayın ki her şeyin sadece bir tarafı iğrençtir. Bilirsiniz, deneyim sadece onu tutanı aydınlatan neredeyse sönük bir lambadır… paylaşılamaz… Ben de bunu kendime saklamalıyım. Bence, söyleyecek güzel bir hikâyen varsa ölmeye hakkın vardır. Oraya kabul edilmek için hikâyeni anlatır, yoluna devam edersin. Death on the Installment Plansembolik olarak budur, ölü olmanın ödülü… Sözü geçenin yüce Tanrı değil, şeytan olduğunu, insanoğlu olduğunu gösterir. Doğa iğrençtir; baksanıza kuşların, hayvanların hayatına.
Hayatınız boyunca ne zaman mutluydunuz?
Lanet olsun ki hiçbir zaman. Mutlu olmak için yaşlanmak gerek. Arzularımdan vazgeçmek karşılığında bana çok para verseler, mest olurum. Çünkü o zaman emekli olup bir yere kaçma fırsatım olur, çalışmak zorunda kalmam, öteki insanları seyrederim sadece. Mutluluk demek deniz kenarında tek başına huzur içinde olmaktır. Çok az yemek, evet evet. Hatta nerdeyse hiçbir şey yememek. Ne elektrik ne eşya kullanırım; bir mum yeter. Bir mum yakıp, gazete okurum. Öteki insanların heyecanlı, azimle tutuşmuş hallerini seyrederim, gösteriye dönmüş hayatlarını, ritmi yakalamak için birbirlerini davetlere çağırma yarışlarını. Gördüm ben bu hayatı, bir zamanlar aralarında yaşadım bu insanların… Tam bir komedi! Zamanlarını böyle geçirirler. Birbirlerini takip edip aynı golf kulüplerinde, aynı restoranlarda buluşurlar.
Eski günlerinize dönebilseydiniz, edebiyat dışındaki zevkleri hayatınızdan çıkarır mıydınız?
Kesinlikle evet! Mutluluk aramıyorum ben, sevinci hissetmiyorum. Hayattan zevk almak mizaca, yiyip içtiğinize bağlıdır. İnsan güzel şeyler yemeli, içmeli ki günler çabuk geçsin, değil mi? Güzel şeyler ye, iç, arabayla gezinti yap, gazete oku, gün hemen geçiverir. Gazete oku, birkaç misafir gelsin, sabah kahvesini iç, yürüyüşten dönünce bir de bak, öğle yemeği zamanı! Öğleden sonra birkaç ahbapla görüş, gün bitiversin. Akşam oldu mu her zamanki gibi yat, uyu. İşte bu kadar. İnsan yaşlandıkça, gün daha hızlı geçiyor değil mi? Gençlikte gün bitmeyecek gibi uzundur, ama yaşlandıkça çabucak bitiverir. Emekliyseniz, gün şimşek gibi geçer, oysa çocukken çok yavaştır.
Maaşlı bir emekli olsaydınız zamanınızı nasıl geçirirdiniz?
Gazete okurdum. Kimsenin beni göremeyeceği bir yerde yürüyüşe çıkardım.
Burada yürüyüşe çıkabiliyor musunuz?
Hayır, asla! Çıkmasam daha iyi.
Niçin?
Tanırlar beni; istemem. Görülmek istemiyorum. Bir limanda olsa gözden kaybolabilirim. Le Havre’de… Le Havre’deki güvertelerde kimse sizi fark etmez. İhtiyar bir denizciden, ahmaktan başka bir şey göremezsiniz oralarda.
Gemileri sever misiniz?
Ah, evet! Evet! Onları seyretmeye bayılırım, onların gelişini, gidişini seyretmeye. Gemiler, rıhtım, ben; öyle mutlu olurum. Gemiler duman çıkarır, giderler, dönerler, ama sizi ilgilendiren hiçbir şey yoktur. Kimse size bir şey sormaz! Sonra yerel gazete Le Petit Havrais’i okursunuz, işte… işte bu kadar. Hepsi budur. Ah ah, hayatım bambaşka geçerdi.
Hiç örnek aldığınız kişiler oldu mu? Benzemek istediğiniz insanlar?
Hayır, çünkü herkes mükemmel, hepsi; ben o kadar da mükemmel olmak istemem, yok böyle bir arzum. Benim istediğim tek şey kimsenin umursamadığı bir ihtiyar olmak. Onlar ansiklopedilere giren insanlar, ben istemem bunu.
Aslında günlük hayatınızda karşılaştığınız insanları kastetmiştim.
Yo, hayır, hayır, hayır! Onları daima başkalarına alavere dalavere yaparken görüyorum, sinirlerimi ayağa kaldırıyorlar. Hayır. Annemden bana geçen bir alçakgönüllülük var, mutlak önemsizlik duygusu, hem de son haddinde bir önemsizlik. İstediğim tek şey insanların beni tamamen yok sayması. İnzivaya çekilmek için bir arzum, hayvani bir isteğim var. Boulogne’yi, evet Boulogne-sur-Mer’i çok severdim mesela. Saint-Malo’ya sık sık giderdim, ama artık mümkün değil maalesef. Az çok orada da tanınıyorum artık. İnsanların hiç gitmediği yerler olsun…
(Céline’nin son söyleşisi: 1 Haziran 1961)
Romanlarınızda aşkın önemli bir yeri var mıdır?
Asla. Aşktan söz etmeye hiç ihtiyacımız yok aslında. Bir romancıysanız tevazu sahibi olmanız gerekir.
Peki ya arkadaşlık?
Ondan da hiç söz etmeyelim.
Peki, önemsiz duygular üstünde durmanız gerektiğine mi inanıyorsunuz?
Hakkında konuşulması gereken şey yapılan iştir. Önemli olan tek şey odur. Büyük bir özenle yapmak gerekir bunu. Aşırı bir reklam çabasıyla söz ediliyor bundan. Hepimiz birer reklam nesnesi haline geldik; iğrenç bir şey bu. Herkesin alçakgönüllülüğe değer verdiği bir zaman gelecek elbette. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da olacak bu. Reklam hastalığına yakalanmışız hepimiz; rezil bir durum. Yapılması gereken tek şey de işimizi yapıp, çenemizi kapatmaktır. Bu kadar. İnsanlar esere bakar ya da bakmaz, okur ya da okumaz, orası eseri ilgilendirir. Yazarın yapması gereken ortadan kaybolmaktır.
Zevk için mi yazarsınız?
Öyle denemez aslında. Param olsaydı, yazmazdım. Madde bir.
Aşktan ya da nefretten de yazmıyorsunuz?
Yo, ondan da değil. Sözünü ettiğiniz bu duyguları, aşkı, arkadaşlığı seviyorsam bu sadece beni ilgilendirir, okuru değil.
Çağdaşlarınız ilginizi çekiyor mu?
Hayır, pek sayılmaz. Bir zamanlar savaştan kaçmalarını engellemek için ilgiliydim onlarla. Nasıl olduysa, savaşa katılmadıkları halde zafer sarhoşu oldular. Bense hapse tıkıldım. Onlarla uğraşma işini elime yüzüme bulaştırdım, hiç ilgilenmemeliydim aslında. Uğraşmam gereken tek kişi yine kendimim.
Son kitaplarınızda sizi ifade eden bazı duygular var hâlâ.
Ne olursa olsun kendinizi ifade edebilirsiniz. Bu zor değil.
Son kitaplarınızda kişisel hiçbir şey olmadığına bizi inandırmak istediğiniz anlamına mı geliyor bu?
Hayır, kişisel hiçbir şey yok. Tek bir şey vardır belki, o da hayatla oyun oynamayı bilmediğimdir. Kokuşmuş öteki insanlara karşı artık bir üstünlüğüm var çünkü onlar sürekli hayatla oynaşma halinde. Hayatla oynaşmak demek, yemek, içmek, geğirmek, sevişmek demektir; yani bir adamı günün sonunda bir hiç ya da bir terbiyesiz yapan bir sürü şey demektir. Bense bir oyuncu değilim. Bu da çok işe yarıyor aslında. Neyi seçmem ya da nasıl tat almam gerektiğini biliyorum. Ancak, çökmüş bir Roma imparatorunun da dediği gibi iş geneleve gitmekte değil, hesabı ödememektir, öyle değil mi? Ben hayatım boyunca genelevlere gittim, ama çabuk vazgeçtim. İçki içmem. Yemek yemeyi sevmem. Bunların hepsi saçmalık. Buna hakkım var, değil mi? Tek bir hayatım var; onu da uyuyarak, yalnız kalarak geçirmek istiyorum.
Gerçek bir yazma yeteneği olduğuna inandığınız yazarlar kimler?
Yazar olarak gördüğüm üç ad vardı o önemli dönemde. Morand, Ramuz, Barbuss gerçek anlamda yazarlardı. O duygu vardı onlarda. Yazmak için yaratılmışlardı. Ama ötekiler öyle değildi. Allah aşkına, hepsi de sahtekârdı, sahtekârlar sürüsüydü. Efendiler, bu sahtekârlardı işte.
Yaşayan en büyük yazarlardan biri olduğunuza inanıyor musunuz hâlâ?
Hayır, pek sayılmaz. Büyük yazarlar… sıfatlara ihtiyacım yok benim. Bunun için önce ölmeniz gerek; ölesiniz ki sonra sizi bir sınıfa dahil etsinler. Yapmanız gereken ilk şey ölmek.
Sizden sonra gelecek nesillerin size karşı adil olacağına ikna oldunuz mu?
Aman Allah’ım, tabii ki ikna olmadım! Belki de o zaman Fransa diye bir ülke bile olmayacaktır. Dökümü yapan Çinliler ya da Barbarlar olacaktır, benim edebiyatım, bilgece oluşturduğum olay örgüsü, üç noktalarım gıcık edecektir onları… Bu mümkün. “Edebiyat”tan söz ediyoruz ya, ben işimi bitirdim, bitti. Death on the Installment Plan kitabımdan sonra, söyleyebileceğim her şeyi söyledim. O kadar da çok değilmiş.
Hayattan nefret mi ediyorsunuz?
Doğrusu, hayatı çok sevdiğimi söyleyemem, hayır. Canlı olduğum için, sorumluluklarım olduğu için hayata katlanıyorum. Ama bunun dışında, tamamen pesimist ekolü temsil ediyorum. Bir şey için umut beslemem gerekir. Ben hiçbir şey için beslemiyorum bu umudu. Mümkün olduğu kadar acısız bir ölüm umuyorum yalnızca. Herkes gibi. Hepsi bu. Kimse benim için, benim yüzümden acı çekmesin diye. Huzur içinde ölmek yani. Mümkünse bir hastalığa yakalanıp öleyim, yoksa kendimi yorgunluktan öldüreceğim. Öylesi çok daha kolay olurdu. Beni bekleyen şey, ömrüm oldukça yaşayacaklarım hep daha da çetin olacak. Bir yıl öncesine göre daha zahmetle çalışıyorum şu anda; gelecek yıl bu yıldan da zor olacak. Gerçek bu.
İngilizceden çeviren: Nermin Özdilkural
Kaynak: oggito
İZDİHAM