27 Şubat 2016

Marcel Proust, Nedir?

ile izdihamdergi

Bu denklemin zorluğu kitabın ve Proust’un hacminden kaynaklanmaktadır çoğu zaman. Karşılaşılan ilk zorluk, Türkçe’de yedi ayrı dilde yayılarak yayımlanan serinin aslında tek bir kitap olduğunun kavranılmasıdır. Önceden kitap hakkında hiçbir şey bilmediğimizi varsayarsak son cildi okumaya başlayana kadar aylardır esrik bir şehvetle okuduğumuz şeylerin, çevresinde dolaşan yüksek sosyetenin, aşkın, kıskançlığın – ki son ikisi Proust’ta çoğu zaman iç içedir – Sodom’un ve Gomorra’nın, sanatın, uykusuzluğun, hastalığın aslında tek bir romanın parçası olduğunu tam anlamıyla idrak etmemiz mümkün değildir.

Bütün kitaba dıştan bir bütün olarak bakıp tekrar okumaya başlanıldığında, her şeyin büyük bir incelikle kurgulanmış birdüşüncenin ürünü olduğu fark ediliyor. Ancak bu kadar çok sayfaya (yararlanılan baskılarda toplam 3026 sayfa) ve yedi cilde yayılan bir eseri tam anlamıyla kavramak ilk tahlifte zor oluyor. Tabii bunu başardıktan sonrası – tabii başarabildiysek – daha zor değilse.

Bu bağlamda, özellikle son cildin, kitap üzerine yapılan tartışmalara Proust’un katkısı olarak değerlendirilebilecek bir çok bölümü vardır. Ancak bu eserin yazardan ayrı bir yolculuğa başladığı gerçeğini göz ardı etmek için yeterli değildir.

Bu incelemenin konusunu oluşturan politika yaklaşımlarının anlaşılabilmesi için öncelikle Proust’un bireyi,hayatı, aşkı algılayışı netleştirilmelidir. Bu netleşmeyle, politika bağlamında, Proust’un insanlığın n eski miraslarından biri olan isimsel düşünce kavrayışına yaklaşımı, çağına yaptığı tanıklık, özelde Fransa tarihi. Genelde ise dünyada sınıfların birbirini algılayışı konusundaki ufuk açıcı bir şekilde çektiği “röntgenleri” açıklanmaya çalışılacaktır.
Son olarak bu incelemede, mecbur kalınmadıkça Proust’un hayatına göndermelerde bulunmaktan kaçınılacak ve Kayıp Zamanın İzinde bu spekülasyonun çok olduğu dikenli alana hiç girmeden çözümlenmeye çalışılacaktır. Yine bu bağlamda Kayıp Zamanın İzinde’nin anlatıcısından bahsederken Marcel, Proust’gil denkleminin çözümünden bahsederken ise Proust İsimleri kullanılacaktır.

1. BÖLÜM POLİTİKA

1. Birey ya da “Ben”

Proust’un bireyi ya da insanı algılayışı konusundaki ilk ipucunu insanın varoluş nedeni konusunda verdiği “basit” cevapta bulmak mümkündür. Proust bireyi “kendinden başka varoluş nedeni olmayan benzersiz birinsan” gibi algılar. Yani varlığının amacı kendini gerçekleştirmektir. Bu noktada erken bir dönemde yapılmış Marksist bir tahlildeki yorumu aktarmak faydalı olacaktır: “Proust’un gerek felsefesinde, gerek yaşamında en önem verdiği şey insan kişiliğidir, her şeyden önce de kendi kişiliğidir.

Yaşam her şeyden önce benim yaşamımdır”

Bazı insanların kafalarının çalışma şeklinin bazen çok esrarengiz olabildiği bir sır değildir. Hayal güçleri onlara çoğu zaman o uykuyla uykusuzluk arasındaki anda hayatları boyunca yaşabilecekleri bütün acıları yaşatabilir. En çok eğlendikleri anlar hayallerindedir, yine en iyi orgazmlarını o uykuyla uyanıklık arasındaki saatlerde yaşamışlardır. Elbette ki bunun bir bedeli olduğu unutulmamalıdır. Gerçeklik çoğu zaman, bu insanlarda hayal gücünün gölgesinde kalır. Gerçek, hayallerin yanında siliktir, tatsızdır. Kayıp Zamanın İzinde’de Marcel bu bedeli öder hemen her sahnede: Opera’da, Albertine’e olan aşkında, Guermantes’lerde, Balbec’te, Venedik’te. Dolayısıyla anlatıcı, ki Marcel olarak anmaya devam edeceğiz, zihninin kurbanıdır aslında. Bireyi algılayışı da bu zihnin çalışma şeklinden kaynaklanmaktadır. Zihnin böyle çalışması zamanla bir içe dönüş sürecine neden olmuş – burada hiç dışa açılmamış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir ve Marcel’in bütün hayatına damgasını vurmuştur.

Marcel’in gerçek anlamda sahip olduğu tek şeyi, hastalıklı bir bedeni olduğu da hatırlanırsa, sadece zihnidir. Yine kitapta “eserleri beyninden sanki ameliyatla çıkarılıp alınmış” yazar Bergotte’un Marcel’e “Hastasınız diye size acımak yanlış olur. Çünkü zihinsel mutluluğa sahipsiniz” demesi bu bağlamda ele alınmalıdır.

Ancak Proust’un bireye, kişiliğe ve zihne verdiği önem ve bunları kavrayışı bireyci liberal ideolojilerin kavrayışsından çok daha farklıdır. Onun bu kavrayışı sadece kendinden ya da bahsettiğimiz zihinsel yapı türevlerinden kaynaklanmaktadır. Ki bunun çoğu zaman sanatçılara atfedildiği görülmektedir. Aslında alttan alta hastalıklı bir ideal tip çizimi yapılmaktadır. Örnek vermek gerekirse Nietzche’nin üstün insan muhayyilesi ile bireyin kendi psikanalizi arasında belirsiz bir noktada gidip gelmektedir. Üstün insana yaklaştığı noktalar bir sonraki bölümde açıklamaya çalışacağımız sanatçının rolü ve işlevi noktalarında ortaya çıkmakta, bireyin kendi psikanalizini yapması ise “paragraf icat edilmemiş gibi “ duran, o uzun değerlendirmesi zor ve anlaşılmayan kendiyle diyaloglarında ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman kişinin kendi psikanalizini okumuş gibi oluruz. Ancak Proust’un bireyciliğinin durduğu yer bence en çok Hayyam’ın şu dizelerine yakındır:
“Ben olmayınca bu güller, bu serviler tok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu seraplar yok.
Sabahlar akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.”

Dolayısıyla Proust’tan kendine verdiği önem liberal ideolojilerin ekonomik özgürlükler konusunda takındığı maskeden arınmış, çok daha farklı bir boyuta aittir. Hatta ilk tahlilde kulağa garip de gelse, sosyalizmin çoğu zaman ütopik olarak değerlendirilen, bireyin daha az çalışma ve daha çok boş vakitle özgürleşebileceği ideallerine daha yakın durmaktadır. Kullanıldığı sınıflar açısından bakıldığında paradoksal bir şekilde karşımıza çıkan “emek en yüce değerdir” söyleminin karşısına, boş zamanın ortaya neler çıkarabildiğinin bir kanıtıdır.

Son olarak Proust, açıklamaya çalıştığımız kişilikleri; “gelişme yasası tamamen içsel olanlar” olarak tanımlamaktadır.

2. Aşk ve Sanat

Proust’gil aşk anlatışında, ortaya koymaya çalıştığımız iki faktör; “ödenen bedel” ve “ben”, etkilidir.
Zihnin çalışma şekli ve hayal gücünün o karşı konulmaz gücü nesnel anlamda aşkta “haz” duymayı engeller. Marcel bir sahnede itiraf eder: “İnsanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı, onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım.”

Marcel, bütün kitap boyunca bazı şeyleri arzular, yaşar bunlarda etkileyici hazlar tadar, daha sonra ise çoğuna sahip olmayı başarır. Sonuç ise tam bir hüsrandır. Albertine’i öpmek isterken, öpünce yaşadığı hayal kırıklığı (“öpmek için dudaklarımızın yapısı ne kadar yanlışsa”) , Guermontes Prensi’yle tanıştığında yaşadıkları, ‘Bergotte’la tanışması vs. liste uzatılabilir. Bu bağlamda anladığım kadarıyla tek bir konuda hayal kırıklığı yaşamamıştır. Ama bu konu biraz daha beklemek zorunda. Marcel’in istediği şeye ulaştığı anda yaşadığı hüsran ödediği bedeldir. Bunu genelde yapmayı tercih etmediği bir genellemeyle anlatır. “Ama her şeye rağmen, bir varlık ıstırap çekmeden sevemeyecek, gerçekleri öğrenemeyecek kadar kusurlu bir yapıya sahipse (tabiatta bu varlık insandır belki), bu varlığın hayatı sonunda bezdirici hale gelir”

“Ben faktörü” ise aşkta çok daha şaşırtıcı bir rol oynar. Marcel’in aşkları kendinden kaynaklanır. “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz, sevdiğimiz insana doğru yayılır.” Yani kendine olan sevgisi aslında aşkının da kaynağıdır. Ancak kendine ait olan bir şeyin ona farklı bir görüntü altında dönmesi, kendine olan sevgisinden çok daha çekici, tutkulu ve etkileyicidir. Bu da Marcel’in yürek daralmalarını, kıskançlığını, sahip olma isteğini, tutkusunu aşk dışında da sevgisinin ilk türünde annesinde de gözlenmesini açıklıyor. Bu arada özellikle birinci ciltteki annesine olan aşırı sevgisi ile psikanaliz arasında başka bir bağlantı daha kurulabilir belki.

Bu tür bir aşk tasavvuru ister istemez Marx’tan yapılacak bildik bir alıntıyı akla getiriyor: Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışavurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.”
Benzerlik çarpıcı doğrusu. Belki de bu o zamanda yaygın olan bir düşünce tarzıdır.

Proust’un uzun yıllar yazmak için uzun yıllar beklemesi gibi, yazarın anlatıcısı Marcel de yıllarca biriktirir. Sosyete, savaşlar, Dreyfus Olayı, arkadaşlıkları, dolayısıyla yaşanmışlıkları onun biriktirdikleridir. Peki Proust yazarken ne yapmak ister? Ve Söyler?

Bir yandan çok fazla alıntı yapma riskini göze alıp, bir yandan da Proust’un alıntı fırsatını karçırmamamız gerektiği yöndeki öğüdünü hatırlayınca cevabı yine Proust’a bırakıyorum: “Bir yazarın görevi ve işlevi, tercümanlıktır” Proust kişiliği kavrayışla uyumlu bir şekilde bireyin içine dönmesini, kendini anlamasını, sorgulamasını sağlamaya çalışır. Proust okurken, kimi zaman Marcel’le aranızda paralellik kurarak kendinize bir çok soru da sorsanız, Proust’a içinizde ne varsa onu uyandırma ihtimali her zaman saklıdır. Bir devrimciyse içinizdeki bir devrimci, yazarsa bir yazar, snobsa bir snob, beş para etmez salağın tekiyseniz de onu ortaya çıkarabilir, tabii kitabı elinizden atmadıysanız.

Proust’un politik işlevi sizi dönüştürmek değil, içinizdekini açığa çıkarmanızı sağlamaktır.

Yalnız bunu yaparken sanatsal açıdan taviz vermeyi kesinlikle reddeder. Proust’un Fransız dilinde kalıpları kırmaya yönelik bir çabası olduğu görülüyor. Ancak bunu yaparken sanatı açıklama çabasından da kaçınır. “Gerçek sanatın bunca beyanata ihtiyacı yoktur, sessizce icra edilir” der.

Bunu söylerken bir yandan da sanatçıyı fildişi kulesine yollamaya da niyetli gözükür. Sanatçının “vatana hizmet” etmesinin tek yolunun sanatın kendisiyle uğraşmak olduğunu ifade eder. Bu bir seçimdir ve elbette ki topluma dönüştürmede ya da hizmet etmede birincil bir önem arz etmez. Ne yapacak, ne söyleyecekse bunun sanatın ve estetiğin yüceliği altında; havada uçuşan polenlerin burnumuza girip kaşındırması ya da bazılarında bütün vücudunuzu kızarıklıklar içinde bırakması gibi yapar. Proust sadece alerjik bünyelerde etkilidir.

Bir sonraki bölüme geçmemizi kolaylaştıracak bir alıntıyla bu bahsi kapatabiliriz: “Mesele ‘aylakların harcı’ olan üslup özelliklerini feda ederek sanatı halkın ulaşabileceği bir seviyeye getirmek idiyse, asıl cahillerin elektrik işçileri değil, sosyete mensupları olduğunu bilecek kadar yüksek sosyete girip çıkmıştım”

3. Burjuvazi-Aristokrasi ve Çağa Tanıklık

Kayıp Zamanın İzinde’nin dekoru yüksek sosyetedir. Yeni zengin burjuvazi ve onun kadar zengin olmayan bir aristokrasi. Ancak unutulmamalıdır ki bu bağlamda söylenecek her şey bu kitabın ikincil önemdeki dekorunun incelenmesidir.

Kayıp Zamanın İzinde’de ince bir aristokrasi eleştirisi gözlenebilir. Proust’un da ifade ettiği gibi “bu kitapta aristokrasi diğer toplumsal sınıflara oranla daha yoz olmakla suçlanırmış gibi görünüyor”

Aristokrasini yok olmaya yüz tutmuş bir sınıf olarak yozlaşmış niteliğinin ortaya serilmesi, bu sınıfa olan hayranlığın yerini alıyor. Aslında Proust’un bu eseri burjuvazinin aristokrasiye karşı yüzyıllardır verdiği mücadelenin bir nevi zafer nişanıdır. Aristokrasinin çöküşü gözler önüne serilirken, ironik bir şekilde burjuvazi de bütün zaafları ve çirkinleriyle ele alınır. Ancak bu ele alma tamamen ahlaki ve kültürel boyuttadır. Ahlaki yozlaşmışlığın yanında kültürel yetersizlik Marcel tarafında üzülerek gözlenir. Proust’un gözlem yeteneğinden ziyade, röntgen çekebilme yeteneğinin çok ilginç örneklerini bu bağlamda görürüz.

Bu noktada bu iki sınıfın birbirini algılayışı ve davranışları Proust tarafından asla vulgarlaşmadan gösterilir. Aristokrasinin kendine has gururunu ve geçmişinden gelen prestijini koruma çabalarıyla, burjuvazinin iktidarında kendinden önceki sınıfa nasıl özendiğinin, kıskançlığının, ona ulaşma çabasının nasıl içini kemirdiğinin, aristokrasinin temsilcisi olarak seçilen M. De Charlos ve sonradan görme bir burjuva olan Mme vardır. Örneklerinde çok açık bir şekilde görürüz. M. De Charlos kitabın sonunda yaşlanmış, ölmek üzere bir haldeyken sağlığında asla selam vermeyeceği birine pek de ne yaptığını bilmeden selam verir. M. De Charlos Proust tarafından tanınamaz ve acz içinde tasvir edilir.

Mme Verdarin ise yine kitabın sonunda yaptığı evlilikleri sonucunda Guermantes Prensesi olmuştur. Ama daha çok bir aristokrasi karikatürü gibidir.

Bu ironik tablo, burjuvazi-aristokrasi ilişkisinin yapılabilecek en iyi tasvirlerinden birini ortaya koyar.

Bunun dışında Proust, eserinde çağın önemli olaylarına kayıtsız kalmamıştır. Dreyfus Olayı’nın ve Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri kitaba da yansımıştır. Dreyfus Olayı’nda açıklamaya çalıştığımız sanat anlayışıyla uyumlu bir şekilde açıktan açığa bir savunu içine girmese de, Dreyfus yanlısı olduğunu hissettirir Onun tercihi, olayın yansımalarını göstermek olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili pasajlar ise kitabın belki de en başarısız ve boğucu kısımlarıdır. Burada tavrını açıkça ortaya koyan Proust belki de kendisiyle çelişmiş olmasından bir süre burada bocalar. Neyse ki kendin kurtarmayı başarır.

4. İsimler

“Önce kelam vardı” denmesi ya da Kuran’da Adem’in meleklere üstünlüğünün eşyanın isimlerini biliyor olması gibi gösterilmesi gibi örneklerin de ortaya serdiği gibi “isimler”, insanların aklını yüzyıllardır kurcalamaktadır. Pegun (?) inanışlardan tek tanrılı dinlere kadar her yerde bunun izlerini görürüz. Aynı çok güzel bir kız gördüğümüzde bize ayrı ayrı şeyler ifade eden gözleri, elleri, saçı, duruşu, elini kaldırışı, vücudu, sesi ve daha birçok özelliğini, onun ismini bilmeden kavramamızın beynimiz için büyük bir yük olması gibi, ilk işimiz onun adını öğrenmeye çalışmaktır. Bir kere adını öğrendikten sonra ona atfettiğimiz bütün güzellikler o isim altında toplanır. Bu doğal olarak beynimizin ve ruhumuzun taşımak zorunda kaldığı ağırlığı da azaltacaktır. …. (?) yapabilmek ya da ruhunu çalabilmek için ismin bilinmesi gerektiği gibi Proust da isimlere büyük önem verir ve özetlemeye çalıştığımız yaklaşımın da farkındadır.

“Guermontes soyadı da benim için bütün bir feodaliteyi barındırır içinde”

“Balbec, Venedik, Floransa, bu mekanların içinde uyandırdığı arzu, sonunda isimlerin kendisinde toplanmıştı”
Yine Marcel’in Albertine’e olan aşkında, ismini öğrenen kadar suratını bir türlü tam olarak kafasında oturtamaz.
Ancak Proust bir yandan bu tip bir düşünce tarzından kaçınamazken bir yandan da bu düşünce tarzının, nesnelerin özünü oluşturan “zihinsel edimi” yok ettiğini ima etmektedir.

“Sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında her şeyin zihinde olduğunu kavramıştım.”
Bu tip bir ifade ilk bakışta materyalizme yönelik bir saldırı olarak yorumlanabilse de daha çok karşısında aldığı kara (?) ekonomizm ve aşırı maddeciliktir. Proust’un kişiliğe verdiği önemin izlerini burada da görmekteyiz. Bu bağlamda insan beyninin binlerce yıldır sürdürdüğü isimsel düşüncenin, kişinin gelişimi önünde bir engel oluşturduğu öne sürülmekte olabilir mi? Nietzschevari üstün insan söylemine yaklaştığı öne sürülebilir mi_ Sorular çoğaltılabilir. Ama cevaplar için çok erken.

Sonuç

Burada okuduğunuz satırlar Proust’gil denklemin kendi kafamdaki çözümüne yönelik sayıklamalardır belki de. Bu sayıklamalardaki en büyük eksiklik tabii ki bu romanın baş kahramanı olan “zaman”a değinme fırsatı bulamamış olmamdır. Ama benim de hayatımın baş kahramanı olan zamanın çok hızlı akıyor olması paradoksal bir şekilde kendisini incelememi engellemiştir.

“Ressamların ana tanrıçası”nı Proust’un nasıl algıladığını incelemek başka bir çalışmaya kalmıştır. Bu incelemenin ikinci bölümünü oluşturacak “zaman”ı tartışmak umuduyla.

Marcel Proust
İZDİHAM