“Melek Kayıtları” Üzerine
Melek Kayıtları’nın yazarı Abdullah Harmancı tüm öykülerinde okuru düşünmeye sevk etmiş. Kendi meselesinden okurun da bir şeyler kazanabilmesini istiyor, okurun da bu meseleyi derin derin düşünmesini istiyor ve bunu cümlelerin ardındaki sisli bir yansımada değil apaçık ortada yapıyor. Merkezden genele hep bu mihrak üzere işlenmiş kitap. Hissettirip sezdirmiyor, direkt olarak gösteriyor.
Üç bölümden oluşan kırkın üstünde, uzunlu kısalı her öyküde farklı bir lezzet bırakıyor insanın zihninde. Envai çeşit tatlarla dokunaklı bir haz gezintisi yaşatıyor Abdullah Harmancı. Sonlara saklanmış ufak öykülerde de akrep ve yelkovan hatırlardan siliniyor, mekan kitabın kapağına yapışıp kalıyor, bu esrarengiz dünyaya giremiyor, ilk sayfalardaki uzun hikayelerde de. Fakat burada ufak bir nüansı belirtmek isterim; kitabın ilk iki bölümü son bölüme göre daha farklı bir yere sahip.
İncecik görünen ama içine girdikçe bir umman olduğunu kanıtlayan yaprakların gölgelerinde kültür zenginliği gizli. Yazarın sadece etkileyici şeyler çiziktirmesi değil kültür seviyesinin de yüksek olması gerek diyenler için Abdullah Harmancı iyi bir seçenek olabilir. Ayrıca kelime ağacı da olgun ve dolgun. Kitap, akıcılığından ödün vermeden, kelime heybesini doldurarak yol almasını sağlıyor okurun.
Yalnız istifade fırsatları sadece bunlarla kalırsa şüphesiz büyük bir kısırlık olur.
Her bölüm, her öykü, her sayfa, her cümle kendi içinde gizli kollara ayrılıyor. Sayfaları çevirmede acele edenler bu gizli dal ve budakları göremez muhtemelen. Kesinlikle içine daldıkça derinleşen cümleler okuyup geçmelik, kitap ise okuduktan sonra rafa kaldırmalık değil. Daha çok şu zihniyetle okunmalı; ılık bir yaz akşamında ağza alınan bir dilim çikolatanın damakta uzun süre tutulup, o küçücük görünen sunumun içindeki tüm tadı hissetmek, içinde hapsettiği lezzetin sırlarına ermek gibi. Ve enteresandır ki bu derinlik insana boğucu gelip gırtlağına yapışmıyor. Daha dibe inmek istiyor, daha koyu halini görmek istiyor, daha yoğununu istiyor insan. Tabi ki kitaptaki bu derinliğin sebebi Abdullah Harmancı’nın dert edindiği davadır. Her cümlesiyle bu davaya memurluk eden hikayeler edinilmiş derde hizmet ediyorlar.
Fakat insanın aklına şu geliyor; derinliği bu, tamam iyi ama yüzeyi nasıldır acaba? Çünkü tüm parçalar dipte başlayıp dipte devam edip dipte son buluyor. Hikaye bittikten sonra düşündüren ve hatta bazı yerleri dönüp tekrar okutan kitap acaba yüzeyde nasıldır? Her modülde boylu boyunca dibe yatırılmasa mıydı? Tabandaki yoğun öz ve zenginliği hissediyoruz ama insan biraz da yüzeydeki köpürcükleri ve dalgalanmayı merak ediyor. Şöyle ara ara içe koca bir nefes hapsetmelik yüzeye çıkışlar hoş olabilirdi. Sadece güzel kokuları, tatları hissettirmek, görüntüleri göstermek için de yazılı parçalar hiç de fena olmazdı.
Kitapta karakterler günümüz insanının ikilemi ve pişmanlığı, vicdan azabı, dünyaya belenmişliği, kararsızlığı..gibi konular üzere kurulu. Konjonktürdeki insanın haline ayna tuttuğu için davaya katılan, katılmayan, fikri yapıyı destekleyen ya da desteklemeyen herkes rahatlıkla kendine bir pay çıkarabilir.
Mekandaki ispirto rengini gösteren, içi foş eden tatlı, gevşek bir kayısıyı tattıran, 12 nolu dairenin kanarya sesli zilini duyuran diri bir dili var. Betimlemeleri canlı, gerçeksi. Hayal ederken insan hiç zorlanmıyor ve hiç bir şey havada asılı kalmıyor.
Son olarak öykülerin başına hak ettikleri isimler iğnelenmemişti sanki. Birçoğu dikkat çekici ve esrarengiz başlıklar gibi gelmiyor kulağa. İçine girip bilinç kamaştıktan, sonra keşke kapısı daha ihtişamlı olsaydı dedirtiyor maalesef.
Melek Kayıtlarından;
“Bir şey yapmamıza gerek yok, orda olup bitecekler olup bitmek üzere bizi bekliyor.”
“Sarıldığım her şey somak zorunda mı? Sevdiğim her renk, kokladığım her çiçek? Bağlandığım her bel? Bitmeyecek bir sabah, solmayacak bir yüz yok mu?”
“Yaşamanın hiç denemediğimiz bir şey olduğunu anladım.”
“Dünyanın mı evrenin mi, ülkenin mi, yoksa sadece kendi dünyasının mı, kendi evreninin mi bilinmez, ama bir şeylerin çivisi çıkmış, şirazesi bozulmuş, bir uğursuzluk, bir özsüzlük, bir heyecansızlık, bir ışıksızlık mı neyse, kirpiklerimize, göz bebeklerimize, ceketlerimizin yakalarına, kravatlarımızın uçlarına, yüzüklerimizin taşlarına, ama kelimelerimize de, ama içtiğimiz suya, ama alnımızı değdirdiğimiz Kabe resimlerine de, ama selatin camilerin avlularına da, ama dualarımıza, yükseldikçe acımızı çoğaltan minarelerin sedalarına da bulaşmıştı.”
Merve Can
İZDİHAM