Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.
Müslüman toplumda düzen bozulmuş halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi hikâyelerin geçtiği dönemde bırakın malı canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu hikâyesinde “sermaye”, eşkiyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkiyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır.
Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dini kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üçyüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212).
Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkiyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkiyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
“Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkanda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
“Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermeniler’den kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
“Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
Lütfi Bergen
İZDİHAM