“Bir olayı veya durumu kurgularken şunu düşünürüm: Yaprağın rüzgârda salınışı bile hikâyeye katkı sağlamalı. Tek bir sözcük boşuna olmamalı.”
Bize bizden parçalar taşıyan öykülere imza atıyor genç ve kalemi kuvvetli yazar Emine Batar Hanımefendi. Hikâyelerinde bireyden aileye aileden topluma hepimizin içinde bulunduğu sorunlara değinerek ayna vazifesi yapıyor.
Sıradan hayat yoktur diyor öykülerinin alt metninde. Yahut herkes sıradandır bir ölçüde. Öğretmenlik mesleğinin gözlemci dürtüsünü kitabi bilgilerden arındırıp hayatın içinden derlediği analizleri öykü kahramanlarına giydiriyor. İnsana ve yaşama dair nüveleri metinlerinde eriten tecrübe ve görüşlerini damıtıp okuyucuya sunan bir yazar Emine Batar.
Uzayan Gölgeler-Düğün Davetiyesi ve Islıkla Çağrılan kitaplarını ve edebiyata dair düşüncelerini konuştuk genç yazarla.
Emine Hanım kimdir ve yazma serüveni nasıl gelişmiştir?
Öncelikle kendini tanımaya çalışan biri. Kendini tanımanın yolu bir bakıma insanı tanımaktan geçiyor. İnsanla ilgili durum, duruş, düşünüş, duygu… İle ilgileniyor. Onları bir şeylerin arkasından çekip almak, kavramak, anlamak için kabuğunu soyup inceliyor. Ayrıştırıyor. Ardından onların hikâyelerini yazıyor.
İlkokul 5. sınıfta, arkadaşıma kendimi anlatabilmek için şiir yazmayı seçtiğimde başladım galiba. Veya ilk hikâye kitabımı edindiğimde onu defalarca okuyup ezberlemeye ve kayısı bahçemizde bütün o kitapta yazanları tiyatrolaştırmaya çalıştığımda başladım. Bununla ilgili bir tarih vermek zor. İlkokuldan itibaren yazıyla iç içeyim diyebilirim. İlk gençlik yıllarımda şiirler yazıyordum. Hiçbirini saklamadım. Neler yazdığımı hatırlamıyorum. Belki biri için bile şiir denemezdi. Fakat yazma alışkanlığı kazanmamı sağlayan faydalı bir süreç oldu. Çok yoğun yazıyordum, hemen hemen her gün. Kimi sınıf sıralarında, kimi ders defterlerimin sayfalarında kimi de arkadaşlarımda kaldı. Üniversite son sınıf ile öğretmenliğimin yedinci-sekizinci yılları arasında neredeyse hiç yazmadım ve çok az okudum. Yaşantı kadar hatta daha fazla okuduğumuz kitapların hayal gücünü beslediğini düşünüyorum. Son on yıldır öykü yazıyorum ve öykülerim dergilerde yayımlanıyor. Dergilerde yayımlanması bir dikkati de beraberinde getirdi tabii: Yazdıklarımı daha ince bir süzgeçten geçirmeye başladım. Bu yüzden, “yazıyorum” diyebileceğim asıl zaman bu son on yıldır.
Uzayan Gölgeler kitabınızla ilgili Mustafa Kutlu’nun, özelde Babam Ölünce adlı öykünüz ve genelde öykücülüğünüz üzerine yazdığı yazıda da ifade ettiği gibi kitapta; yaşanılanlara rağmen yaşayabilmeyi mi anlattınız?
Uzayan Gölgeler ilk kitabım. Şimdi baktığımda, birkaç öykünün kurgusunun zayıf olduğunu düşünüyorum. Ama o kitaptaki öykülerde yaşadığım heyecanı daha sonra yaşamadım. İlk öykülerimi yazarken şelaleden dökülen su gibiydim. Bir sebep olsun yeter ki, kelimelerim akmaya daima hazırdı. Şimdi daha yavaşım. Yazdıklarımı durmadan eleştiriyorum. Yatağımı beğenmediğim oluyor ve acaba şu yöne mi aksaydım diye düşünüyorum zaman zaman. O kitaptaki öyküler çok hızlı ve büyük bir coşkuyla oluştu. Zihnimde yer etmiş hatıralar öykü yazmaya başladığımı duyunca çıkıp geldiler ve kendilerini hatırlattılar. Ben de onları kurgunun içine saklayıp anlattım, hayale yasladım bazen. Yani çoğu, yaşanmışlıklar üzerineydi. Bu yüzden hayatın içinden, hayatla iç içe bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yaşanılanlar ne kadar acı olursa olsun, insan yaşamaya devam edebilmişse geride kalanlar artık sevgiyle hatırlanan tatlı birer hatıradır.
Düğün Daveti kitabı, güncel bir meseleye dokunmakla başlıyor. Sanal dünyanın sahteliğinde kazanımlar mı kayıplar mı daha çoktur? Kitaptaki öykü üzerinden genişletir misiniz konuyu?
Sosyal medya, insanların birbiriyle -sanal da olsa- tanış olduğu ve bir araya geldiği büyük bir karnaval yeri adeta. Uzaktaki insanlarla rahatlıkla iletişim kuruyorsunuz, sohbet ediyorsunuz. Gelişmelerden çabucak haber alıyorsunuz. Yazarlara ulaşmanız hiç de zor değil. Herkes her yönüyle önünüzde. İnsanların olaylara yaklaşımını paylaşımlar üzerinden okuyabiliyorsunuz. Fakat bu gerçek bir okuma olmuyor: Sanal üzerinden olması, gerçekliğine zarar veriyormuş gibi geliyor bana. Bir de mahremiyetini bile, hiç tanımadığı insanlarla paylaşanlar var. Mahremiyet derken, kişisel sevinçleri, üzüntüleri, öfkeleri de sayabiliriz.
Anlık tepkiler, insanları yanlış tanımamıza ve anlamamıza sebep olabiliyor. Herkes konuşuyor fakat hiç kimse konuşmamış gibi etkisiz kalıyor sözler. İnsanı doğru anlamamıza ve değerlendirmemize en çok katkısı olan ses ve mimikler yok. Hasbihal etmeyi bıraktık, sanal biraz da bunu hızlandırdı galiba. Kalabalıklaştığımızı zannediyoruz, hâlbuki gittikçe yalnızlaşıyoruz. Sorun sadece doğru amaçlar için kullanıp kullanmadığımızla da ilgili değil sanırım. İnsan insandan kopuyor ve yabancılaşıyor. İnsan insanın iç çekişini duymaya, gözyaşını, gülümsemesini görmeye ihtiyaç duymuyor. Aslında kendi aynasından, görüntüsünden, kendisinden koparılıyor. Ben de sosyal medya kullanıyorum. Ama bu, sosyal medyayı eleştiremem anlamına gelmemeli. Samimi olmalıyız ve çağın bize sunduğu kolaylıkların neler getirdiğini ve neler götürdüğünü iyi görmeliyiz.
Düğün Daveti’nde dikkat çeken ikinci öyküye dair şunu diyebilir miyiz; fedakârlıklarımız bizi uhreviyete bürünmüş bir sabır abidesi gibi gösteriyor olabilir. Peki ya feda edilenler ile yüzleşen içsellik ne diyor bu duruma?
Düğün Daveti kitabımdaki öykülerin genelinde dışarıya içerden bir bakış var. İnsanı her yönüyle görmek zorundayız: İnsan iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış arasında gider gelir. Oradaki karakterde de bu var: Zorluklara sabrediyor fakat zihni ondan başka türlü davranmasını istiyor. Tereddüt duyuyor. Burada amacım onu insan yapmaktır. Karakterlerimi idealize etmeden yansıtmaktan yanayım. Çünkü insan kusurludur. Kusurlarıyla yansıtmak zorundayız. Pembe bir tablo çizmek, olmasını arzu ettiğimiz hale getirmek ve öyle anlatmak gerçeği değiştirmez. Bazen umulan bu değildir fakat yaşanan bu olmak zorundadır. Yazgı adlı öyküde de bahsettiğim durum var. Öykülerimde, bir yaraya parmak basmak, köşede bucakta kalmış bir acıyı, sevinci ortaya çıkarmak yazmamın sebeplerinden biridir. Bahsettiğiniz öyküde de fark edilmeyen karakterin fark edilmesi için onu işaret ettim.
Yazarken enerji ve zaman harcıyorum. Diğer taraftan okurun da enerjisini ve zamanını talep ediyorum. Yazdıklarım buna değmeli. Başka türlü hem benim açımdan hem de okur açısından vebal olur. Hüseyin Su’nun şu sözü benim için çok önemlidir: “Öykü yazarının kulağı kün emrine aşina olmalı.” Yazarken bunu gözardı etmemeye çalışırım. Diğer taraftan öykü karakterlerimin yorumlanmaya ve okurun zihninde yeni alanlar açmaya elverişli olmasını da sağlamaya çalışıyorum. Öykünün içinde yaşamı ve sanatı dengede tutmaya özen göstermek gerektiğine inanıyorum.
Islıkla Çağrılan bir diğer kitabınız. Kitap bir uzun öyküden oluşuyor. Öyküde, bir gencin ( Kadir) büyürken yaptığı gözlemleri ve sorgulamalarını konu almışsınız. Bir gencin bakış açısından yetişkinleri tahlil etmek sizin için nasıl bir serüvendi?
Mesleğim gereği sürekli çocuklarla beraberim. Değişim ortaokulun sonlarına doğru başlıyor. Aile kültüründen sokak kültürüne geçişin çocuk üzerinde bu kadar büyük değişimlere sebep olmasında elbette ailenin payı var. Bu geçişe okuldaki eğitimin olumlu yönde katkı sağladığını çok göremiyoruz. Ahlaki ve kültürel eğitim göz ardı ediliyor. Birden bire çocuğun saç kesimi, giyim tarzı, konuşması, iletişim biçimi değişmeye başlıyor. Değil uzaktaki dedesine, büyükannesine; evdeki annesine, babasına bile yabancılaşıyor.
Kendi kültürünü öğrenmeden büyüyorlar. Tuhaf, savruk, amaçsız, inceliklerden uzak bir kişilik ediniyorlar. Çok değişken bir gençlik var. Haklarında bir düşünceye varamıyorsunuz. Ele avuca sığmayan, bir duyguda, düşüncede karar kılamayan sürekli etki altında olan gençliğin içinden bir karakter seçip yazmak doğrusu kolay olmadı. Onun değişkenliği yazdıklarınıza doğru yansımak zorunda. Karakterim güncel, göz önünde. Bu, işimi daha da zorlaştırdı. Ayrıca böyle bir karakterin çevresindeki insanların tepkilerini de gerçekçi vermek de işin diğer zor kısmıydı.
Diğer taraftan toplumsal bir durumu ele alırken dikkatli olmalısınız. Bir insanın iç dünyasını değil sadece, sokağı, evi, okulu yazıyorsunuz. İç monolog olan bölümlerde daha rahattım yazarken. Psikolojik anlatımlarda her türlü damardan akabilirsiniz. Kimse buna itiraz edemez. Somut değildir çünkü. Dışarıda akan hayatı yazıyorsanız mantık hatası yapmaya hakkınız yoktur. Islıkla Çağrılan’ın kolaylığı da zorluğu da bugüne ait bir hikâye olması ile ilgiliydi.
Kitaplarınızda ‘ayna ‘ imgesini sıkça kullanmışsınız. Ayna tasavvufi bir bakış açısı olarak mı dâhil oldu eserlerinize?
İnsanın kendisiyle karşılaşmasını, yüzleşmesini çağrıştırıyor ayna. Diğer taraftan her şeyin zahiri olarak da var olmasını temsil ediyor. Aynaya baktığında insan ister istemez kendisiyle söyleşmeye başlıyor. Bana olur. Gözlerimi gözlerime bakarken yakalamışken ona sorular sorarım. Yüzümdeki ifade ile düşüncem arasında nasıl bir bağ olduğunu görmeye çalışırım. İçe bir çeşit bakıştır. Görüntü ise sabitlenmemiş bir fotoğraf gibidir; var ile yok arasında durur.
Kısa öykülerimde genelde insanın kendisiyle yüzleşmesi olarak vardır ayna. Düğün Daveti kitabımda Bilinçaltı ve Düğün Daveti öykülerim buna örnektir. Islıkla Çağrılan‘da ise zahiri bile olsa kendisini ailenin bir ferdi olarak görmek isteyen başkarakterin yalnızlığını anlatıyor. Ayna, öykülerimde bir imge olarak yer alıyor. Bu imge bazen içe yolculuk yapmayı, kendine yaklaşmayı, bazen de kendinden ve çevresinden kopmayı, uzaklaşmayı ifade ediyor.
‘Islıkla Çağrılan’ kitabınızda; Ailesinin kendisine ulaşamadığını düşündüğümüz bir başkarakterimiz var. Çocuklara ulaşmak çok mu zor sahiden?
Zor mu, bilmiyorum. Fakat bunun yollarını yanlış yöntemlerle, yanlış yerlerde arıyoruz sanırım. Kendimizi tanıdığımızda çocuğumuzu ve diğer insanları daha rahat anlayabiliriz. İletişim eksikliğinin insan hayatını nasıl çıkmaza sürüklediğini görüyoruz Islıkla Çağrılan’da. Yanlış iletişim için de aynı şey geçerli. Ebeveynler başarı istiyorlar. Çocuklarını yarışın en önünde görmek için durmadan koşturuyorlar. Bütün bu istekler doyurulmayı bekliyor ve bu durum ister istemez yıkıcı hırsların oluşmasına sebep oluyor. Ona, insan olmanın inceliklerini öğretme çabası içine girmiyorlar. Sonra da onu kötü çocuk olmakla suçluyorlar. Gittikçe koyulaşan ve ilişkiler arasına ağ ören, kişileri birbirinden uzaklaştıran bir karanlık büyüyor durmadan.
Şunu da söylemek zorunda hissediyorum: Kitap kimseyi idealize etmiyor ve kimseyi suçlamıyor. Kitap bir bütün olarak mesaj vermiyor. Karakterler hikâyede yer alarak kendi mesajını içeriyorlar. Karakterler ne kadarını söylüyor ve yaşıyorlarsa ben de o kadarını biliyorum. Okur kendi yorumuyla yazarın anlatmadığı boşlukları doldurabilir veya anlatılanları yorumlayabilir.
‘Islıkla Çağrılan’ kitabındaki anne-baba açısından düşünecek olursak; ebeveyn olarak korkuyor muyuz çocuklara hatalarımızı itiraf etmekten? Çocuğun gözündeki konumunu sarsılması endişesi midir bu?
Islıkla Çağrılan‘da herkes kendince haklı ve herkes oluşan olumsuzluklarda pay sahibi. Ama az ama çok. Gerçek yaşamda da böyle değil midir? Bir olayı veya durumu kurgularken şunu düşünürüm: Yaprağın rüzgârda salınışı bile hikâyeye katkı sağlamalı. Tek bir sözcük boşuna olmamalı. Bunun yanında bazı eksikler bulunmalı fakat hikâye bir bütün olarak ona cevap vermeli. Okurun sezgilerine ve yorumuna bırakılmalı bazı şeyler. Okura her şeyi söylememekten yanayım. Olup bitenlerin farkında olmamız için, bir tepeye oturup kendimizi seyretmeyi teklif ettim. Islıkla Çağrılan‘da yapılan tam olarak budur. Sorduğunuz durum, öyküde başını uzatıp kendini gösteriyor ve size bu soruyu sorduruyor. Hiç kimsenin yaşadığı bir diğerinin yaşadığıyla tıpa tıp benzer değildir. Öykü kendi içinde sorduğunuz sorunun cevabını aramalı. Diğer her bireyin yaşadığı da kendi hayat hikâyesi içinde cevap aramalıdır. Bu öykü belki sizin sorduğunuz soruları okurun kendisine sormasını sağlayacaktır. Belki yazarın yapmak istediği sadece budur.
Baba faktörünün erkek çocuk rol modelindeki önemi gözden kaçıyor mu günümüz aile hukukunda?
Ortada birtakım sorunlar var. Bu sorunlar hem, özelde; annenin, babanın, öğretmenlerin, genelde toplumun tutumundan hem de çocuktan kaynaklanıyor. Belki de bütün bu saydığımız bireylerin bakış açısını şekillendiren, neredeyse kemikleşmiş toplumsal bakışımızdaki hatalardır. Maneviyattan uzaklaşmak ve maddenin insanı bir eşyaya dönüştüren ucuzlaştırma etkisinden kurtulamamak hatta kurtulmayı istememek hepimizi birer robota dönüştürüyor. Kendimize ve etrafımızdakilere karşı robotlaşmak denilebilir belki. Bu hikâyede bir erkek çocuk var ve bir bakıma yaşayan babasından yoksun. Aynı evde olmak birlikte yaşamak anlamına gelmiyor her zaman. Bakmak, ‘görmeyi sağlar’ denemez. Buradaki baba-oğul ilişkisi için de benzer şeyler söylenebilir.
Kız çocuk olsa belki başka türlü anlatılırdı. Ya da benzer bir tablo ortaya çıkardı. Bu Kadir’in hikâyesi. Bir başkasında şartlar ne olurdu, çocuk babası ile ilgili nasıl bir beklenti içine girerdi, bilemiyoruz.
Doğru çocuk, iyi çocuk notlarından mı belli olmalı sorgulamasını izliyoruz hikâyenin kurgusunda ve yanlışlar üzerinden doğruya çağrışım yapmışsınız. Çocuğun aileye ulaşması imkânsız mıdır?
Orada bir imkânsızlık yok aslında. Sorgulama var. Ama sonuca ulaşacak kadar derin değil ve kısa sürüyor. Hesaplaşmalar çözümün özüne yönelik değil. Gerçek yaşamda da bunun örnekleriyle çok sık karşılaşırız: Enine boyuna sorgulamaktan kaçınırız, iç konuşmalarımızda bile kendi tarafımızı tuttuğumuzdan, her birimiz kendince haklı olur ve bu yüzden sorunlar çözülemez.
Kitabı yazmaya başlamadan önce karakterlerimi aylarca düşündüm. Belki altı veya yedi ay sadece bunu yaptım. Kadir nasıl biri ve ne istiyor? Onu neden yazmalıyım? Kadir’in etrafındakiler kimler, nasıl insanlar, ne istiyorlar? Hepsine birlikte baktığımda ne görüyorum? Onları nasıl anlatmalıyım? Parçalar bu süreçte zihnimde sürekli gezdi. Kendi hikâyesini aradı. Birleşmenin bir yolunu bulunca çok hızlı ortaya çıktı. Onu yazmak ise sadece iki buçuk ayımı aldı. Yazdıktan sonra dört yıla yakın beklettim. Hikâyeden uzaklaşarak onu görmeye çalıştım. Yazdığınız şey bütün duygusuyla henüz içinizdeyse ona kör bakıyorsunuz. Yaptığınızın ne olduğunu görmekte zorlanıyorsunuz. Bu süreçte hikâyede ara ara küçük değişiklikler yaptım. Kadir akranlarına çok benziyor ve aslında hiç benzemiyor. Ailesine ulaşması, onlarla bütünleşmesi hem zor hem çok kolay. Bütün bunlar kahramanın seçimleriyle ilgili.
-Emine Batar gelecek projelerinde yine bizi mi anlatacak, yoksa farklı deneyimlerle mi okuyucuyla buluşmayı planlıyor?
Yazarken daha çok kendi içime yolculuk yapıyorum. İçimde gizli olan ‘ben’i bulmaya, tanımaya çalışıyorum. Her insan bir âlemdir. Kendimizi tam olarak bulup tanımak büyük bir keşiftir. Yazı benim için böyle bir yolculuk diyebilirim. Kendi konuşma biçimimi yazıyla oluşturuyorum. Yazarken farklı dil ve tekniklerden faydalanmayı ve kendimi tekrar etmeden yoluma devam etmeyi umuyorum. Her çıkan kitabım öncekilerden bir yönüyle farklı olsun istiyorum. Anlattığım şeyin kaderi, nasıl anlattığıma bağlı olduğu için nasıl anlattığım, ne anlattığımdan daha önemli. Elimde tamamlanmış ve yarım dosyalarım var fakat kitap haline gelmemiş, henüz okurun eli, gözü değmemiş bir dosyanın içeriğinden bahsetmeyi doğru bulmuyorum. Her kitapta farklı bir yolla, insana ait olanı anlatabilmeyi ve her yazdığımın öncekinden daha iyi olmasını umuyorum.
Röportaj: M. Dilek Erdem
İZDİHAM