Consuelo, ona ailesinin verdiği isim: Meksikalı bir kadın, hizmetçilerin hizmetçisi, hiç sesi çıkmayan, durmaksızın acı çeken, katlanan ve dayanan. Connie, onun koleje gidip iki yıl burada okumayı başarmış hali, bir parça da olsa toplumun diplerinden yukarılara uzanmasını sağlayan. Ve nihayetinde Conchita; hapse, tımarhaneye giren, iyi erkekleri sevmeyen, kızını döven, sarhoş, adi bir paçavra.
Bu üç kadının birleşip tek bir benlikte dünyanın olası geleceklerinden biriyle bağlantı kurması, ütopik bir dünyayı kurtarmak için harekete geçmesi ondan beklenecek son şeydir herhalde. Ki buna zaten tımarhanede paranoid şizofreni diyorlar… Ama oluyor işte, onunla temasa geçen Luciente’ye göre Connie güçlü bir alımlayıcı. İki bin yüz küsurlarda bir yerlerden günümüze gelerek bilinç düzeyinde Connie’yle iletişime geçiyorlar geleceğin insanları, bu işe yaramaz Conchita’ya geleceğin dünyasını gösteriyor, paylaşıyorlar. İyi ama niye? Sorunun yanıtını çağdaş dünya edebiyatının en önemli feminist kalemlerinden biri olan Marge Piercy’ın bu üzerinde düşünülmeye bile değmeyecek olan toplumsal süprüntüyü roman kahramanı yaptığı klasikleşmiş eseri Zamanın Kıyısındaki Kadın‘da okuyoruz. PiercyZamanın Kıyısındaki Kadın‘la, fantastiği olağanüstü yaratıkların ve gerçek gelişme gösteremeyen kahramanların yolculuğundan çıkarıp dili cinsiyetçi düşünceden ayırırken, ütopyayı da düşünürlerin ve edebiyatçıların elinden alarak alelade bir kadına veriyor.
Connie otuz yedi yaşında olmasına rağmen, kötü beslenme, sigara, alkol, uyuşturucu, dayaklar ve kürtajlarla en az ellisinde gösteren Meksika asıllı bir Amerikalı. Her şey yeğeni Dolly’yi, kendisine sevgili edindiği bir pezevengin elinden kurtarmaya çalışmasıyla başlıyor. Daha doğrusu yeğenini döven bu pezevengin burnunu kırmasıyla. Ardından yediği dayaklar ve bütün bunların sorumlusu olarak bir tımarhaneye kapatılması geliyor. Connie’nin toplumun kıyısında bir yaşam savaşı vermesi dışında herhangi bir sorunu yok gibi, ancak doktorlar ve sosyal görevlilerin onun gibi düşünmediği ortada. Kısacası, yoksul ve düşkün bir kara derili kadınsanız eğer ve hayat sizi bir şekilde tımarhanenin kapılarına getirmişse deli olmadığınızı kanıtlamanızın herhangi bir yolu yok… Buraya kadar karanlık, etkileyici ama son derece alışılageldik bir toplumsal, cinsiyetçi eleştiri gibi görünür her şey. Kokuşmuş kurumları, bireyleri ezip geçen ekonomik hiyerarşik kastları, ataerkinin bunaltıcı baskısı, ırk ve cinsiyet ayrımının eziciliği ile genel olarak içinde yaşadığımız sistemin sıkı bir eleştirisi… Ta ki Connie, bir şekilde yaklaşık iki yüzyıl sonrasının dünyasıyla iletişime geçene kadar. Marge Piercy, bu noktada kahramanının içinde yaşadığı şimdi’yi boşlamadan son derece siyasi bir bilimkurgu dünyasının kapılarını açar içimize..
Connie’yle bağlantıya geçen Luciente, onu kendi dünyasının içine çeker. İlk bakışta Connie’yi büyük bir hayalkırıklığına uğratan son derece sıradan bir köyde yaşamaktadır. Luciente’nin cinsiyetinin ne olduğunu anlayamadığı ilk tanışmalarından itibaren bu dünyanın cinsiyetsizleştirilmiş bir dünya olduğunu anlarız. Geleceğin insanları bütün iktidar düşüncelerinden azade kalmayı başardıktan sonra nihayetinde en başat iktidar aracı olan doğal üretimi, yani anneliği de yok etmişlerdir. Çocuklar, çocuk üretim evinde hayata getirilir ve onların anneleri erkekler de olabilir. Her çocuğun muhakkak üç annesi vardır ve bu sadece çocuk on iki yaşına gelene kadar sürer. On iki yaşına gelen her çocuk ilksel toplulukların erginlenme törenlerine benzer şekilde yeni bir isim almak üzere bir hafta boyunca yalnız başına ormana gönderilir. Ve oradan kendi ismini belirlemiş yetişkin bir insan olarak çıkar. Geleceğin dünyasında genlerle oynamaya müsaade edilir ancak bu sadece ırkların çeşitliliğini devam ettirmek için yapılır. Hayvanlarla iletişim kurmanın çeşitli yolları bulunmuştur, insanlar evlerindeki kedilerle mimikler aracılığıyla konuşur; toprağın avukatlığı, nehir doktorluğu gibi meslekler vardır…
Connie’nin başlangıçta anlayamadığı son derece ileri bir teknolojiye sahip olan bu insanlar, teknolojilerini sadece ve sadece doğal hayatın çeşitliliğine ve sürdürülebilirliğine adarlar. Herkes sürekli çalışır ama Connie’ye göre hiç de çalışır görünmez: “Şimdi o programlı zamanlardaki gibi kendimizi zorlamamız gerekmiyor… İnsanlara ne yapması gerektiğini söyleme, para sayma, insanlara yapmak istemedikleri işleri yaptırma ya da yapmak istedikleri işleri engelleme gibi şeylerle ilgili işleri bırakınca çalışacak çok insanımız oldu. Çocuklar çalışır, yaşlılar çalışır, kadın ve erkeler çalışır. Toprağa zarar vermeden, minerallerini ve verimini koruyarak herkesi beslemek için çok uğraştık. Çoğu yarım gün çalışır, kimse eski çiftçiler gibi şafaktan günbatımına kadar elleri parçalanırcasına çalışmaz…”
Ancak yanlış anlaşılmasın, o kadar da tozpembe bir dünya değildir Piercy’nin kurduğu. Bu dünyada da savaşlar vardır, kıskançlıklar ve delilik. Deliren insanlar tıpkı bizim dünyamızdaki gibi tımarhanelere giderler… Hikayemiz de zaten tam burada düğümlenir, kahramanımız Connie, kendi rızasının dışında büyük bir deneyin gönülsüz deneği olmak zorunda kalır, bu deneye karşı koymak gelecekteki bu olası dünyanın varoluşuna katkıda bulunmak demektir. Bu dünya için şimdiden savaşmak, aklını, ruhunu ve umudunu yitirmemek…
Zamanın Kıyısındaki Kadın‘da körü körüne bir ütopya yaratmak yerine, zaafları, karanlığı ve kötülüğüyle gerçek olabilecek bir gelecek düşlemiş Marge Piercy. Cinsiyetçilikten, kapitalizmden ve doğanın sömürülmesinden azade bir dünya… En mühimi de şahane bir düşü, şahane bir kurguyla, yenilikçi bir dille birleştirmiş… Kayıtsız kalmak mümkün değil…
Oylum Yılmaz, sabitfikir
İzdiham