Pesimist bir haleti ruhiyenin cenderesinde gece yarısından sonra yatağımdan kalkıp bir umuda tutunarak gittim lavaboya. Umut holde bile rahat bırakmadı peşimi. ‘Rahat bırak beni!’ dedim, ‘hadi oradan!’ dedi. Kendimize bile söz geçiremediğimiz bir evrende bu neyin artisliğiydi yaptıklarımız… Artistlik iyidir ama biz sadece artislik yapıyoruz.
Galiba nefes alıp verdikçe umut ediyor insan. Umut edemeyecek kadar yitikleşen birinin intiharını anlayabiliyorum artık. Bizim köyde biri vefat edince dünyada denesi (tanesi) kalmamış derler. Ben de umudun kalmadığı anda ölümün bizi almaya geldiğini düşünüyorum. Yurdum insanı umut fakirin ekmeğidir der. Bu da tane, umut ve ölümü sentezleyiverir.
Hırsların ve dünyalık hükümranlığın sonu gelmez arzularıyla tabiatı, hayvanları ve insanları pres makinesinden geçiren, lime lime eden vahşeti ile İkinci Dünya Savaşı Virginia Woolf’u, Hemingvay’i, Zweig’ı da sürükledi arkasından. Ve daha nicelerini… O vakitler anlamsızdı belki. Anlam zamanla gösterdi kendini. İntihar en derin metafordur. Adı konulmaz bir hayal kırıklığı ile devrimin yok ettiği asil ruhları; Sergey Yesenin’i, Mayakovski’yi de anlayabiliyorum. Yesenin’in siyah beyaz fotoğraftaki yüzü çok güzel, ay gibi parlıyor hâlâ. Retrica ile o estetiği yakalayamadığımız anlar var şimdi. (Otuz kere tekrar ediyoruz, “Offf yaa! Bu da olmadı canım bi’ daha çeker misin?” O da bıkmadan usanmadan çekiyor hani! Enteresan.)
Lavaboya doğru eğiliyorum, midem berbat durumda. Ve dayanılmaz baş ağrısı. Halep’i, Bağdat’ı vuran F 16’ların geçiş güzergâhı beynimin içi. Başımı duvarlara vura vura kesmeyi planlıyorum bu ağrıyı. Hemen sonra Nemrut geliyor aklıma. Burnundan giren sineğin Nemrut’un beyninde hareket ettikçe, başındaki paranormal zonklamayı hizmetçilerine tokmakla kafasına vurdura vurdura rahatlamaya çalışan ve bir süre sonra öylece ölüp giden zavallı Nemrut.
İlk Soru: Diş ağrısı kabir azabının yarısı derler. Ya migren ağrısı kabir azabının kaçta kaçıdır?
Cevaplarda gidiş yolundan puan vermez merhametsiz hocalar. Fakat Yaradan öyle mi, bütün puanları gidiş yolumuzdan veriyor. Son nefesi de ayrıca belirleyici bir soru olarak yaşıyoruz. Yaşamak felsefe sınavlarına benziyor biraz. Ama Ancak adı Süleyman olanlar ya da Süleyman’a çıkmış olanların kuvvetle muhtemel geçtiği bir sınav oluyor bu. Burada ne demek istediğimi uzun uzadıya açıklayamam; Mustafa Kutlu hikâyelerini okuyanlar hatırlamıştır zaten.
Eğildiğim lavabodan doğruluyorum, aynadaki görüntü bulanık. Ben net göremiyorum, ayna çizilmiş mi, çok mu kirlemiş, çatlamış mı anlayamıyorum. Şunu biliyorum yalnız; flu bir ekranda daha yakışıklı daha güzeliz. Dünyada sisler içindeki güzelliğimizle yürüyelim uzun yollarda. Taşa takılıp düştüğümüzde elimizden tutacak birileri mutlaka olacaktır. Kaderi başka ne zannediyorsunuz?
Fazla görünmemek, göstermemek en iyisi. Ne kadar çok görünürsem o kadar çok çirkinim. Asıl’ı görmek, göstermek vallahi yürek istiyor.
İkinci Soru: Kalbimizi elimize alıp sokaklarda:
– İşte bakın bu benim kalbim, saf kalbim benim… Bakın ne kadar temiz, lekesiz, tatlı bir kırmızı, günahsız ve şersiz. Bakın sizin için hiç kötülük düşlemedim, düşünmedim. Uymadım şeytana. Konuşmadım arkanızdan, hasetlik etmedim. Hak yemedim. İspatı işte bakın bu kalbim. Benim minik kırılgan ve sevgili kalbim.
Diyebiliyor muyuz?
Ben diyemedim.
Ve Son Soru:
Doğmak ölmek arası zaman dilimi insan ömrünün kaçta kaçıdır?
M. Tuğrul Çolak
İZDİHAM