Edebiyat ürününün temelini oluşturan gerçeklik, birinci planda yazarın kendisidir, başka deyişle, yazarın geçmişi ve bugününü, bilinci ve bilinçsizliği, bilgisi ve vicdanı bu gerçekliğin öğeleridir.
Sanat yaratısının süreci, hiç durmaksızın kendini aşmaya, nesnellik düzeyine varmaya çalışan bir öznellikle, hiç bir zaman öznellikten tümüyle uzaklaşamayan bir nesnellik arasında, saat rakkasını andıran bir devinim içersinde gerçekleşir.
Yukarıda, gerçekliği birinci planda hangi öğelerin oluşturduğundan söz ettim. İkinci planda gerçekliği oluşturan öğe ise, yazarın yapıtında ortaya konan ve yansıtılan dünyadır. Yüzyıllar boyunca genellikle sürekli olarak aynı konuların işlenmesinin, değişikliklerin yalnızca somutlaştırma biçimlerine ilişkin olmasının nedeni de burada aranmak gerekir. İnsan yüzyıllardan bu yana ruhsal açıdan pek az değişmiş olduğundan, aynı konular hep yinelenir.
Bugün edebiyatta gerçeklik sorununu ele aldığımızda, bizim için önemli olan nokta, birinci ve ikinci plan diye nitelendirdiklerimiz arasındaki geniş alanı nelerin doldurduğudur. Roman sanatının doruğuna eriştiği geçen yüzyılda roman yazarları, gerçekliği gördükleri gibi, ya da yol boyunca gezdirilen bir aynadan yansıdığı gibi yansıttıklarını ileri sürüyorlardı. Zola şöyle diyordu: “Ben, gördüğümü söylüyorum, yaptığım, yalnızca bir tutanak düzenlemek.” Zola’ya göre yazara düşen, “doğaya hiç bir yanını saklamaksızın, bütünselliği içersinde” betimlemekti. Balzac ise, “Comedie humaine”i ile “tutanak ve kötülüklerle rekabet etmeyi” amaçlıyordu.
19. yüzyılın kendini beğenmişliğine iyi uyan bu gerçekçi ve doğalcı yanılsamalar, bugün artık bu şekilde dile getirilmemektedir. Ancak, doğalcılığa da hiç kuşku uz öldü gözüyle bakılmamaktadır.
Şimdi son 20-30 yıl boyunca edebiyata konu olmuş başlıca olay ve olguları gözden geçirelim. Ana konulardan biri, savaş gerçeğidir. Bu konuda belki inanılmaz gibi gelecek, ama, şu görüşü ileri sürme olanağı vardır : Çok yetenekli yazarların kaleminden çıkma çok sayıda savaş romanından hiçbiri için, bizden sonra gelenlere savaşın gerçeğini yaşatabileceğini, bu akıl almaz olguyu anlatabileceğini söylemek mümkün değildir. Bütün savaş romanlarında savaşın ancak şu ya da bu yanı ele alınabilmiştir. Belki de bir dünya savaşını bütünselliği içersinde yansıtabilme olanağı yoktur, özellikle Amerikan edebiyatında —Norman Mailer, John Hersey ve Joseph Heller’in yapıtlarında— savaş gerçekliğinin “saçma” (absürd) motifi içerisinde verildiğine tanık olmaktayız.
Özellikle 1945’ten sonra romanlarda ağırlığını duyuran bir konu da toplama ve imha kamplarıdır. Ancak bu konuda yazılmış olan romanların da, korkunç olanın gerçek özünü bugüne değin yansıtabilmiş olmasından çok kuşkuluyum. Gerçi doğrudan doğruya bu kamplarda yaşamış olanlar tarafından çok sayıda yapıt kaleme alınmıştır; ama savaş romanları için söylemiş olduklarım, burada da geçerlidir, insan, cehennemin betimlemesini bile okurken, sayfalar çevrildikçe, bunun da kendine göre bir “normalliği” bulunduğu, kendine özgü bir “günlük yaşamı” dile getirdiği izleniminden kendini kurtaramamaktadır. Bir toplama ya da imha kampı yaşantısının öz gerçekliğinden uzakta kalınmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu yetersizliğin nedenini epik ya da dramatik araçlarla, bu araçlar yoluyla yansıtılması olanaksız gerçekliklere yaklaşma çabalarında aramak da düşünülebilir.
İster dinsel nitelikte olsun, ister aile içerisinde söz konusu olsun, insanın türlü bağları eskiden beri edebiyata konu edilmiştir. Bağların kopması ya da koparılması ise çağımız edebiyatı açısından tipik bir konudur, özellikle dine bağlılık ve aile bağları, çağdaş toplum içersinde gevşemiş, kimi zaman da tümüyle kopmuştur. Gerçi buna bakarak dinin ya da ailenin sonundan söz edebilme olasılığı yoktur ama, gerek dini inançların, gerekse aile bağlarının büyük kent insanının yaşamındaki yerinin önemini giderek yitirdiği de yadsınamaz bir gerçektir. 18. ya da 19. yüzyılda kaleme alınmış bir roman okunduğu zaman günümüz insanını orada tanımlanan aile konumlarında düşünebilmenin olanaksızlığı kendiliğinden ortaya çıkar. Sözünü ettiğimiz değişiklikler, yansıtılması gereken gerçekliğin geniş ölçüde değişime uğramasına yol açmıştır.
Yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana çok hızlı bir tempo içersinde değişen tüm gerçeklikleri yansıtabilmek için çok ve çeşitli girişimlerde bulunuldu. Bu arada ağır basan tüm gerçeklikleri bir tek gerçeklik açısından, endüstri toplumu içerisinde “bulmaya” başlamış, büyük kent ortamında bireyliğini yitirmiş birey açısından yansıtma çabaları büyük yer tuttu. “Sıkıntı edebiyatı” diye adlandırabileceğimiz bu edebiyat, çoğunlukla gelecekten bekleyecek hiç bir şeyleri kalmamış, herhangi bir amacı ve hedefi de bulunmayan insanları konu aldı. Samuel Beckett’in yapıtları, bu insan tipiyle doludur. Bu yazarın yapıtlarının sonunda genellikle insandan yalnızca birtakım parçalar kalır; en son kalan ise artık herhangi bir işe yaraması olanaksız, başsız, kolsuz ve bacaksız bir gövdedir.
Acaba bütün bu çabaların ve çabalar sonucunda alınan sonuçların 1960’lardan sonraki Avrupa insanıyla ve toplumuyla bir ilgisi var mıdır? Yeni roman, hangi gerçekliği biçimlemektedir? Beckett ve onu izleyenlerle, Heinrich Böll ve Günter Grass gibi yazarlar hangi gerçeği biçimlemektedirler?
Evet, hangi gerçeklik? Biçimlenenin psişik gerçeklik olmadığı kesindir. Ve bu nokta üzerinde durmaya gerçekten değer. Derinlik psikolojisi çağında öncü edebiyat, rııhbilimsel öğelere olabildiğince az yer vermektedir; dahası, bu edebiyat, konu olarak bireyi yitirmiştir. Varoluşçu açıklama ve betimleme biçimi, karakterlerin biçimlenmesinin, durumların ve olayların yaratılmasının yerini almıştır.
Burada günümüz edebiyatının ancak küçük bir bölümüne eğitebildiğimiz unutulmamalıdır. Gerçekliğin biçimlendirilmesi ise bu dar kesimi çok aşan bir sorundur. Yaygın bir görüşe göre, doğa bilimleri ye teknik alanındaki belli gelişmeler, bu arada özellikle atomun bulunması, sanat ve edebiyata biçim ve içerik açısından “parçalanmış” gerçekliklerin yansıtılmasına yol açmıştır. Bu, doğru değildir. Aslında gerçekliğin yansıtılmasındaki dağınıklığın ve parçalanmışlığın nedenleri bence başka bir kaynakta aranmak gerekir ki, o da şudur: Bugün, uzaya insan gönderilmiş ve atom bombasını yapmış olmamıza karşın, bilinç açısından hâlâ tümüyle zamanımızın ürünü olamadık ve sanıldığından çok daha geniş ölçüde geçmişe, örneğin 19. yüzyıla bağlı kaldık. Bu konuda bugün yine devrimlere ve karşı devrimlere temel olarak alınan ideolojilerin neredeyse istisnasız olarak geçen yüzyılda ifade edildiği, son elli yıl içersinde de alabildiğine kötüye kullanıldığı unutulmamalıdır.
Kanmca gerçeklik sorunu açısından bakılınca varlığı görülen kültürel çoğulculuk, hiç kuşkusuz çağımızın bir ilerlemesidir. Çok sayıda yapıtların ve birbirinden çok değişik estetik ölçütlerin varlığı kötü ile iyinin bir arada bulunması düşüncesi insanı ne denli tedirgin ederse etsin insancı diye nitelendirilebilecek bir durumdur.
Manes Sperber
Türkçesi: Ahmet Cemal