23 Şubat 2025

M. Safa Karagöz, Amerika Günlükleri

ile onurkorkmaz

Bir zamanlar, “Tüm büyük hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir adam bir yolculuğa çıkar ya da bir yabancı şehre gelir,” diye bir söz duymuştum. Tolstoy’a ait diye deniyordu. Elbette ki bu tamamen bir uydurma, bol olmasa da bir keseden sallamaydı. Tolstoy’un böyle bir şey söylediğini sanmıyorum. Ama önemli mi? Gökyüzünde hiç duymadığın cümle yoktur, değil mi?


Seyahat etmeyi ve laboratuvarda vakit geçirmeyi seven biri olarak, bu cümleyi sorgusuz sualsiz benimsedim. Aslında, seyahat etmek ve laboratuvarda çalışmaktan başka bir seçeneğim olmadığı için bu, sınanmış bir sevi sayılmaz. Ama bu durumdan rahatsızlık duyduğumu da söyleyemem. Belki de bütün o bir yerden başka bir yere gitmelerim ve her gittiğim yerde kök salma isteğim, bunu sevmemle açıklanabilir. Maziye dalmayınca, hep güzel hatıralar suyun üstünde kalır ya… Hem gezmek hem de kök salmak çelişkili görünebilir, ama belki de seyahat etmenin ardında sadece bir yerden başka bir yere gitmek değil, kendini arama isteği de var. Her yeni yer, beni eskiye, köklerime geri götürüyor. Bunu anlamam zaman aldı. Her yolculuk, bana yeni bir yabancılık duygusu sundu. Ama belki de amaç, kaybolarak kendini bulmaktı—daha önce hiç keşfetmediğim bir benliği tanımaktı. Her taşındığımda, ‘Evet, harika bir deneyim!’ derken, bir sonraki ‘Yeni başlangıçlar!’ hevesiyle başka bir yolculuğa çıkıyorum. Her gittiğim yer bana yeni dostlar, yeni sofralar ve bolca anı bırakıyor. Ancak her vedada, bir parçamı da geride bıraktığımı hissediyorum. Sanki her yolculuk, beni biraz daha parçalıyor ve yeniden birleştiriyor. Veda etmek zor olsa da, hayatın özü şu: İnsan bir yere gider… ya da gitmeye çalışır, ama aslında hiçbir yere gidemez.

Sonsuz yolculuklar arasında, her adımım bana yeni bir yabancılık getirirken, bir yanda kök salmak isteği, diğer yanda varış noktasının bir yalan olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Yeni bir yere vardığımda, oranın sesini, kokusunu, insanlarını anlamadan çevreye karışmayı anlamsız bulurum. Önce gözlem, sonra dahil olma… çünkü bir yere ait hissetmek, oranın dinamiklerini çözmeden mümkün değil. Yaklaşık bir buçuk yıldır şu koduğumun yerindeyim ve biraz sövmem… ya da neyse gözlemlerimi yazmam gerekiyor diyelim. Çünkü her gün aynı şeyleri anlatmaktan, milletin başının etini yemekten sıkıldım. Biraz da sizin kafanızı ütüleyeyim, niye yapmayayım ki? Beyin yapısı gereği, kıvrımlıdır. Biz buna kırışıktır da diyebilmeliyiz.

Almanya’da veda turlarımı tamamladım: Son bardakların camında buğulanan anılar, son sigaranın dumanında kaybolan vedalar, son demlerin ağır aksak akışında veda turları… Ayaklarımı mı sürüyorum ne? Frankfurt’tan uçağa atladım. On saatlik uçuş. Kafam patlıyor. Yıl olmuş 2023, hâlâ uçakta sigara içmek yasak. Bir yandan Mars’a koloni kurmaya çalışılıyor ama nikotin bağımlılarına hayatı çekilebilir kılma inceliği gösterilmiyor!


Bir keresinde Lizbon’a beş saatlik uçuş sonrası indiğimde, cebimden sigaramı çıkarıp yakacakken güvenlik tuttu:
— “Bizi uçurmak mı istiyorsun?”
Meğer havalimanının dışına çıktığımı sanıyormuşum.
İşte bu anıyı hatırlayarak, düşünme yetimi kaybetmiş şekilde uçağa bindim. Uçuş boyunca lisanlar birbirine karışıyor, bir şeyler yazmaya çalışıyorum ama beyin iflas etmiş. Sonunda Amerika’ya vardım.
Ve işte, bir yolculuk daha sona erdi ya da belki de asıl yolculuk şimdi başladı: Doktora sonrası araştırma dünyasına hoş geldiniz… Sanki başka bir yerde yapılmazmış gibi, Amerika’dan bir fırsat çıktı, ben de değerlendirdim. Bilim ve kariyer için yola çıktım sanıyordum. Meğer varış noktam; hayalleri öğüten, umutları distopik bir harabeye çeviren bir diyaraymış.


Havalimanının çıkış kapısı bir kurtuluş gibi görünüyordu, ama her adımda uzaklaşıyordu. Güvenlik görevlileri ise meşhur soruyu sormadan duramıyordu:
— “Türkiye mi? O saç ekimi memleketi! Gerçekten mi, siz de mi…?”
İçimden:
— “Aga, yol ver, bir sigara içeyim, sonra goygoy bizde.”
Ve sonunda… sonunda o an geldi: Havalimanından çıktım. 10 dakikalık yolculuk asır gibi muasır gibi uzadı. Yol bitmek bilmiyordu, her köşe başı yeni bir engel. Alabildim de valizimi, çıkış kapısına vardım, valizimle dışarı attım kendimi.


Hani bir havalimanından çıkınca sigara dumanı buram buram karşılar ya… İşte o yoktu burada. Çünkü Amerika’da sigara içmek neredeyse terör suçu. Üniversitelerde, hastanelerde, parklarda, açık hava alanlarında bile yasak! “Özgürlükler Ülkesi” dedikleri yerde, özgürlük yalnızca mikrodalgada donmuş pizza ısıtmakmış meğer. Veya dış gözle bakıldığında yiyip yiyip sıçamama özgürlüğü de olabilir. Ağzımı bozmayacağım.

Modern dünyada, özgürlüğün şekli bir mikrodalgada donmuş pizzadan ibaretken, bizler hala ‘başka bir yerde’ olmayı hayal ediyoruz. Evet, aslında bu ülke hakkında çok şey bilmiyordum. Aslında herkes her şeyi biliyor ve ben hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissettim. Yürüme mesafesi diye bir şeyin lugatta olmadığı bu yerde, taksiyle gece eve geldim. Dışarı çıkıp sigaramı içip güzel bir uyku çektikten sonra sabah en yakın marketi bulayım dedim, bir şeyler alayım. Kendi kendime söyleniyorum sigaramı içerken. Sonra mekân keşfi yapıp üç dört gün içinde işe başlarım.


En yakın market iki mil diyor. “Sensin lan mil.” Hayatımda hiç araba kullanmamış biri olarak, arabasız yaşamanın imkânsız olduğu gerçeği, özgürlüğün göreceli olduğu gerçeğinden sonra yüzüme çarpıldı. Neyse, “Mil filan yürürüz aga, işimiz ne?” dedim. Yürümeye başladım. Üç şeritli yolların gürültüsü kulaklarımı doldururken, kaldırım aniden kayboldu—sanki insana dair son hatıra da asfaltın ziftleriyle kaplanmıştı. Burası büyük ülkenin büyük başkenti, yanlış anladınız. Yanlış anlamayın.
Aslında yabancı bir yere gidince ilk iş ikamet alınır. “O resmi işlere filan bakayım,” dedim. Zira ikamet olmayınca Almanya’da hiçbir şey yapılamıyor; ne banka hesabı açılabiliyor ne de işe başlanabiliyor. “İkamet?” dedim, herkes bana tren muamelesi yaptı. Meğer burada kimlik, motorlu taşıtlar dairesinden alınıyormuş—yani bizdeki nüfus dairesi veya yabancılar dairesi gibi bir yerden değil. Ülkede motorlu taşıt olmak, insan olmaktan daha önemliymiş. Kaldırımın bitmesi beni uyarmaya çalışmış olsa da bu bilgi olayı resmiyete bindirdi.


Aslında eğitimim, bana modernitenin insanı odak noktasına koymak olduğunu söylüyordu. Fakat burada insan odak noktasında değil miydi? İlk günlerimde buranın gerçekten modern olup olmadığını anlamaya çalıştım. Modernizmin zirvesine tırmanırken, bir yandan kendimizi kaybetmek, en çelişkili yolculuğumuz haline geliyor. Zamanla anladım ki modernite yalnızca binaların yüksekliğiyle değil, insana biçilen yerle de ölçülüyor. Fakat sonraları, moderniteden çok daha büyük sorunlarının olduğunu keşfedecektim. Ayrıca yazacağım bunları.


Eğitimim demişken… Araştırmalara başladım ve araştırma aslında eğitimle iç içedir; yani hem eğitip hem öğrenmektir araştırma. Doktora yaparken Almanya’da lisans ve master öğrencilerim olmuştu, onlara deneyimlerimi aktararak bilimsel düşünme süreçlerine katkıda bulunmuştum. Şimdi ise burada doktora öğrencileriyle çalışma fırsatım olacaktı; akademik hiyerarşi, beklentiler ve araştırma kültürü açısından farklı bir ortamda bulunuyordum.

Ancak eğitim sistemindeki bazı farklılıklar dikkatimi çekiyordu. Burada, eğitim sadece bir hak değil, satın alınması gereken pahalı bir ayrıcalıktı —öyle ki, neredeyse bir ev parası harcamak gerekiyordu. Bu durumu çevreme sorduğumda kimse yadırgamıyordu; aksine, bunu doğal bir düzen olarak kabul ediyorlardı. Oysa aklımda başka bir soru beliriyordu: Eğitimi bu kadar pahalı hale getirerek onu bir hak olmaktan çıkaran bir sistem, bilimin özgürlüğünü nasıl sürdürebilir ki?


Nitekim zamanla fark ettim ki bu düzen, yalnızca eğitimi değil, bilimin kendisini de bir şirket mantığına indirgiyordu. Bilim insanları, akademik üretkenlikleriyle ölçülüp, verimsiz bulunanlar birer fazlalık gibi işten çıkarılıyordu Bir zamanlar, bilimin üretimi bir hak olarak kabul edilirken, şimdi piyasanın rüzgarına teslim olmuştu. Bilim, kendini nesneleştiren bir dünyada artık bir lüks haline gelmişti. Belki de sorun, ‘sarı öküzü’ çoktan vermiş olmamızdı—önce eğitimi metalaştırarak, sonra da bilimi bir işletme stratejisine dönüştürerek. Ve şimdi, modernliğini sorguladığım bu düzen, aslında bir bilim felsefesine dahi sahip değilmiş gibi görünüyordu.


Dediğim gibi, ben çevre yapmayı seven biriyim. Hemen yabancı araştırmacılarla bir araya gelmek istedim. Bir de baktım, resmi olarak Facebook gruplarını öneriyorlar. Facebook mu? Evet, hatta alışveriş ve her şey için Facebook kullanılıyor ülkede. Dedim, “Bu mu?” Sokak röportajlarında ekonomiye isyan edip gençlere ‘Çıkar telefonunu!’ diye meydan okuyan, kalın enine çizgili tişörtü sırtına yapışmış, ön cebinde kaderine terk edilmiş bir tarak, Tekel 2000’in ağırlığıyla eğilmiş bir paket, ve desteden kopmuş yapayalnız bir 20 TL taşıyan o efsanevi dayılar mı ki Facebook kullanıyor bunlar? Neyse, başladıktan iki hafta sonra bu grupla buluşma fırsatım oldu ve sonunda insan ile buluşmanın mutluluğu vardı.


Tabii, “Çalışma grubundakiler nasıl?” diye sorulur. Zira bizde grubumuza biri gelse, ona yardımcı olur, gezdirir, yedirir, içiririz. Sonuçta yabancı yerden gelir, yavaş yavaş alıştırırız. Burada bu olay böyle değildi. Almanya’daki grubum ise aile ortamıydı. Burada, aileyi geçtim, insaniyet kırıntıları bana yeterdi ama nafile. Sonuçta, yolculukların sonu yok. Her vardığım yerde, bir önceki yerin eksikliği beni takip ediyor. Sanki her adımımda, bir parçamı geride bırakıyorum ve yeni bir benliği keşfediyorum. Ve belki de gerçek yolculuk, sadece bir yerden başka bir yere gitmek değil, gittiğimiz her yerde kendimize yabancılaşarak, yeniden var olmaktır. Modernite, özgürlüğün maskesini taksa da, aslında her adımda biraz daha bağlanmışlık hissi sunuyor bize. Belki de özgürlük, her şeye rağmen bu bağların içinde sıkışmakta. Modernitenin gölgesinde, özgürlük illüzyonu ve yabancılıkla yüzleşmek arasında savrulurken, bu yolculuk nasıl devam edecek, zaman gösterecek.



Musatafa Safa Karagöz
İZDİHAM