M. Safa Karagöz, Amerika Günlükleri II
Amerika denince aklıma ilk gelen, parıltısıyla siyah güneş gözlüklerinin altında bile gözleri kamaştıran fast food zincirlerinin cazibesi olur. Bu parıltı sadece gözlerimi değil, çocukluk hayallerimi de aydınlatıyordu. Her lokmada, geleceğe dair umutlarım saklıydı. Çocukluk günlerimde, bu gibi yerlere gitmek için büyük bir iştahla beklerdim ve beni götürürlerdi de! O altın rengi logoların altında, hayatın sonsuz olasılıklarına dair saf bir inanç vardı. Zamanla, bu masum çocukluk merakının modern dünyanın hem bir yansıması hem de yanılsaması olduğunu anlamak zorunda kaldım.
Yaşam tarzım değiştikçe, yemek seçimlerim de değişti; ancak insan geçmişinden tam olarak sıyrılabilir mi? Bazen gece yarısı içimdeki anlamlandıramadığım bir boşlukla bu zincir restoranların kapısından içeri adım attığımda, çocukluğumun silik yankıları kulaklarımda çınlar. Bu gerçekten bir özlem mi, yoksa yalnızca bir yanılsama mı? Belki de geçmişin hatırası, bugünün tekinsizliğinden kaçmak için ürettiğimiz bir illüzyondan ibarettir. Anılarımıza anlam yükleyen biziz, ama ya aslında o anlam hiç var olmadıysa?
Gece yarısı evde huzursuzca dolandım. Zamanın içinde sıkışıp kalmış gibiydim; hiçbir şey ilerlemiyor, ama her şey üzerime doğru çöküyordu. İçimde, kaynağını bilmediğim bir ağırlık vardı—belki yitip giden yılların, belki de içinde yaşadığım boş zamanın ağırlığı. Düşüncelerimden kaçmak istercesine kendimi sokaklara attım. Soğuk asfaltın altında eski anıların sıcaklığına sığınıyordum. Gidecek belirli bir yerim yoktu; ama mesele, varılacak bir yerin olup olmaması değildi. Ayaklarım, içimdeki puslu labirentte bir çıkış yolu arar gibi sürükleniyordu.

Sonra o tanıdık ışık gözüme çarptı, çocukluk günlerimin unutulmuş köşelerini aydınlatan bir hüzme gibiydi. Oraya varmayı ben mi seçmiştim, yoksa kaçınılmaz olarak oraya mı sürüklenmiştim? Belki de tüm yollar, en başından beri aynı hayal kırıklığına çıkıyordu. İçeri adımımı attığımda bir şey fark ettim: Bu ülke, hayal kırıklığını bir sanat gibi işliyor. Burada umutlar, açmadan çürüyor; insanlar, hayallerini gerçekleştirme şansını bile bulamadan, onların içinin nasıl boşaltıldığını izliyor.
Mekan, bir film setini andırıyordu—ucuz bir distopya gibi. Masalar boş, içeride kimse yok; sadece sessizce oturan evsizler ve arabalarıyla gelip yiyeceklerini hızla kapıp giden müşteriler. İnsan etkileşimini en aza indirgemek için tasarlanmış sipariş ekranları her köşede asılıydı, insana gerek duymayan bir düzenin sessiz gözetmenleri gibi. Birine yaklaştım, ekran sordu: “Ne istersiniz?” İçimden yanıtladım: Biraz insan sıcaklığı, biraz samimiyet… Ama menüde yok sanırım.
O an anladım ki, yalnızlık bir menüde yer bulamaz. Yalnızlık, menünün kendisiydi. Gece yarısı buraya gelişimdi. Ekran, “Lütfen seçim yapın,” diye ısrar etti. Hamburger ve yalnızlık, dedim. Ekran, düşünmeden yanıtladı: “Bu seçeneği bulamıyoruz.” Yalnızlık menüde yer bulamaz çünkü her siparişin yanına bedava eklenir—bir Amerikan zarafeti. Yalnızlık, burada satılan bir şey değil, mekânın değişmez sosuydu. Sipariş ettiğin her şeyin üzerine sessizce dökülen, fark etmeden yediğin, midende hafif bir ağırlık yapan görünmez bir malzeme.
Birbirimizi anlamaya çalışmadan, yemekleri hızla tükettikçe insanlığımızdan uzaklaşıyoruz; belki de bu yüzden yalnızız. Fakat bu korkulara rağmen, havadan sudan konuşma ritüeli sürüp gidiyor: “Havalar nasıl?” “Günün nasıl geçti?” “Yağmur yağacakmış…” Bu cümleler, evrensel dengeyi bozmayacak şekilde söyleniyor sanki. Burada, insanların birbirinden kaçışı, modern toplumun en büyük paradokslarından biri haline gelmiş. Bir yanda teknolojik ilerleme ve konfor, diğer yanda derin bir yalnızlık ve yabancılaşma. Fast food zincirleri sadece yemek değil, insan olmanın da hızlandırılmış bir versiyonu gibi. Modern toplumun hızlı ve pratik yaşamı, içsel derinliklerimizi kaybetmemize neden oluyor.
İnsan ilişkileri de tıpkı fast food gibi—hızlı ve doyumsuz. İnsanlar birlikte yemek yemiyor, birbirlerinden korkuyor! Bir araya gelmeyi reddeden insan, aslında kendisiyle yüzleşmekten kaçan bir varlık mı olur? Fast food, sadece midemizi değil, ruhumuzu da doyuruyor gibi görünse de, aslında bizi aç bırakıyor. Her şey hızla tüketiliyor; ancak biz, bir arada olmanın korkusuyla, birbirimizi tüketiyoruz. Zincirler, sadece restoranlarda değil, modern dünyanın her köşesinde var. Birbirimize bağlandıkça, bir arada olmaktan korkar hale geldik.
Zincirler, özgürlüğün değil, yalnızlığın bahçesinde meyve verir. Belki de özgürlük, taşınması imkansız bir yük ve bu yüzden insanlar, yalnızlığın huzursuz konforunu tercih ediyor; çünkü tek kişilik bir hapis, bazen kalabalıkların kör kuyusundan daha cazip bir kaçış olabilir. Bir şairin dediği gibi: “Ben tek başımaydım, onlar ise yalnızdı.”
Oradan çıkıp metroya doğru ilerlerken, burnuma keskin bir koku çarpıyor: Kenevir. Her yer adeta bir ganja tarlası gibi kokuyor! Ama kimsenin elinde sigara yok. Sigara, burada bir terör ekipmanı gibi görülüyor. Mars’a koloni kurarken, burada bir sigara içmek, Mars’ta oksijen bulmaktan daha zor ama kenevir içmek serbest, hatta özendiriliyor. Hayatım boyunca sigara içip kafayı yiyen birine rastlamadım, ama burada kenevir içerek araba sürenlerin sağlık durumları hakkında ciddi şüphelerim var. Hatta, hayatta kalıp kalamayacakları konusunda da…

Kampüse vardığımda, Türkiye’deki kampüslerin güvenliği aklıma geliyor. Almanya’da üniversiteler şehirle iç içe, herkes kampüs alanına rahatça girip çıkabiliyor. Burada ise kampüs, adeta bir askeri üs gibi izole. Girişteki büyük tabela “Yanınıza silah almayın” diyor; bu uyarıya uyup silahını bırakan var mıdır, diye düşünmeden edemiyorum. Güvenlik önlemleri, bilim kurgu filmlerindeki o soğuk ve duygusuz gözetim hissini uyandırıyor. Foucault’nun burada olsaydı, bu kampüsü kesinlikle bir panoptikon örneği olarak değerlendirirdi. Güvenlik kontrolleri, yalnızca fiziksel tehditleri bertaraf etmiyor; aynı zamanda düşünce özgürlüğümüzü de görünmez zincirlerle kuşatıyor. İçimizdeki en derin korkular, bu koruma vaadiyle besleniyor, büyüyor. Belki de asıl tehdit, dışarıdaki silahların soğukluğunda değil, içimizde büyüyen o tarifsiz korkularda saklıdır. Geçmişte silahların gücüyle krallığın pençesinden kurtulmuş bu topraklar, şimdi özgürlüğü silahla özdeşleştiriyor. Bu silahlanma tutkusu, tarihsel bir korkunun mu ürünü? Ancak insan merak etmeden duramıyor: Acaba bu silahlanma tutkusu, birkaç yüzyıl önce eşkıyalıkla yerellerden gasp ettikleri toprakların tekrar ellerinden alınacağı korkusuyla mı körükleniyor? Tesla kisvesi altında doğan görünümlü ‘şahin’ politikalar…
Laboratuvar ortamı ise bambaşka bir hikâye. Almanya’da öğle yemeklerinde hep birlikte oturur, kahvemizi içer, bilimsel ve felsefi sohbetler yapardık. Burada ise herkes ya masasında tek başına yiyor ya da kulaklık takıp ekranına gömülmüş şekilde yemeğini bitiriyor. Sosyal etkileşim? Sıfır. Entelektüel sohbet? Hayal bile değil! Belki de bugün, en derin sohbetlerimiz, birbirimize ne kadar uzaklaştığımızı kabul etmekle başlar. Geçen gün Adorno’nun “Kritik der Aufklärung” üzerine ne düşündüğünü sordum; teknolojik gelişmelerin sıkıntısını, çağımızın varoluşsal krizini tartışmak istedim. Boş bakışlar… Halbuki Super Bowl’daki şovlar, takımlar ya da popüler kültür bataklığından bir şeyler söyleseydim, benimle saatlerce konuşurdu. Neyse ki enstitüde bir Manchester United taraftarı vardı. Futbola “soccer” diyen ülkede, onunla maksimum iki-üç cümle maç muhabbeti yapabiliyorduk.
Bilim, bir zamanlar insanlığın ortak arayışıydı. Şimdi ise, birer makine gibi çalışan bireylerin yalnız başına yürüttüğü bir sürece dönüştü. Laboratuvarlar, artık fikirlerin değil, verilerin üretildiği yerler haline geldi. Entelektüel sohbetler, yerini sessiz ekranlara bıraktı. Belki de bu, modern bilimin en büyük çelişkisi: İnsanlığı anlamak için çabalarken, insan olmaktan uzaklaşmak. Adorno’nun dediği gibi, “Aydınlanma, kendi mitine dönüştü.” Bizler, aydınlanmanın çocukları olarak, karanlığa düşmüş gibiyiz.
Gece hayatı ve yemek kültürü ise medeniyetin, huzurun ve eğlencenin en önemli göstergelerinden biri. Türkiye’de lisans yıllarımda Kadıköy’de sabahlarken midye dolma gömerdik, kokoreçle geceyi taçlandırır, sabahın ilk ışıklarında çay ve simitle ritüeli tamamlardık. Almanya’da doktora yaptığım şehirde bile gece üçte, dörtte çorba bulmak mümkündü. Peki, bu koca ülkede, başkentte gece hayatı nasıl? En geç kapanan restoran hafta sonu gece ikiye kadar açık. Fast food zincirleri hariç tabii ki.
Metrodan çıkar çıkmaz keskin bir sınır çizgisi beliriyor: Bir tarafta şehrin en parlak yüzü, diğer tarafta en karanlık köşesi. Bir yanda devasa bir stadyum: ışıl ışıl, modern, gösterişli… Ama birkaç adım ötede, hayatın başka bir yüzü başlıyor. Betonun soğuk yüzüne yaslanmış, battaniyelere sarınmış insanlar. Kimi sessizce yere bakıyor, kimi bağırıyor, kimi içki şişesine sarılmış uyuyor. Zenginliğin hemen yanında yoksulluğun en çıplak hali. Açlık, soğuk ve unutulmuşluk…
Sanki başka bir dünyanın kalıntıları gibi. İnsan burada kaçınılmaz bir soruyla karşı karşıya kalıyor: Aynı kaldırım üzerinde bu kadar farklı hayat nasıl yan yana durabiliyor? Ve biz, bu manzaranın neresindeyiz? Tam bu sınırda, kırmızı fenerlerin aydınlattığı bir geçit beliriyor: Çin Mahallesi’nin giriş kapısı. İçeri adım attığınızda şehir bir anda değişiyor. Geceyi aydınlatan neon tabelaların altında, geç saate rağmen açık restoranlar sıralanıyor. Buharları tüten noodle kaseleri, wok tavasında yükselen alevler…
Ve sonra polisler. Ama bildiğimiz anlamda değil. Oradalar ama yok gibiler. Kavga edenlere, sokakta yatanlara, sarhoş naralar atanlara hiçbir şey demiyorlar. Sanki sadece dekoratif bir unsur olarak varlar, maket polisler gibi. Ama işin tuhaf yanı, metrekare başına düşen polis sayısı az olduğu için, varlıkları da gölgeleri gibi büyüyor. Sessiz güçleri daha da ürkütücü hale geliyor. Her an müdahale edebileceklerini bilmek, ama etmeyeceklerini görmek… İşte asıl huzursuzluk burada başlıyor. Ne tam bir kaos ne tam bir düzen. Her şey birbirine çarpmaya hazır ama çarpışmıyor. Düşmek üzere olan bir domino dizisi gibi; sanki bir anlığına dokunsam, her şey yıkılacak ama yine de ayakta kalıyor. Denge değil bu, çökmekte olan bir şeyin inatçı bekleyişi. Gecenin içinde insanlar sürükleniyor, sesler yükseliyor, lambalar yanıp sönüyor. Ve ben, elimde geç kalmış bir akşam yemeğiyle bu manzaranın içinde yürümeye devam ediyorum. Zihnimdeki girdap, beni geçmişin ve geleceğin arasında sıkışmış bir halde tutarken, ayaklarım adeta kendi yolunu bulmaya çalışıyordu. Bütün bu sahnenin bir parçası olup olmadığımı bilmeden, kendi varlığımın da bir fon sesi gibi kaybolduğunu hissederek, her adımda, hem kendimden hem de başkalarından biraz daha uzaklaşıyordum.
Gece sokak lezzetleri, sadece açlığı bastırmakla kalmaz, aynı zamanda huzurun bir göstergesidir. Türkiye’de en huzursuz olunan dönemlere bakın; eğer bir yerde iç savaş çıkmıyorsa, o yerde gece sokak lezzetleri vardır! Ancak burada, insanlar geceyi geçtim dışarıda yemek yemiyor; yani restoranın içinde yemek yemiyorlar!
Sokakta yürürken aniden durdum. Kendi iç sesim, bilgece bir fısıltıyla yankılandı zihnimde: ‘Hangi yöne gidiyorsun?’ Bu soru, varoluşun temel arayışını simgeler gibi, içimde yankılanıyordu. Kendime gülümsedim; aslında aradığım şey bir lokma huzurdu. İç sesim tekrar konuştu: “Evinde bulamadığın huzur mu?” Derin bir nefes aldım, cevaplar içimde yankılanıyordu: İnsan, yalnızken eksik kalırdı. Birlikte paylaşmak, varlığın özüdür.
Bütün bu gözlemler ışığında artık anlıyorum ki, medeniyet şehirleşmeye; şehirleşme ise güvenliğe ihtiyaç duyar. Ancak burada, herkesin silah taşıma hakkı olduğu bir ortamda, toplum olma kavramı sekteye uğruyor. İnsanlar birbirinden korkuyor ve bu korkularıyla birlikte var olmaya çalışıyor. Bu, aslında bizim en büyük problemimiz. Kendini insan gibi hissetmek için, önce diğer insanla birlikte olman gerekir!

Mustafa Safa Karagöz
İZDİHAM