Mahalle Mektebi Dergisi’nde Nehir Söyleşiler
Sosyal Medyanın Sınırları Nedir? Nerede Başlar, Nerede Biter?
Abdullah KASAY: Chris Jenks’in Altkültür adlı eserinde, “Aynı toplum içinde yaşarken bizi birleştiren nedir?” sorusuna esaslı bir cevap aranır. Postmodern çağda, modern toplum biçimine yeniden sınırların çizildiğine ve bu sınırların da kendi karmaşasında imha edildiğine tanık oluyoruz.
Elbette bunun topluma yansıması birçok kanaldan, birden fazla yolla oluyor. Bu kanalların biri de elbette, hatta en büyüğü, çoğalarak karşımıza gelen ve canlı bir organizma gibi büyümekte olan sosyal medya ve sosyal medyanın “dünyası”. Sosyal medyanın “birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz şu günlerde”, bize ne gibi bir katkısı olduğunu konuşmadan önce; bir hikâye ile sözlerime başlamak istiyorum. İngiliz matematikçi Charles Babbage; 1 Nisan sabahı, Cambridge Üniversitesi’ndeki çalışma odasına girer. Foursquare’de yer bildirimini yaptıktan sonra, düzenleyeceği etkinliğe kaç kişinin geleceğini facebook hesabından kontrol eder. Ders verdiği öğrencileri için açtığı facebook grubundaki paylaşımları kontrol eder. Ders saatine kadar twitter hesabından “Son Zaman Azizler Kilisesi”nin önümüzdeki günlerde yapılacak açılışı için duygu ve düşüncelerini paylaşır. Mühendislik sınıfındaki dersinden sonra öğrencileriyle selfie çekimi yaptıktan sonra bunu instagram hesabından paylaşır. Günlerdir heyecanla duyurmayı beklediği icadı için düzenlenen etkinliğin saati gelmiştir. Üniversite binasındaki konferans salonuna girdiğinde onu bekleyen kalabalıktan önce bir alkış, sonra akıllı telefonlardan flaş tufanı kopar.
Babbage konuşmasını yaptıktan sonra bugün modern bilgisayarların atası sayılan icadı “Çözümleyici Hesap Makinesinin” tanıtımını yapar. Bu olay o gün ve günlerce twitterda “trending topic” olur. Evet, gerçekten de bu hesap makinesinin icadı büyük bir olaydır, bilgisayarın icadının ilk aşamasıdır ve bu hikâyede telaffuz ettiğim sosyal medya terimlerinin nasıl da hayatımıza girdiğinin tarihidir. Elbette bahsi geçen icadın yapıldığı 1830 yılında insanlar böyle bir dünyada yaşamıyordu. Peki, ne oldu da bizler eskiden kurduğumuz “eller görse ne der?” sorusunu bırakıp sosyal medyada “eller görse de paylaşımlarımızı beğense” cümlesini kuran insanlara dönüştük?
Gittiğimiz yerleri, yaptığımız şeyleri bile sırf sosyal medyada paylaşmak için yaşıyor ve yapıyoruz. Artık her gün ya da her gün değil her saat, üyesi olduğumuz hesaplardan tanıdığımız tanımadığımız yüzlerce suretin ne dediğini, ne konuştuğunu, ne yaşadığını görüyoruz. Sosyal medyayı daha doğrusu internetin kendisini, belki de ateş ve tekerlekten sonra en büyük icat gören insanlar olarak, bizim bu mecrada nerede durduğumuzu, ne yapmaya çalıştığımızı, bununla ilgili “ne düşündüğümüzü” bile yine sosyal medyanın kendisinden duyurmaya çalışan hayatlarımız var artık. Sosyal medyayı kullanmayan insanları asosyal olarak eleştiren, elde paylaşılacak bir şeyimiz kalmadığında, “özelimizi” ifşaya çıkarmaya başladığımız bir simülatif dünyanın içindeyiz. Tabi daha da sayabileceğimiz onca olumsuz getirisine karşın; bir taraftan da sosyal medyanın “algıları değiştiren”, hiç tanınmayan yerleri, insanları keşfe yol açan, ilginç deneyimlerin paylaşıldığı belki de gerçek arkadaşlıklara yol açan bir dünyasının da olduğu gerçeği var. Walter Benjamin, “Sanat yapıtının teknik yolla yeniden üretimi olgusu, eserin yapısında ve mülkiyet ilişkilerinde değişimlere sebep olmuştur” diyor. Ben, Benjamin’in bu sözlerini sosyal medyada paylaşılan “fotoğraflar, durumlar, yerler vb.” için yeniden yorumlamak istiyorum. Sosyal medya gerçekten de çoğaltılmaya müsait dünyası içinde, ister genel ister özel her ne olursa olsun yapılan tüm “paylaşımların” özünün yitirildiği, o olgunun kendi yapısını değiştiren, yok eden, silen ve plastik bir tat bırakan durumlar mı yaratıyor? Bu durumlar içinde sanal bir dünyada yaşayan insanlar gittikçe bir yalnızlaşma mı yaşıyor? Ya da bu kadar yalnızlaştığımız için mi o kadar sosyal medyanın içindeyiz?
Mustafa Alperen MERCAN: Sezai Karakoç, “Kav” isimli şiirinde “Ben bir köprü parmaklığına dayalı bekliyorum/Bir piknik dönüşü gelip bu köprüden geçersin diye bekliyorum” diyor. Acaba o dizeler şimdilerde yazılsaydı, bizler bu şiiri şöyle mi okuyacaktık: “Ben bir Starbucks sandalyesine bağlı bekliyorum/ Check-in yapmışsın burada/ Bir alışveriş çıkışı tekrar gelirsin”?
Evet, sosyal medyanın insanları yalnızlaştırdığı ve bu paylaşmanın bir sınırının olmadığı gibi bir gerçekle karşı karşıyayız. Arkadaşlarımızla veya ailemizle bir yere (çay bahçesi, restoran, otel…) gittiğimizde, görevli kişiye sorulan ilk soru şu oluyor: “Wi-Fi şifreniz nedir acaba?”. Ya da bir akraba ziyaretinde, önce hâl hatır sormak yerine, “İnternet şifrenizi öğrenebilir miyim?” sorusunu sormakla sohbetimize başlıyoruz. Sonra zaten susuyoruz. Algı dünyamızın; akıllı telefonumuzun ekranının boyutuyla, olayları takip hızımızın internetimizin hızıyla, takipçi sayımızla, takip ettiğimiz kişi sayısıyla, attığımız tweet sayısıyla, yer bildiriminde bulunduğumuz yerin yemek menüsüyle paralel olduğunu düşünüyorum. “Sosyalleşmek” fiilini yanlış yerden yakaladığımızı, büyüklerimizin: “Kalk şu bilgisayarın başından çık dışarı, biraz insan gör” cümlesini sürekli tekrarlamasından anlayabiliriz. Fakat bize bu cümleyi sarf eden annelerimizin, pirinç ayıklarken televizyon başından kalkmaması ise kuşakların paradoksudur diyebiliriz (ayıkla pirincin tweetini!). X kuşağının (1960-79) en büyük eğlencesi televizyondu.
Günümüzdeyse televizyon boyutu küçülerek, tablet ya da akıllı telefon olarak karşımıza çıktı. Buna bağlı olarak Y kuşağının (1980-99) en büyük eğlencesi ve meşgalesi akıllı telefonlar ve sosyal medya oldu. X kuşağı bireyinin işten yorgun geldiğinde istediği tek şey, kumandasına karışılmamasıydı. Ayaklarını uzatıp saatlerce televizyon izleyebilirdi. Şimdiyse, işten bunalan kişiler daha işten çıkmadan, telefonları aracılığıyla “kim ne yapmış, nereye gitmiş, akşam neredeymiş, öğle yemeğinde attığı fotoğraf kaç beğeni almış” gibi soruları cevaplayabiliyor. Kaçırdığı diziyi saatler sonra telefonundan izleyebiliyor. Yukarıda Abdullah Ağabey’in belirttiği gibi “Eller ne der”, “Aman başkası görmesin, ayıp olur. Canları çekmesin” diye düşünen; yaptığı yemeğin kokusu komşusuna gittiğini bilip, bir tabak da ona götüren bizler, akşam yemeğinin fotoğrafını Facebook’a yükleyip, yüzlerce kişinin gözüne sokar hale geldik. “Mustafa (…) Pizzacısında”, “Alperen mangal keyfinde” şeklinde yer bildiriminde bulunmak da işin cabası.
Peki, bunları gösteriş için mi yapıyoruz ya da bu eylemlerimizi insanlık vazifesinden mi sayıyoruz? Sosyal medyaya mütevazi bir katkı mı bu yaptığımız yoksa bireysel tatminlerimiz mi ön planda? Tıbbi bir tanılaması yapılmışsa da böylesi bir platformda adına “Beğenilme Hastalığı” diyeceğimiz bir gerçekliğin içindeyiz. Ve bu beğenilme hastalığının bir sonucu olarak mahrem olan alanı topluma açtık. Mahrem olan alan açıldığı gibi sokakta, pazarda gördüğümüz tanımadığımız ve topluma mal olmayan kişilerin fotoğrafını sırf daha fazla beğeni almak adına teşhir ediyoruz. İnterneti ve sosyal medyayı temel tüketim malzemesi haline getirip, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini tek maddeye indiriyoruz: Wi-Fi.
Wi-Fi olduğu sürece sosyal çevremiz ile sürekli iletişimde kalabiliyor; ülkede ve dünyada olup bitenler hakkında en ufak bir bilgimiz olmadan olaylara yorum yapabiliyoruz. Tuhaf olan ise bu durumdan şikâyetçi olmamamız. Ülke gündemimiz “trending topic” gibi sürekli değişirken, olayları yorumlamaktan yorulmamamız ve sürekli tartışacak veyahut tüketecek bir şey buluyor olmamız dikkat çekici. Müslüm Gürses, “Hangimiz Sevmedik” isimli şarkısında “Herkesten bir anı saklar bu yollar” diyordu. Sosyal medyanın gelişi ile birlikte, yaklaşık altı yıldır profillerimizde ne anılar sakladık, saklamaya devam ediyoruz. Deli gibi paylaşmak ruhumuzda var belki?
Ebuzer ŞAMİL: Başlamadan önce bir anı: Ülke gündemini belirleyen meseleleri çay ocağına oturup konuştuğumuz günlerde bir arkadaşla tanıştık. Uzun bir sohbetten sonra ayrılma faslına geçildiğinde numaralarımızı birbirimize verdik ve “elbette” onun facebook adresini sordum. “Facebook’um yok!” deyince şaşırdım. Nedenini sorduğumda “ihtiyacım yok” dedi. Sosyal medyanın sınırlarına girmeden önce “ihtiyaç” kelimesi üzerinde duralım. Mağara duvarlarına resim çizen insanlar neden bu işi yapma ihtiyacı duydu? 18 Aralık 1994 tarihinde keşfedilen Chauvet Mağarası’nda, 30- 32 bin yıl öncesine ait olduğu düşünülen bulgulara rastlandığını okuduğumda çok şaşırmıştım. Aynı zamanda bu mağara, bilinen en eski -mağara resmi- örneklerini barındırıyordu.
Muhtemelen bu resimleri internetten tarayacak olanlar şunu merak edeceklerdir: “Bu kadar eski olduğu halde bu çizimler üzerinde zarif gölgelemeler ve perspektif nasıl bu kadar ustaca kullanılmış?”. Hatta çok daha önemli bir soru: “Bu resimler neden mağaranın en derin yerlerine çizilmiş?”. Mağara duvarına resim yapan insanın bulunduğu çağ, zaman olarak geride kalmasına rağmen anlam olarak zamanın üzerine çıkmıştır.
Zamanın üzerine çıkarken kullandığı merdiven “ihtiyaç” kelimesidir. İnsan -ihtiyaç- içerisinden dışarıya çıkarken bir mağaraya giriyor. O zamanın şartlarında yaşayan insanlar bu ihtiyaçlarını gidermek için Chauvet Mağarası’nın derinliklerine dalarken bugünün insanları “Sosyal Medya Mağarası”nın derinliklerine dalıyor. Bu mağaranın kendi içinde çoğaltılmaya müsait katmanları var: Facebook, Twitter, İnstagram, Foursquare vs. Fakat bu katmanların işgaline uğrayan insan algısı, genel veya özel yaptığı her paylaşımda anlık doyurucu tatlar peşinde koşabiliyor. Belki şu an bu yorumları benim de sosyal medya hesaplarım olduğu için rahatça yapabiliyorum. Fakat paylaş butonuna basmakla eyleme geçmek arasında yer alan o uçurum tüm paylaşımların özünün yitirilmesine neden oluyor. Sorulması gereken soru şu olabilir mi: Paylaş butonuna tıklamakla insan sınırsız bir düşüş için zemin hazırlar mı? Akıllı telefonlarımızın ekranı kadar bir zemin mesela? Bu düşüş hızı internetimizin hızıyla orantılı olabilir mi? Zemin meselesinde akıllı telefonlarımızın kapladığı alanın bizim sınırlarımızı çizmede görevi nedir?
Ekranının boyutu küçüldükçe kendisinin de küçüldüğünü hisseden insanın ekranın boyutunu büyültme tutkusu, eşyanın insanı araçsallaştırmasında mutlak zafer ilanına benziyor. Mağara örneğine tekrar dönecek olursak çizilen resimlerin mağaranın en dip en kuytu kesimlerine, duvarların üst kısımlarında tavana yakın yerlere yapılmış olması dikkat çekicidir. İç yerler karanlık olduğu için birinin ışık tutması gerekmektedir. Tavana yakın yerlerde yapıldığı için de tırmanmak gerekmiştir. Sosyal medyanın derinliklerine gömülerek sosyalleşiyor olmak ve sosyal olmayan insanları asosyallikle eleştiriyor olmak, insanın kendi yalnızlığını, asosyal ama yalnız olmayan üzerinden kutsamasıdır. Mesela bireyin, hayatın içinde yer almamasına rağmen hayata dair yazılar ve paylaşımlar yayınlaması, onu sosyal medya dediğimiz mağaranın en dip ve en kuytu yerine atmaktadır. Böyle bir insanın sanal dünyanın içerisinde gittikçe derinleşen bir yalnızlık bilinciyle pasifleşmesi, insanın sanal üretimle kendisini reel tüketimidir ve insan tüketimin tadını kaybetmemek için sanal üretime devam edebileceği sosyal medyaya daha da fazla bağlanmaktadır. Bu bağlanma esnasında bireyin “Bakın ben de yaşıyorum, ben de hayatın içindeyim!” sözlerini hatırlatacak şekilde yer bildirimleri yapması, tweetler ve yorumlar atması, kendisini bu şekilde “fav”layarak, retweet yaparak, beğen butonuna basarak “Evet, sen yaşıyorsun bak ben de beğeniyorum, sen de aynısını yaparsam beni beğen” diyen öbür tarafın, bu tarafa bunları demekle birbirlerini tatmin ediyor olmaları mütevâzi bir katkıdan daha çok medyatik bir hazdır. Bu medyatik haz olumlu insanî gelişimlere zemin hazırlayacağı gibi çoğu kez kötü amaçla kullanılabiliyor. Medyatik hazzın en önemli unsuru bu aşamada aslında somutlaşıyor. Muhabbet ortamlarında bugün şunu paylaştım şu kadar beğeni geldi veya resmime şu kadar beğeni geldi, yorum geldi tarzında başlayan konuşmalar ve bu konuşmaların harekete geçirdiği telefonlar, sosyal medyaya düşecek bir gönderi hazırlıyorlar.
Bu düşüş bazen hayatla insanın arasına sanal bir perde çekiyor. Kim bilir sosyal medyayı kullandığını söyleyerek duvarlarında özelini ve genelini konuşan insanlar olarak bizler ile mağaranın en derinlerine girerek mağara duvarlarına resim yapan ve -mağara resim sanatını- başlatan insanlar arasında bir fark yoktur veya bu farkı çizen bir sınır vardır. Ya da var mıdır ve varsa o sınır nereye uzanmaktadır?
Zeynep TENEKECİ: “Gel, gel ne olursan ol, gel
İster face kullan ister twitter, gel
Bizim internetimiz kotalı değildir,
Yüz tane hesabın olsa da yine gel.”
Mevlana’ya atfedilen bu rubainin aslında ne kadar onun olduğunu tartışmayı aklımıza bile getirmeden, bu rubaiye, “Bu kadar yürekten çağırma beni / Bir gece ansızın gelebilirim” şeklinde cevaplar vermenin, kişiyi zeki ve “pop” yaptığı bir ortamdan bahsediyoruz, öncelikle. Bunun espri yüklü ve zekice bir cevap olduğu kabul edilebilir. Ancak böyle bir cevap sonrasında, Mevlana’nın -yahut sözün sahibi kimse onun- aslında ne demek istediği ile kimsenin ilgilenmediği, özü kavramaya yönelik bir arayışın bulunmadığı, gelip geçici hazlar peşinde koşulduğu söylenebilir. Fakat bu durumda, sosyal medya kullanıcılarının, sanki bütün gün ve gecelerini Kur’an ve Mesnevi ile geçirdikleri -böylelikle yeri geldikçe hemen oralardan bir ayet, bir beyit paylaşıverdikleri-, kalan zamanlarda ise muhakkak modern şiir okudukları, sıkı edebiyat takipçisi oldukları, din, tıp, siyaset ve sosyoloji gibi alanlara hâkim oldukları, bunların yanı sıra bütün esprileri, en taze karikatürleri, buğusu üzerinde capsleri de bildikleri, sonuçta çok etkin ve yetkin oldukları gerçeğini nereye koyacağız?
Burada iki temel problem var sanıyorum. Birincisi gerçekten sosyal medyadaki biz, reeldeki bizle aynı mı? Eğer öyle ise, her gün en “baba” kitaplardan paylaşımda bulunan kimseleri neden o kitapları okurken hiç görmüyoruz? -İstatistiklere göre sosyal medya, insanı özgüven sahibi yapıyor-. Diğer sorun ise “multitasking” kavramı. Bu kadar çok işe aynı anda yetişiyor oluşumuz, her birini çok iyi biliyor ve yapıyor oluşumuz yani. Peki, aslında herhangi bir şey yapmış oluyor muyuz? Özü kaçırmak mevzusuna tekrar dönecek olursak, şunu sormalıyız belki de öze temas ettiğimiz ne var, bu yeni yaşam alanımızda özü yakaladığımız da oluyor mu? Mesela dil bilgisi kuralları gereği işteş olan paylaşmak kavramının işteşlikten uzak bir hal aldığını görüyoruz artık. Bir tabak sarmayı komşumuza ikram ettiğimiz günler geride kalırken Maharet Abla Ev Yemekleri’nde yediğimiz bir tabak sarmayı bütün sosyal medya arkadaşlarımızla cömertçe “paylaşıyoruz”.
Bu, ancak plastik ve sanal bir tat bırakabilir fakat bu plastik tadın aslında başka bir şeye evrildiğine de şahit oluyoruz. “Online Cemaat”, “Cemaat Online”na dönüşebiliyor artık. Örnek olarak, İ.E. isimli bir din kültürü öğretmeninin, alanına yönelik paylaşımlar için kurduğu bir facebook grubunda zaman içerisinde katılımcı sayısının artmasıyla pek çok materyal paylaşılmış, sanal çalıştay yapılmış ve hatta “7 Bölgeye 7 Sandalye” kampanyası ile engelli vatandaşlar hakkında bir duyarlılık geliştirilmiş ve onlara yardım yapılmıştır. Yahut Arap Baharı’nda sosyal medyanın rolünü incelediğimizde, bazı şeylerin sadece sanalda kalmayabileceklerini de görüyoruz.
Alperen beğenilme hastalığından bahsetti. Şu var ki böyle bir hastalık için doktora gittiğimizde onu da paylaşıyoruz. Sanıyorum “Kapıldım gidiyorum sosyal medyanın rüzgârına” diyoruz, hep birlikte. Bu rüzgâr ne yandan eserse o yana dönüp devam ediyoruz. Bu noktada değinmek istediğim diğer bir husus “mahrem alan” konusu. İnsanlar ancak eşlerine söyleyecekleri çok özel şeyleri dahi fütursuzca buralardan paylaşabiliyor. Facebook sayfamıza bakarken “Aşkım seni çok seviyorum. Allah bizi hiç ayırmasın.” ibaresiyle karşılaşıp önce bir irkilip sonra mesajın bizimle ilgisi olmadığını fark edebiliyoruz. Bize değil, aşkına da değil peki kime bu mesaj?
Ebuzer’in mağara örneğine farklı bir açıdan bakmak istiyorum. İnsanlar bu resimleri, ruhlarındaki açlığı, sanat ihtiyacını gidermek için yani bilinme, görülme kaygısından uzak oldukları için mağaranın en dibine yaptılar belki de. Belki bir zamanlar “Sanat, sanat için”di, şimdi “Yaşam, bildirim için.”!
Abdullah KASAY (2): Hemen yukarda bahsedilen bu “öz” üzerine; TV ile başlayan masalsı dilin, sosyal medyada yeni ninniler söylemeye devam ettiği ile sözlerimi sürdüreyim. Ses ve görüntü ile bezenen, aslında gerçek hayatta hiç temas edemeyeceğimiz durumların, ekran ile hayatlarımız arasına ince bir gergef dokuduğu ve bizi derinden etkileyecek trajik olayların bile bu masalsılıktan, kolektif eğlenceden (mainstreaming) kendini sıyıramadığını görüyoruz. Bu noktada aklıma gelen “Simülakrlar ve Simülasyon” kitabında, Jean Baudrillard’ın “simülasyon her zaman gerçekten daha etkilidir” ifadesi; TV’nin “tek taraflı” yapısından farklı olarak, sosyal medyanın ana akımlarının başında gelen interaktifliği, popa yaslanmayı, yalana yatkınlığı ve elbette bu gerçek dışı yapıyı açılımlıyor. TV’den web’e geçişte de bu nümayişin katlanarak büyümesinin bu simülasyonu net olarak hipergerçekliğe dönüştürdüğünü görüyoruz. Ağır bir kapitalizm eleştirisi olan “Gösteri Toplumu”nda Guy Debord, bireyleri; amblajlar, gösterişler, tüketim ve medya sahnelemeleri ile sersemletilmiş olarak tanımlamıştı 1967’de. Bu sahnelemeler günümüzde sosyal medyada “insanların birbirini gözetlemesi” üzerinden devam ediyor. Gözetleme gösteriyi büyüttükçe, “içerik üretimi” sıkıntısı yaşamaya başlayan bireyler; mahremiyetlerini, gelmelerini, gitmelerini ve elbette yedikleri Mevlana şekerini bile evet Zeynep’in dediği fütursuzca “paylaşım meta”sına dönüştürüyor.
Bu şekilde beğeni, retweet vb. üzerinden “kendilerini tanımlamaya, farkındalık yaratmaya çalışan bireyler” sayısal kişiliklere dönüşüp, kapital düzlemde “gözetleyici/ gözetlenen” formatında win-win oyunu oynuyor. Adeta ritüelle beslenen bu gösterinin “doyum eşiği” gelmediği için de “süreklilik” devam ediyor. Hızlanan süreklilik sosyal medyada hayatımıza dair en önemli paylaşımı bile en fazla birkaç saat “askıda” tutuyor. Yeni şeyler askıya çıkarmak, Ebuzer’in söylediği mağara resimlerini günümüze uyarlıyor. Sadık Güneş “Enformasyon Toplumunun Putları” kitabında, bireyin tepki (fedback) ihtiyacının, modernleşmeyle beraber kamu ve özel alan sınırlarını “iç içe” geçirdiğinden bahsediyor. Sosyal medya bağımlılığı da bu ihtiyaçlarla beraber, gerçek/sanal ayrımında; bireyin hâlihazırdaki sosyal ilişkileri ile olmasını dilediği ilişkileri arasındaki farkı algılaması ile ortaya çıkıyor.
Tabiri caizse püritenist eğilimler, sosyal medya ile tavan yapıyor. Bunu facebook kurucusu Mark Zuckerberg kendi ağzı ile şöyle söylüyor: “Sıradan insanlar kendileri ile ilgili daha fazla mahrem bilgiyi paylaşmaya hevesli”. Sıradan insanların aslında sıradan olmadığını kanıtlama çabası milenyumla bize dayatılan “be different” sloganın tezahürü olarak karşımızda. Ya da evet “deli gibi paylaşmak ruhumuzda var”. Tabi bunlar sonuç olarak karşımızdayken es geçmememiz gereken diğer hususları da konuşmak gerek. Hepimizin artık “elinde” duran internet; iletişim disiplinsizliği ve sivil itaatsizlik gibi durumları “yumruk” yaptı. Toplumsal hareketleri, büyük organizasyonları, katılımcı odaklı etkinlikleri “organize” etmeye başlayan sosyal medya bir “örgütlenme” alanı olarak da karşımıza çıktı. İsviçreli yazar Alain de Botton bu durumu: “Bana göre sosyal medya, kalabalıklara cesaret vermesi açısından önemli. Demokrasinin vaat ettiklerini yeni bir alana taşıyor” sözleri ile yorumluyor. Pirincin twitini ayıklarken karşımıza çıkan “hashtag”ler bu örgütlenmenin önemli bir argümanı. Yukarda bahsedilen “Arap Baharı” ya da “Occuyp Wall Street” gibi toplumsal hareketlere kaşık atarken bir taraftan da yenilenmesi düşünülen ehliyetlerin fiyatını 101 liradan 15 liraya (tatlı niyetine) düşüren bir örgütlenme platformundan bahsediyoruz.
Ya da geleneksel medya sistemi içinde pek adlarını duyuramayacak “sivil toplum kuruluşları” sosyal medyada daha işlevsel hale dönüştürüyor kendini. Bu durumda Hal Niedzviecki’nin “Dikizleme Kültürü”nde sosyal medya için bahsettiği: “Birbirine yabancı insanların karanlık odalarda oturup çaresizce içtenlik araması”ndan kurtarır mı bizi bu olumlu yanlar? Ya da Manuel Castells’in “İnternete bağlı olmamak bir anlamda toplum dışında kalmak ve dışlanmak anlamına gelmektedir” sözlerine kulak mı vereceğiz? İletişim gereksinimlerini kolay, hızlı ve ücretsiz bir şekilde bu ortamlarda karşılayıp, yüz yüze iletişimi tercih etmeyen bir topluma evrilmişken biz kendi askımıza neleri asmaya devam edeceğiz? Bu konu için bunun gibi sorular uzuyor elbette. Varoş kültürün “kendi varlığını” arabeskle bulduğu yıllardan, apartman binalarına sıkışıp kalan çocukların yalnız büyüdüğü günümüzde hangi şarkıları çalmaya devam edeceğiz? Artık önemli olanın “söz değil, ne söylediğimiz ya da nasıl söylediğimiz değil, söylerken nasıl göründüğümüz” olduğu bir zamanda Vural Kaya’nın dayısının ölümü üzerine yazdığı, Mahalle Mektebi’nin 10. sayısında yayınlanan “Çocukluğum da Öldü Dayımla” şiirinden birkaç mısra ile ben burada sözlerimi bitiriyorum:
“Dayım öldü fakat dayım facebook’ta yaşıyor hala
Dayım aslında talihli adam, talihi nereden geliyor
Derseniz onu ben de bilmiyorum”
Mustafa Alperen MERCAN (2): Yukarda sorular uzamışken konuya dair, konunun içeriğine dair değinmemiz gerekenler de çoğalıyor. Yukarda Abdullah Ağabey’in bahsettiği gözetlemeyi Anthony Giddens: “modern toplum gözetleyendir” sözleriyle yorumluyor. Tabi bu gözetlemenin sonuçlarından en dikkat çekici olan durumların başında, bana göre modern toplumun şiddet eğilimleri geliyor. Siberzorbalık olarak tanımlanan bu durum; sürekli mesaj gönderme, rahatsız edici şekilde paylaşımda bulunma, cinsel içerikli metalar yayma olarak kendini göstermekte. Sosyal medyayı büyük bir mahalleye benzetecek olursam, evimize gitmek için sokaktan geçerken her an yukardan başımıza birileri bir şeyler atacak gibi duruyor. Yapılan araştırmalara göre de bu tip siberzorbaların genelde evden çıkmayan, eve kapanan kişiliklerden oluştuğu tespit ediliyor. Bir de şunu da söylemem gerekir ki şiddet sosyal medyada normalleşiyor. En ağır hakaretler bile, bir “sil/ düzenle” tuşuna bakıyor. Yukardan kafamıza atılan taşlar bir ipe bağlı gibi. Hemen yukarı geri çekilip “suç aleti” ortadan kaldırılıyor. Bu da “güvenlik” endişesi doğuruyor. Daha doğrusu güvensiz ortamda “hak arama” kısıtlaması yaratıyor. Siber suçlarla mücadele gibi birimlerin oluşturulması ve bu tip suçların bertaraf edilmesi çabaları ise yetersiz kalıyor. Çünkü taş atılan eve çıkıp hakkımızı aramaya kalktığımızda çoğu zaman taşı atan o insan o evde olmuyor. Mesela bu durum en bariz şekilde kendini “başkasının adına hesap açmak” olarak gösteriyor.
Kolay bir şekilde başkası adına paylaşımda bulunup “adı kötüye çıkarıyoruz”. Bir de “hesabı ele geçirme” suçları var. Bu şiddet göstergesinin boyutları ise çok farklı. Kişisel mesajların okunması, o kişinin arkadaşlarından para talebinde bulunulması gibi durumlar… Fakat tüm bu risklere rağmen, sosyal medyanın cazibesinin her şeyin önüne geçtiğini görüyoruz. Çünkü eşlerin birbirine sosyal medya hesaplarının şifrelerini vererek bir “sadakat” göstergesi sunduğu bir platform var karşımızda. Birbirimize bağlılığımızın yolu bile oradan geçiyor. Sözlükte anlamı en derin kelimeleri bile sosyal medya ile yeniden tanımlıyoruz. Sevginin göstergesi, sevdiğimizin her şeyini beğenmekten geçiyor. Sevmediğimiz insanları hesaplarını “takibi bırak” tuşu ile Allah’a havale ediyoruz. Martin Lüther King “Şiddet, ahlak dışıdır. Çünkü sevgi yerine nefret üzerinde yol alır, toplumu yıkar ve kardeşliği olanaksızlaştırır.” diyordu. Sosyal medya her gün içinden geçip evimize gittiğimiz bir mahalle ise bu yol Lüther King’in nefret için bahsettiği yola çıkıyor. David Trend “Medyada Şiddet Efsanesi” kitabında bunca “şiddete karşı duyarlılığımız olmasına rağmen” neden halen şiddetin bu platformda çoğaldığını sorguluyor. İlk cevabımda tuhaf olanın bu durumlardan kimsenin şikâyetçi olmaması olduğundan bahsetmiştim.
Acaba şiddete karşı durur gibiyken içimizdeki şiddetin oraya yansımasından haz mı duyuyoruz? Bu hazzı taşıyanlar bir taraftan da kardeşine, eşine, yakın çevresine “hesaplarını kapatması yönünde” baskı da kurabiliyor. Her şeyin neden bu şekilde iç içe geçtiği sorusunun cevabını da, aslında yukardaki metinlerde de neden soruların çoğalıp durduğunu, konuya dair söylenmesi gerekenlerin aslında bitmediği üzerinden değerlendirebiliriz. Çünkü hepimiz halen sosyal medyanın içindeyiz ve evet “gösteri süreci” devam ediyor.
Yıllar geçtikçe sosyal medyanın içinde bulunduğu kabın şeklini alıyoruz, olumlu ve olumsuz yönleriyle. Yıllar geçtikçe sosyal medyada tanıdığımız, takip ettiğimiz insanları hayatımızın içine alıyoruz, olumlu ve olumsuz yönleriyle. Çocukken her sabah erkenden uyanıp çizgi filmleri beklediğimiz gibi hakkımızda atılan bir tweeti, bir beğeniyi görmek için sabırsızlıkla bekliyoruz. Ferdi Tayfur ise “Hatıran Yeter” şarkısında “Bir gün gitsen bile hatıran yeter” diyordu. Sosyal medyada yaşadıklarımızın da -iyi ya da kötü- hatırası bize epey yetecek gibi.
Ebuzer ŞAMİL (2): Abdullah Ağabey’in yazısında belirttiği ve “gözetleyici/ gözetlenen” durumunda sahnede olan insanın sürdürdüğü bu gösterinin sürekliliğin doyum eşiğinin gelmiyor olması sürekli bir kimlik krizine neden oluyor. Buradan hareketle Zeynep Abla’nın bahsettiği “sanal ve reel ayrımında -biz-“ sorusuna dönebiliriz. Ben burada “biz” kelimesini tekil şahısın kendisini bölüştürdüğü kişilikler olarak tanımlamamızın daha doğru olacağını düşünüyorum. “Farklı ol/ Be different” sloganını kendini kanıtlama çabası olarak düşünürsek bu şekilde sosyal medyada paylaşılan her türlü materyal bölüştürülmüş kişilikleri bir araya getirerek “biz” dediğimiz bütünü oluşturur. Oluşan bu kimliğin sağlıklı olduğu ve insana çok şey katarak onu bir seviyeye getirdiği görünürde doğrudur. Fakat böyle bir kimliğin geçici hazların peşinde koşması/ koşturulması inkâr edilemeyecek derecede gerçektir. Sosyal medyada her gün değişen gündemlerin ve hatta en ufak olayların bile “Sosyal Medyayı Salladı” şeklinde haberler yapılarak abartılması ve servis edilmesi öze dair yaklaşım ve algılayışımızın rahatsız ve taciz edilmesi bir anlamıyla siber zorbalıktır. Kendisini bu siber zorbalık ve gündem dediğimiz kara delikten kurtaran ve öze bir şekilde temas eden insan, kitlenin harekete geçirilmesinde sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanabiliyor.
Arap Baharında sosyal medyanın etkisi yadsınamaz veya toplumsal bir tepki olarak kitlenin harekete geçirilmesi ve gündem oluşturulmasında sosyal medya bazen Firavun’un büyücüleri bazen de Musa’nın asası olabiliyor. “Söylerken nasıl göründüğümüzün önemli olması” diyerek başlayan yazısında Abdullah Ağabey’e katılıyorum çünkü sosyal medyada İslami içerik paylaşmanın kişiyi Müslüman yapmayacağı gerçeği ama tatmin noktasında kişinin bu içeriklerle kişiliğini ortaya koyması belli başlı sorunlarımızdan bir tanesidir. Bu sorunu biraz daha açar ve net bir şekilde ortaya koyarsak şöyle diyebilirim: “Sosyal medya, bireylerin kendi fıtratları ile baş başa kalması ve boşluğa düşmeleri nedeniyle ortaya çıkarılmış modern bir mağaradır”. Bireyler bu mağarada yalnız kalmamak ve yaşanılan hayat şartlarına itiraz etmek için sosyal medya kullanıcılarının katıldığı büyük organizasyonlara ve büyük etkinliklere davet ediliyorlar. Aslında kendilerinin düzenlemediği, kendilerine teklif edilen fakat kendileri olmadan bir anlam ifade etmeyecek ve dünya dengelerini değiştirecek hareketlere zemin hazırlayan bu örgütlenme sıradan insanların sıra dışı işler yapmasına neden oluyor. Kitlelerinin harekete geçirilmesinde bu yöntem çoğunlukla başarılı fakat sosyal medya üzerinden yürütülen psikolojik savaşlara da bakmak gerekiyor.
Düşman olarak lanse edilen hedef kitlenin arkasında yer alan halk desteğini etkilemek ve düşünceleri üzerinde operasyon yapmak için sosyal medyanın içerisine atılan materyallerle çok büyük casusluk olayları yapılabilmekte. Dünya genelinde sosyal medyanın bu kadar önem kazanması, sadece kişilerin bunalımı veya boşluğu değil aynı zamanda kitleyi kontrol etmek isteyen egemen güçlerin savaş meydanı olmasıdır. Müslüman her ferdin bir sosyal medya hesabı olması bu savaşı ne destekler ne de engeller. Ferdin Müslümanlığını belirleyen ilahî kitap, hayatına dair bir yaşam çizgisi çıkardığı gibi bu, onun sosyal medyadan uzak durmasını gerektirmez. Çünkü evrensel düşünce sistemi olan İslam’ın ve takipçilerinin sosyal medyadan uzak kalması düşünülemez. Aksine Müslüman, sosyal medyada uygulanan stratejik savaşın bilincinde olarak bu savaşın algı yönetiminde etkin bir güç olmak durumundadırlar. Bu algı yönetiminde etkin bir güç haline gelen ve Arap Baharı’nı ortaya çıkaran sosyal medya kullanıcıları bu stratejik savaşın bilincinde olarak kitleleri harekete geçirdiler. Sosyal medya gibi geniş bir konuda konuşulacak, gündeme getirilecek çok şey var. Fakat sosyal medyanın güncellenebilir ve hayat şartlarına alternatif bir dünya gibi öne çıkartılmaya müsait olması kimin elindedir veya bu iş kimler vasıtasıyla yapılır, burası, sosyal medyanın karanlık yüzüdür.
Zeynep TENEKECİ (2): Sosyal medyayı ne kadar konuşsak da işin içinden çıkamıyoruz aslında. Ya da Baudrillard’ın ifadesi ile “Gerçeğin yalanlarla mücadele edecek gücü kalmadı.” Aslında gerçek kavramını da Alperen’in bahsettiği pek çok kavram gibi sosyal medya üzerinden bir kez daha tanımlamaya ihtiyacımız var. Tam da burada Belçikalı ressam René Magritte’nin “İmgelerin İhaneti” tablosunu hatırlamak yerinde olacaktır. Piponun gerçekliği, iyi bir taklidi olan iki boyutlu bu piponun altındaki “bu bir pipo değildir” yazısıyla ilk anda çelişir gibidir. Ancak modern birey, gerçekliği görünür olana indirgemekle ve bir noktada neo-paganist bir yaşam biçimi kurmasıyla böyle bir uyarıya olan ihtiyacını dile getirmiş kabul edilebilir. Foucault’un belirttiği nesnenin gerçekliği ile onu gösteren görüntünün gerçekliği arasındaki ontolojik ayrım, modern dönemde gerçeğin ontolojisinden çok görünürlüğünün ön plana çıkmasına doğru evrilmiştir. Gerçekliğimizi göstermek adına yapıp ettiğimiz her şeyi ve hatta mahremimizi sergilemeyi, “gösteri toplumu” içinde artık şaşırtıcı bulmasak da etik düzlemde bunun tartışılmasına ihtiyaç duymaktayız. Sosyal medyanın gösteriye ve görsel teşhire dayalı dünyası bir yandan görünürlüğü artırırken diğer taraftan mahremiyet haklarını ihlal etmektedir. İsveç’in Göteborg şehrinde Aralık 2012’de bazı öğrencilerin, arkadaşları tarafından, fotoğraflarının ahlaksızca yakıştırmalar ile sosyal ağlarda paylaşıldığı gerekçesi ile düzenlediği protestolar giderek büyümüş ve taşlı sopalı saldırılara dönüşmüştür. Hem ahlaki hem de hukuki zafiyet açıkça görünmektedir. Bu noktada belki de en büyük görevi üstlenmesi beklenen sosyal medya kurucuları/yöneticileri ise “mahremiyetin modası geçti” ya da “saklayacak şeyiniz varsa paylaşmayın” diyecek kadar sorumsuzca davranabilmektedir. Marx’ın teknolojinin düalist yapısına ilişkin, insanı özgürleştirebilir ama sermayenin elinde köleleştirir dediği yer tam da burası gibi. O halde kapitalist koşullar içinde insanın düşmanı addedilebilecek teknoloji neden onu kendine bağımlı kılar sorusuna cevap aramak gerekecektir. “Sosyal” medya ile paradoks oluşturacak şekilde bireyin yalnızlığını ele aldığımızda Peplau ve Perlman’ın yalnızlığı, tek başınalık şeklinde değil, sahip olunan sosyal ilişkiler ile olunması arzulanan ilişkilerin farklı olduğunun algılanması olarak tanımladıklarını hatırlamak yerinde olacaktır. Bunu sosyal ilişkilerden “ideal ben”e doğru genellemek de mümkündür. Sosyal medyanın gerçekliği, bireyin istediği gibi olmasına, “be different” çağrısına cevap vermesine mükemmel bir zemin hazırlamıştır, nasılsa. Descartes varlığını düşünüyor olmakla anlamlı kılmışsa da Sartre “ünlü insanlarda” varoluşun özden önce geldiğini söylemiştir. Siber dünyadaki her birey ünlü olduğuna göre, Ebuzer’in temas ettiği gibi istediği kimliği ile istediği sosyal medya hesabında var olmasına kim ne diyebilir ki? Tocqueville’in demokratik eşitliğin bireyi kendine döndürdüğü ve en sonunda onu tamamen kendi yüreğinin yalnızlığına kapama tehlikesi taşıdığını söylemesi durumun grift yapısını daha iyi açıklamaktadır. Her birey sosyal medyanın paylaşımcı yapısına ortak olarak demokrasiye mütevazi katkılarda bulunabilmekte fakat yine bu medyanın yapısı -belki de silinebilir/düzenlenebilir oluşu- demokrasi ile anarşi, düzen ile kaos arasındaki ince çizgiye vurgu yapılmasını gerektirmekte, özellikle kitle kültürü içinde bu geçişlerin çok kolay olduğu, iradi ve vicdani kontrolden uzak bir hal alabileceği görülmektedir. Kapitalizm, modernizm ve kentleşme ile öne çıkan birey kavramı ve birey olabilmek için genişletilen mahrem alan, en değerli paylaşım argümanı olarak bedenin teşhirini gündeme getirmiş ve beden adeta bir proje olarak mahremiyeti dönüştürmüştür. Baudrillard bu durumu, bin yıllık bir püritanizm çağından sonra fiziksel ve cinsel özgürleşme biçiminde bedenin yeniden keşfinin, ahlaki ve ideolojik işlerde tam anlamıyla ruhun yerini alması olarak açıklamaktadır. Aslında bu durum 1800’lerden itibaren sansasyonel gazeteciliğin yayılması ve mahremiyetin ifşası ile başlamış, radyo, sinema ve televizyon ile mahremiyetin bir meta ahaline dönüşmesinin kapsamı genişlemiş ve ulaşılabilirliği artmış, sosyal medyada ise paylaşıldıkça değeri artan bir piyasa malzemesine dönüşmüştür. Sosyal medyanın gerçekten bilgi sağlayıp sağlamadığı sorgulandığında, “Halk enformasyondan çok eğlenceye düşkündür” anlayışının geldiği nokta ile bilgiye özgürce ulaşılabilen platformun çıktığı yerin aynı yer olduğu görülmektedir. Ya da Bacon’un “Bilgi güçtür” ifadesi hem daha anlamlı hem de anlamını tamamen kaybetmesi söz konusu.
Sonuç olarak sanal ve gerçeklik karışmakta ve mekân daralmaktadır. Her seferinde Eyfel Kulesinden nefret ettiğini söyleyen yazar Guy de Maupassant’ın, neden öğle yemeklerini kuledeki restoranda yediği sorulduğunda “Çünkü burası Paris’te kulenin görünmediği tek yer” cevabını vermesi bizim bugün sosyal medyanın içindeki durumumuzu özetler mahiyettedir. Sosyal medyanın bizatihi kendisi, sosyal medya gerçeğinin(!) görünmediği tek yer. Hayatlarımıza geri dönüşü olmayan şekilde dâhil olan sosyal medyaya karşı nasıl davranacağımızı, bizden bir önceki neslin televizyonla imtihanını referans alarak öğrenmemiz gerektiğini söylemek mümkün fakat kolay değildir. Zira sosyal medya, çocukluk dönemindeki tüm sevimliliği ve şımarıklığı ile karşımızdadır. Ergenliğinde bizi yüz yüze getireceği birtakım hukuki ve ahlaki problemler -ki yavaş yavaş bunun sinyallerini veriyor- bizi, ona karşı daha rasyonalist davranmaya itecektir. Ancak bu da elbette tek başına yeterli değildir. Modernizmin bireyciliğe yaptığı vurgu, benliği aşan dini, ahlaki, siyasi meseleleri dışlamayı salık vermiştir. Oysa bu “görecilik” anlayışı ahlakı -neredeyse- saf dışı bırakmıştır. Etik (içsel) ve deontik (dışsal) ahlak ayrımına girmeden bireyin evrensel ahlaka ulaşması ve bunun sadece bilgi düzeyinde değil ahlaki duyarlılık gibi görünür unsurlar üzerinden gitmesi, bizi bu yeni dünyamızda olduğumuz gibi var kılacaktır. Düşünülen ahlak ile yaşanılan ahlakın eşitlenmesi, bizleri her açıdan pozitif ve negatif manada daha imkânlı kılan sosyal medyada, Kant’ın ahlaklı davranmak ile ahlaka uygun davranmak noktasındaki ayrımında belirttiği “mış gibi” ile “ahlaklı” duruş arasında kendimizi “ahlaklı” olanda konumlandırabilmemiz için gerekmektedir. Web 1.0 ile başlayıp 2.0 ile gelişen siber hayatımız muhtemeldir ki giyilebilir teknoloji olarak da adlandırılan Web 3.0 ve CBDP (bağlam temelli karar tavsiye sistemi) gibi sistemlerle devam edecek. Hayatlarımız her adımda biraz daha reality showa dönerken bilmemiz gereken şey, burada “Truman” çıkışı olmadığıdır. O halde Orhan Veli’nin septik şiiriyle bir daha düşünelim sosyal medyayı:
“Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
Her zaman güzel mi bu kadar,
Bu eşya, bu pencere?
Değil,
Vallahi değil;
Bir iş var bu işin içinde.”
Not: Bu metin “Mektep Konuşmaları 3” başlığı ile Mahalle Mektebi’nin 19. sayısında yayınlanmıştır.
İZDİHAM