“Nasıl bir insanım?”
İçinde yüzdüğü bilinçsizlikten onu koparıp alan ses, koyu ve kaygılıydı; ama tanıdıktı. Yıllar sonra tekrar duyduğu iç sesinin şaşkınlığıyla gözkapaklarını –metruk bir evin panjurlarını aralarmışçasına– dikkatli bir kararsızlıkla, yavaşça açtı. Neredeyse unuttuğu o kafa sesi, üstüne yağan onca kışı savurup atmış, varlığına yapışan kıvamsız mutluluğu parçalayarak beyninin içinde tekrar belirivermişti. Geçmişten şimdiki zamana düşen çığ! Nabzı, şakaklarına tırmanan basınca tepki vererek hızlanıyordu. Bulanıklığın içinde yankılanan anı yüklü sesi bastırmaya çalıştı. Yuvarlandığı düş uçurumundan geri geliyordu; cansız, düşünceden sese zorlukla dönüşen bir mırıltıyla.
“Kalkmalıyım!”
Ama oturduğu koltuktan doğrulmadı; aksine geriye yaslandı. Soruyla birlikte ortaya çıkan şaşkınlık hareketsizdi, henüz korkuya dönüşmemişti. Yine de olmakta olan şey, her neyse, garipti. İçgüdüsü hatırlatıyordu: Az önce duyduğu ses, konuşkan ve buyurgan olduğu dönemlerde genellikle ışıksız, karanlık gecelerde sahne alır ve –öteki sesler gibi kulağının içinde değil de gıdıklanmayı andıran bir titremenin ardından, alnının ortasında yankılanırdı. Oysa, şimdi önünde o zifirî karanlığın yerinde pervane kanadı gibi titreşen çiğ bir beyazlık vardı; resimli anıların albümü alnı da hareketsizdi. Gözkapaklarını araladıktan sonraki ilk nefesini aldı. Sağdı; yaşadığına sevinmeden, duruluğunu yitirmiş düşünceleri birbirine bağlamaya çalıştı. Ses, mezarından çıkmaya karar vermişti. Kavrayabildiği ilk şey bu oldu. Şeytan? Emin değildi; düze mi inmeye karar vermişti? Bilincini bulandıran tortu aşağıya, sesin üstüne çökerken fiziki varlığını zamanın içindeki yerine yerleştirmeye çalıştı:
Neredeydi, ne yapıyordu? Belleğindeki son izin peşine düştü: Bu bir ses, hayır, bir cümleydi: ‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir…’ Tekrarlayınca, dizenin daha önce duymadığına emin olduğu bir şarkının nakaratı olduğunu fark etti. Şarkıyı söyleyen kadının ardından mırıldandı. Ancak bunun pek faydası olmadı: Kulağının içinde sönmeye yüz tutmuş içli melodi, çevresindeki mekanik homurtularla dokunmuş sessizliğin içinde ezilip, çabucak kayboldu. Geride yine iç sesinin dillendirdiği o soru kalmıştı: “Nasıl bir insanım?” Tedbirli olmalı, nereye varacağını bildiği o berbat kuşkunun varlığını tekrar ele geçirmesine izin vermemek için, anılardan uzak durmalıydı. Geçiciliğine, sığlığına aldırmayacağı o edilgin mutluluğa tekrar geri dönebilse! Yine de bir zamanlar kendisine sık sık sorduğu sorunun böyle birdenbire, üstelik suçlayıcı bir tona dönüşerek zihninde tekrar belirmesinin nedenini merak etmiyor değildi. Sesin, içinde bir yerde, tehlikeli, yıkıcı bir kararsızlığın boy atmaya hazırlandığını haber verdiğinin farkındaydı. Gözlerini kapatıp karanlığa geri döndü. Soruyu saklandığı çukurdan çıkaran el, parazitli müziğin içinden nasılsa ayırt ettiği o dize olmalıydı.
‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir.’
Vücudundaki kurşun izleri bile silinip gitmişken şarkıyı yorumlayan –muhtemelen esmer, ince– kadına şöyle demek isterdi: ‘Yanılıyorsunuz hanımefendi! Hiçbir anım gözyaşlarımın izi değildir, anılar beni gözyaşlarına değil, yalnızlığa sürükler…’
Ama tanımı kabullenmenin kendini aldatmak olduğunu biliyordu. Çünkü yalnızlık diye bir şey yoktu; insanın kendisi vardı ve yalnız insanın, eninde sonunda kendine sığındığını, kendine dönüştüğünü biliyordu… Sessizce güldü.
‘Kendine sığınmak!’ Kendi sürgününden geri dönmeyi başaramayacağından korkan birisi… Sorun bu muydu? Aslı? Stephanie? Sibel? Bir süre gözlerinin önünden geçen soluk yüzleri seyretti, sonra bundan vazgeçti; nasılsa sözlerin sahibini hatırlamayacaktı. Hatırlamasının önemi de yoktu; çünkü cevabı biliyordu: Yalnızlıkla kendisinin arasında kalmış, ikisini aynı bedende birleştirememişti. ‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir…’ Yine o esmer kadın, yine o nakarat! Neden kadının esmer olduğunu düşünüyordu?
Galiba tonu; kadının sesinde teninin rengiyle uyumlu koyu bir hüzün vardı. “Lütfen koltuğunuzu dik duruma getirip, kemerinizi bağlar mısınız?”
Dış dünyadan gelen uyarıyla gözlerini tekrar araladı. Güler yüzlü, ancak beklediğinin aksine sarışın, yuvarlak yüzlü bir kadın üzerine eğilmişti. Üniformasını fark edince belleğini örten çığ eriyip, yok oldu: Uçaktaydı. Hostesin hâlâ ona yönelttiği gülümsemesi mutluluk saçan o bulanıklığın kalanını da dağıttı. Tortunun ardından ortaya çıkanlar acı vericiydi:
Aslı onu bir kez daha terk etmişti, içselleştiremediği yalnızlık bedeninde başıboş dolaşıyordu ve o, bir hayalin
peşinde, İzmir’den İstanbul’a uçuyordu.
Mehmet Eroğlu
İZDİHAM